HÜSEYİN TÜRKMENİN
“KARA GÜN ROMANI” ÇIKTI
Abdullah Çağrı ELGÜN
HAYATI
Hüseyin Türkmen Kayseri’nin Tomarza ilçesindendir. İlk orta ve Liseyi
Kayseri’de bitirdi. Daha sonra mütaitlik, kooperatif başkanlığı, Türkiye Yazarlar Birliği Kayseri
Şube Başkanlığı görevlerinde bulundu
Tomarzalılar Derneği Yönetim kurulu üyeliği, Konya’da Kon TV’ kurucusu ve
genel müdürlüğü, Kayseri’de Elif TV kurucusu ve genel müdürlüğü görevlerinde
bulundu.
Berceste Dergisini kurucularından olup, Uzun süre kayseri kültürüne maddi
ve manevi katkılar sağlayan gönül ve kültür adamlarındandır. Kayseri’deki bir
çok yazar ve şairin kitaplarına kaynak sağlamış, maddi bakımdan yöresel dergi
ve gazeteleri, ve sanatçıları
desteklemeye devam etmektedir.
Kayseri Büyük Şehir Belediyesinin Kültür etkinliğine katkıda bulunan sanata
ve kültüre gönül vermiş gönül eridir.
Yerel gazetelerde köşe yazarlığı, yazarlık görevlerinde bulundu. Çeşitli
dergilerde şiir ve yazıları yayınlandı.
Halen Kayseri’de yaşayan Türkmen evli olup, yazmaya ve Kayseri kültürüne katkıda bulunmaya devam
etmektedir.
Kitapları şiir ve roman olmak üzere iki kısımda incelenmektedir.
Son yazdığı eser “Kara Gün” yazarın
yaşadığı seksen Eylül öncesi çileyi ve Türkiye gerçeğini bir defa daha Hüseyin
TÜRKMEN’in kaleminden ortaya sermektedir.
Hüseyin TÜRKMEN: KARA
GÜN“Karagün Kararıp Kalmaz Oğul”2012, KAYSERİ“Eylül Bir Oktur, Yüreğimi On İkiden Vuran”
“Eylül bir oktur yüreğimi on
ikiden vuran,
Işığın şakağına sıkılan kurşun.
Aydınlığın kalbine saplanan süngü,
Yıl bin dokuz yüz sekse, on iki Eylül !..
Karanlık öykü.
Karmaşıktı hayat.
Kan rengiydi zaman.
Yapılan hesaba akıl erdirememişti şeytan.
Bir düdük öttü.
Oyun bitti oyundan sonrası tufan.
Ortalık toz bulutu.
Memleket zindan.
Ahh kırılası elleriyle.
Darbe üstüne darbe.
Korku üstüne korku,
Saldılar karanlıktan.
Vuruldu gençliğim.
Ceylan gözlü yiğitlerim.
Tutuldu haki zindanların zehrine mahkûm.
Vatan,
Adına nutuk atan,
Anama, babama, bacıma, kardeşime,
Milletime
Mahşeri yaşatan…
Evrenin karanlık gölgeleri.
Korkmadılar ışıktan, nurdan.
Korkmadılar Allah’tan!..
En masum duygularla sevdik diye vatanı,
Sevdamızın miyarını geçirdiler tezgâhtan, çarmıhtan.
Kırıldı kollarımız,
Bir kuş gibi canımız,
Kıskandı akbabalar.
Kıskandı leş kargaları.
On sekizinde yâr diye.
Vatan nasıl sevilir?.
Nasıl koynuna girilir toprağın bir ışık bilinciyle!..
On iki eylül, rüzgârın fırtınaya döndüğü gündür…
Masum yüreklerin,
Kuru ve yaş demeden yandığı gündür.
Kedilerin karanlıkta,
Aslan rolü oynamaya başladığı gündür..
Ulaştırma,
Zincidere.
Dutlukır,
Metris,
Mamak,
Zincirbozan…
“Yer demir gök bakır”
Derin dehlizlerini deldik.
Kara günün sabır sabır.
On iki eylül zulme ve işkenceye
Ödül verilen gündür.
Dondu ırmaklar.
Duygular,
Dualar,
Mevsim zemheriye vurdu.
Dondu kanatlar,
Uçamadı kuşlar.
Kelebekler,
Dondu alın teri,
Dondu emekler,
Zemheri on iki eylülden sonraki kışın adıdır.
Gün yüzüne çıktık.
Şarkılarla ,
Türkülerle,
Şiirlerle,
Güneşin gençleriyiz biz..
Vatanın kurbanları,
Yaşayacak sevdamız.
Bin asır yüz bin asır.
Gökyüzünün maviliği,
Şehitlerimizin al kanı,
Erciyes’in kar beyazı,
Memleketimin her çiçeğindeki koku ,
Her yapraktan haykıran zümrüt yeşili,
Sevda türküsü söyleyecek,
Direniş türküsü .
Tarihe not düşüldü.
Dağlara taşlara.
Doğuya batıya.
Batı karanlığın soy adıdır.
Bu gün başka
bir gündü.r
Yıllar
sonra.
Saçımız
sakalımız ağarsa da,
Biz varız,
Buradayız.
Zincidere
de, Dutlukır da, Mamak ta.
Yarım
kalmayacak sevdamızın türküsü.
Yetişti
adaklarımız.
Oğullarımız,
Kızlarımız,
Torunlarımız,
Biz bu
toprakların bereketiyiz.
Ne eylül
fırtınaları yaşadık.
Ne şubat
soğukları.
Bize vız
gelir.
Anlayamazlardı.
Anlamadılar.
Biz
gönüllerinde güneşler taşıyan bir milletiz.
Bu şiir henüz hayal edilmemiş, yaşanmamış ve
yazılmamıştı….
“Allah
Var, Keder Yok”
-I-
Seher vakti.
Serinlik şehrin bütün caddelerinde, sokaklarında hissediliyor. Sükûnet
Erkilet’den, Gesi’den, Mimarsinan’dan, Ali Dağından, Yılanlıdan yükseliyor ve
Erciyes’in zirvelerinde yoğunlaşarak muhkemleşiyor. Caddeler aydınlık, sokak
lambalarının bazıları yanmıyor. Kediler gece olunca caddelere çıkamıyor. Çöp
tenekeleri sahipsiz köpeklerin beslenme kaynakları. Kedilere tahammülü olmayan
aç köpekler çoğu zaman bir birlerine hırlıyor ve dalaşıyorlar. Kediler sokak
aralarında ürkek ve dikkatli adımlarla karınlarını doyuracak kırıntı
peşindeler. Gece vardiyasında olan birkaç çöpcü kendi mıntıkalarını temizliyor.
İnsanlar uykuda. Evler, iş yerleri, sokaklar, bağlar, bahçeler, dağlar uykuda…
Gece bekçilerinin ara sıra duyulan düdük sesleri kimseyi rahatsız etmiyor.
Birazdan, her zaman olduğu gibi bu sessizlik bu dinginlik sabah ezanlarıyla
velfecr olacak. Bazı evlerin
lambalarının yandığı perdelerden dışarı sızan ışıklardan belli oluyordu.
Cafer bey mahallesi diğer adıyla At
Pazarı semtinde bir birine yakın bir çok cami ve mescit bulunuyor. At pazarı
meydanında, Un Pazarı bitişiğindeki camiden birazdan Hasan Hafızın güzel
sesiyle okuduğu makamlı ezan dalga dalga yayılacak. Hasan Hafızın ezanı bitmeden
Cafer bey camiinden, Peynirli camiinden, Matra ve Çifte önü camiinden, Çivici
Bektaş Mesci’dinden bir biri ardı sıra sabah ezanları duyulacak. Kulağı ezana duyarlı, gönlü secdeye ayarlı
Müslümanlar uyanacak ibadetlerini yapacak ve gördükleri rüyaları hep hayra
yoracaklar.
Ezanlar okunmadan lambası yanan
yerlerden biri de kenar sokaktaki iki katlı bir evdi. Sokağa sıfır duvarla
yapılan ve duvara bitişik olarak eklenmiş mozaik merdivenlerden ikinci kata
çıkılan evin çatısı yoktu. Çocukların düşmemesi için damın etrafına bir metre
yüksekliğinde piriket koruma duvarı yapılmıştı. Giriş kapısının yanında
yükselen üzüm asması ikinci kata kadar çıkıyor ve tahtadan yapılmış çardağın
üzerini kaplıyordu. Güneye bakan odanın üzerinde saksılar ve tenekeler içerisine
ekilmiş, sitillenmişbir çok çiçek bulunuyordu. Evin sahibi Hüseyin Efendi, çoğu
zaman olduğu gibi sabah ezanlardan önce uyanır, ikinci katta oturduğu için
hemen dama çıkar, şehrin ufkuna bakar sokakların aydınlık kısımlarına göz
gezdirirdi.
Merhum eşi Necmiye Hanımın emaneti
olan asmayı ve çiçekleri sular, uyku mahmurluğunu üzerinden atmak için temiz ve
serin havayı içine iyice çeker, abdestini alarak camiye giderdi. Bazen evine en
yakın olan Çivici Bektaş Mescidine, bazen Atpazarı Meydan Camiine, bazen ise Cafer Bey Camine giderek namazlarını kılardı. Bu
camilerdeki sabah ve yatsı namazlarının müdavimi olan cemaatınbir çoğunu bu
vesile ile tanır kendisi de aynı şekilde cemaat tarafından tanınırdı. Zaman
zaman sabah ezanlarını okuduğu hatta imamların mazereti olduğu anlarda cemaatin
kabulü ile namaz kıldırmak için imamete geçtiği de olurdu. Hüseyin Efendi elli
yaşlarında idi. Otuz yıl kadar önce Tomarza’nın Koçcağız köyünden şehre gelmiş
ve bu mahalleye yerleşmişti. Yakın köyden Yamaçlıdan Hafız Zekeriya Hocanın
kızı Necmiye hanımla severek evlenmişti. Şehre göçtüklerinde kızı Şerife beş
oğlu Mustafa ise iki yaşında idi. Dini
terbiyesini babası KaraoğlunMustafa’dan almış,
Kuran ve tecvit ilmini ise köy imamı Nazif Hocