14 Ekim 2016 Cuma

HÜSEYİN TÜRKMENİN “KARA GÜN ROMANI” ÇIKTI Abdullah Çağrı ELGÜN

HÜSEYİN TÜRKMENİN
“KARA GÜN ROMANI” ÇIKTI
Abdullah Çağrı ELGÜN

HÜSEYİN TÜRKMEN KİMDİR?
HAYATI

Hüseyin Türkmen Kayseri’nin Tomarza ilçesindendir. İlk orta ve Liseyi Kayseri’de bitirdi. Daha sonra mütaitlik, kooperatif  başkanlığı, Türkiye Yazarlar Birliği Kayseri Şube Başkanlığı görevlerinde bulundu
Tomarzalılar Derneği Yönetim kurulu üyeliği, Konya’da Kon TV’ kurucusu ve genel müdürlüğü, Kayseri’de Elif TV kurucusu ve genel müdürlüğü görevlerinde bulundu.
Berceste Dergisini kurucularından olup, Uzun süre kayseri kültürüne maddi ve manevi katkılar sağlayan gönül ve kültür adamlarındandır. Kayseri’deki bir çok yazar ve şairin kitaplarına kaynak sağlamış, maddi bakımdan yöresel dergi ve gazeteleri,  ve sanatçıları desteklemeye devam etmektedir. 
Kayseri Büyük Şehir Belediyesinin Kültür etkinliğine katkıda bulunan sanata ve kültüre gönül vermiş gönül eridir.
Yerel gazetelerde köşe yazarlığı, yazarlık görevlerinde bulundu. Çeşitli dergilerde şiir ve yazıları yayınlandı.    
Halen Kayseri’de yaşayan Türkmen evli olup, yazmaya ve  Kayseri kültürüne katkıda bulunmaya devam etmektedir. 
Kitapları şiir ve roman olmak üzere iki kısımda incelenmektedir.
Son yazdığı  eser “Kara Gün” yazarın yaşadığı seksen Eylül öncesi çileyi ve Türkiye gerçeğini bir defa daha Hüseyin TÜRKMEN’in kaleminden ortaya sermektedir.
Hüseyin TÜRKMEN:  KARA GÜN“Karagün Kararıp Kalmaz Oğul”2012, KAYSERİ“Eylül Bir Oktur, Yüreğimi On İkiden Vuran”

KARA GÜN
“Eylül bir oktur yüreğimi on ikiden vuran,
Işığın şakağına sıkılan kurşun.
Aydınlığın kalbine saplanan süngü, 
Yıl bin dokuz yüz sekse, on iki Eylül !..
Karanlık öykü.

Karmaşıktı hayat.
Kan rengiydi zaman.
Yapılan hesaba akıl erdirememişti şeytan.
Bir düdük öttü.
Oyun bitti oyundan sonrası tufan.
Ortalık toz bulutu.
Memleket zindan.
Ahh kırılası elleriyle.
Darbe üstüne darbe.
Korku üstüne korku,
Saldılar karanlıktan. 
Vuruldu gençliğim.
Ceylan gözlü yiğitlerim.
Tutuldu haki zindanların zehrine mahkûm.

Vatan,
Adına nutuk atan,
Anama, babama, bacıma, kardeşime,
Milletime
Mahşeri yaşatan…
Evrenin karanlık gölgeleri.
Korkmadılar ışıktan, nurdan.
Korkmadılar Allah’tan!..
En masum duygularla sevdik diye vatanı,
Sevdamızın miyarını geçirdiler tezgâhtan, çarmıhtan.
Kırıldı kollarımız,
Bir kuş gibi canımız,
Kıskandı akbabalar. 
Kıskandı leş kargaları.
On sekizinde yâr diye.
Vatan nasıl sevilir?.
Nasıl koynuna girilir toprağın bir ışık bilinciyle!..

On iki eylül, rüzgârın fırtınaya döndüğü gündür…
Masum yüreklerin,
Kuru ve yaş demeden yandığı gündür.
Kedilerin karanlıkta,
Aslan rolü oynamaya başladığı gündür..
Ulaştırma,
Zincidere.
Dutlukır,
Metris,
Mamak,
Zincirbozan…
“Yer demir gök bakır”
Derin dehlizlerini deldik.
Kara günün sabır sabır.

On iki eylül zulme ve işkenceye
Ödül verilen gündür.
Dondu ırmaklar.
Duygular,
Dualar,
Mevsim zemheriye vurdu.
Dondu kanatlar,
Uçamadı kuşlar.
Kelebekler,
Dondu alın teri,
Dondu emekler,
Zemheri on iki eylülden sonraki kışın adıdır.

Gün yüzüne çıktık.
Şarkılarla  ,
Türkülerle,
Şiirlerle,
Güneşin gençleriyiz biz..
Vatanın kurbanları,
Yaşayacak sevdamız.
Bin asır yüz bin asır.

Gökyüzünün maviliği,
Şehitlerimizin al kanı,
Erciyes’in kar beyazı,
Memleketimin her çiçeğindeki koku ,
Her yapraktan haykıran zümrüt yeşili,
Sevda türküsü söyleyecek,
Direniş türküsü .
Tarihe not düşüldü.
Dağlara taşlara.
Doğuya batıya.
Batı karanlığın soy adıdır.

Bu gün başka bir gündü.r
Yıllar sonra.
Saçımız sakalımız ağarsa da,
Biz varız,
Buradayız.
Zincidere de, Dutlukır da, Mamak ta.
Yarım kalmayacak sevdamızın türküsü.
Yetişti adaklarımız.
Oğullarımız,
Kızlarımız,
Torunlarımız,
Biz bu toprakların bereketiyiz.
Ne eylül fırtınaları yaşadık.
Ne şubat soğukları.
Bize vız gelir.
Anlayamazlardı.
Anlamadılar.
Biz gönüllerinde güneşler taşıyan bir milletiz.


Bu şiir henüz hayal edilmemiş, yaşanmamış ve yazılmamıştı….

                                      “Allah Var, Keder Yok”

-I-
Seher vakti. Serinlik şehrin bütün caddelerinde, sokaklarında hissediliyor. Sükûnet Erkilet’den, Gesi’den, Mimarsinan’dan, Ali Dağından, Yılanlıdan yükseliyor ve Erciyes’in zirvelerinde yoğunlaşarak muhkemleşiyor. Caddeler aydınlık, sokak lambalarının bazıları yanmıyor. Kediler gece olunca caddelere çıkamıyor. Çöp tenekeleri sahipsiz köpeklerin beslenme kaynakları. Kedilere tahammülü olmayan aç köpekler çoğu zaman bir birlerine hırlıyor ve dalaşıyorlar. Kediler sokak aralarında ürkek ve dikkatli adımlarla karınlarını doyuracak kırıntı peşindeler. Gece vardiyasında olan birkaç çöpcü kendi mıntıkalarını temizliyor. İnsanlar uykuda. Evler, iş yerleri, sokaklar, bağlar, bahçeler, dağlar uykuda… Gece bekçilerinin ara sıra duyulan düdük sesleri kimseyi rahatsız etmiyor. Birazdan, her zaman olduğu gibi bu sessizlik bu dinginlik sabah ezanlarıyla velfecr olacak.  Bazı evlerin lambalarının yandığı perdelerden dışarı sızan ışıklardan belli oluyordu.
Cafer bey mahallesi diğer adıyla At Pazarı semtinde bir birine yakın bir çok cami ve mescit bulunuyor. At pazarı meydanında, Un Pazarı bitişiğindeki camiden birazdan Hasan Hafızın güzel sesiyle okuduğu makamlı ezan dalga dalga yayılacak. Hasan Hafızın ezanı bitmeden Cafer bey camiinden, Peynirli camiinden, Matra ve Çifte önü camiinden, Çivici Bektaş Mesci’dinden bir biri ardı sıra sabah ezanları duyulacak. Kulağı ezana duyarlı, gönlü secdeye ayarlı Müslümanlar uyanacak ibadetlerini yapacak ve gördükleri rüyaları hep hayra yoracaklar.
Ezanlar okunmadan lambası yanan yerlerden biri de kenar sokaktaki iki katlı bir evdi. Sokağa sıfır duvarla yapılan ve duvara bitişik olarak eklenmiş mozaik merdivenlerden ikinci kata çıkılan evin çatısı yoktu. Çocukların düşmemesi için damın etrafına bir metre yüksekliğinde piriket koruma duvarı yapılmıştı. Giriş kapısının yanında yükselen üzüm asması ikinci kata kadar çıkıyor ve tahtadan yapılmış çardağın üzerini kaplıyordu. Güneye bakan odanın üzerinde saksılar ve tenekeler içerisine ekilmiş, sitillenmişbir çok çiçek bulunuyordu. Evin sahibi Hüseyin Efendi, çoğu zaman olduğu gibi sabah ezanlardan önce uyanır, ikinci katta oturduğu için hemen dama çıkar, şehrin ufkuna bakar sokakların aydınlık kısımlarına göz gezdirirdi.
Merhum eşi Necmiye Hanımın emaneti olan asmayı ve çiçekleri sular, uyku mahmurluğunu üzerinden atmak için temiz ve serin havayı içine iyice çeker, abdestini alarak camiye giderdi. Bazen evine en yakın olan Çivici Bektaş Mescidine, bazen Atpazarı Meydan Camiine, bazen ise Cafer Bey Camine giderek namazlarını kılardı. Bu camilerdeki sabah ve yatsı namazlarının müdavimi olan cemaatınbir çoğunu bu vesile ile tanır kendisi de aynı şekilde cemaat tarafından tanınırdı. Zaman zaman sabah ezanlarını okuduğu hatta imamların mazereti olduğu anlarda cemaatin kabulü ile namaz kıldırmak için imamete geçtiği de olurdu. Hüseyin Efendi elli yaşlarında idi. Otuz yıl kadar önce Tomarza’nın Koçcağız köyünden şehre gelmiş ve bu mahalleye yerleşmişti. Yakın köyden Yamaçlıdan Hafız Zekeriya Hocanın kızı Necmiye hanımla severek evlenmişti. Şehre göçtüklerinde kızı Şerife beş oğlu Mustafa ise iki yaşında idi. Dini terbiyesini babası KaraoğlunMustafadan almış, Kuran ve tecvit ilmini ise köy imamı Nazif Hocadan çocuk yaşta öğrenmişti. İlk iki yıl kirada oturmuş, daha sonra almış olduğu arsaya “iki göz bir mabeyin” ev yapmış kiradan kurtulmuştu. Babası iyi bir taş ustası, kendisi ise iyi bir sıvacı idi. Komşuları ona “Üsüyün Ağa “ diye seslenir çevre onu “ Sıvacı Üsüyün Usta” olarak tanırdı.
 Kendisi dört erkek kardeşin en büyüğü idi. Kendinden küçük olan Cemalettin iyi bir sıva ve duvar ustası, Mithat iyi bir inşaat boyacısı, Cuma ise Almanya’da işçi olarak çalışmış ressamlığı olan kültür sanat ve okumaya meraklı, içli yakışıklı bir genç idi. Ailenin tek kızı olan Mercan ise çocukluk döneminde yapılan hatalı tedavi sebebiyle iki gözünün de  görme yeteneğini kaybetmiş âmâ bir kızcağızdı. Dört erkek kardeşin dördü de  evli olduğu için bakıma muhtaç olan Mercan sırayla üçer ay ağabeylerinin yanında kalıyordu. 
Hüseyin Efendi askerliğini İstanbul’da yapmıştı. Eren köyde bulunan Nakşi Şeyhi Ramazanoğlu Mahmut Sami efendiye intisab etmişti. Bu intisabın feyzi ile kalbi itminan bulmuş, tatlı dilli güler yüzlü derviş  meşrep biriydi. Sabah namazlarından sonra virdini asla aksatmadan yerine getirirdi. Binbir türlü umut ve tereddütle geldiği bu şehirde tutunmuş, iş, ev, ekmek ve itibar sahibi olmuştu. Haneleri huzur,bereket ve neşe doluydu.Büyük kızı Şerife büyük oğlu Mustafadan sonra Sami ve Hüseyin adlı iki oğul, Fatma ve Ayşe adlı kız çocuklarına sahip olmuşlardı.Çocuklarının hepsini de kucağına alarak “Âlem enne hu la ilâhe illâllâh” diye tevhit zikri ile büyütmüştü.
Zaman nasıl çabuk geçiyordu. Kardeşlerinin de desteği ile evin ikinci katını da betonarme olarak yaptırmış, ikinci kata geniş bir misafir salonu da yerleştirmişti. Bu salonda zikir ve sohbet toplantıları yapılırdı. Eskişehir bağlarından havadar bir bağ yeri almış yazlarını ailecek beş dönümlük bu bağda geçirmişlerdi. Hem kendi köyünden hem Necmiye Hanımın köyünden çoğu zaman da yakın köylerden gelen giden misafirin haddi hesabı yoktu. Misafir ağırlamaktan eşi Necmiye hanım çoğu zaman yorgun ve bitkin düşerdi. Bir yandan altı çocuk sekiz baş horanta bir de karı koca oğul uşak ailecek yatıya gelen akraba ve köylüleri ağırlamak hakikaten kolay bir iş değildi. Hüseyin Efendi durumun nezaketini fark ettiği için eşi Necmiye Hanımı tatlı sözlerle, çeşitli iltifatlarla teselli eder, ona moral verir ve yorgunluğunu hafifletirdi.
Necmiye Hanım eli uz, becerikli, gayretli ev hanımıydı. Akıllı ve mantıklıydı. Hüseyin Efendi duygusaldı. Bir çok işi hanımıyla istişare ederek onun fikir ve tespitlerini dikkate alarak yapardı. Necmiye hanım çocukluk döneminden itibaren iyi yetiştirilmişti. Eskilerin tabiriyle “hamarat” bir hanımdı. Kuran okumayı bilir, ibadetlerine devamlı, komşularıyla iyi geçinen, hediyeleşmeyi seven, hasta ziyaretlerini önemseyen mazbut ve merhametli bir kişiliğe sahipti. Hüseyin Efendi ise orta boylu, etine dolgun, sıhhatli, yüz hatları düzgün, buğday benizli, aydınlık yüzlü biriydi. Oldukça sıcak kanlı ve daima güler yüzlü bir hali vardı. Necmiye Hanım ise orta boylu biraz esmercesine, etine dolgun, siyah kaşları yüzüne belli tondan kararlılık ve otorite hissi veren, güldüğünde yanakları gamzelenen zekâsı gözlerinden yansıyan bir hanımdı.
Çivici Bektaş Mescidi Atpazarından batıya doğru Erciyes ilkokulunun kuzeyine düşen bahçe duvarlarının bitiminde başlayan kenar sokağın girişinde sağ tarafta küçük bir Mescitti. Mescidin bitişiğinde altlı üslü iki odalı imam evi vardı. Yüksek İslâm Enstitüsünde okuyan genellikle bekâr bir veya iki talebe burada oturur ve Mescite gelen cemaata imamlık yaparlardı. Mescitin içi otuz kişilikti. Ayrıca ahşaptan yapılmış, hanımlar için yirmi kişilik asma katı da vardı.”

Roman şu cümlelerle son buluyor:
“H. Kemal, Albay Baki Tuğ’un telefonundan sonra askeri disiplin adına ve art niyetli bir zulüm görmedi. Çok rahat bir şekilde ibadetlerini yaptı, bol bol kitaplar okudu, sohbetler yaptı, gönül dostları edindi. Şiirler yazdı. Acaba yaşayacak, evlenecek, çoluk, çocuk, torun sahibi olabilecek miydi? Arkadaşlarıyla üç nesil bir arada Zincidere ceza evinin önünde toplanıp her on iki eylülde haykırabilecek miydi?
Bu gün başka bir gündür
Yıllar sonra
Saçımız sakalımız ağarsa da
Biz varız
Buradayız
Zincidere de, Dutlukırda, Mamakta
Yarım kalmayacak sevdamızın türküsü
Yetişti adaklarımız
Oğullarımız
Kızlarımız
Torunlarımız
Biz bu toprakların bereketiyiz
Ne eylül fırtınaları yaşadık
Ne şubat soğukları
Bize vız gelir
Anlayamazlardı
Anlamadılar 
Biz gönüllerinde güneşler taşıyan bir milletiz.
Seksen dört yılının ortalarında birliğinden çavuş rütbesiyle teskeresini alarak Isparta’ya çarşıya çıktı. Başta Baki Tuğ albay olmak üzere, İsmail Çetin hocayla, Hüseyin Ceylan’la, Konya Lezzet lokantası sahibi Yalçın Sofi ve Mühendis Kemal Sofi ile vedalaşıp helalleşerek Konya otobüsüne bindi. Bir kitapta okuduğu ve çok beğendiği Fevzi Halıcı’nın Mavi Geceler şiirini defalarca mırıldandı. En çok da:
Kaybolur kederim kaybolur ahım.
Gözümden yaş olur akar günahım.
Bana daha yakın olur Allah’ım
Mavi gecelerin seher vaktinde…” kısmını tekrar ederek Konya’ya vardı. Mevlana Hazretlerini ziyaret etti. Asker arkadaşlarından Sami Tokgöz ve Safa çavuşla görüştü. Bir namazı Sultan Selim camiinde kıldı. Caminin içi aynı rüyasında gördüğü gibiydi. Bir vakti kapı camiinde kıldı. Aziziye camiini, Şerafettin ve Şems camilerini gezdi. Bir gece Sami Tokgöz’ün misafiri oldu. Konya’dan ayrılırken ona “Her halde geri döneceğim ve ben de Konyalı olacağım, tabii olabilirsem” dedi.
H. Kemal Konya’dan Kayseri’ye doğru yola çıktığında kafasında da gönlünde de Konya ve Mevlana vardı. Bu yol onu iki cihan Serveri’ne ulaştıracak yoldu...
SON”


Diyerek romanını sonlandırıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder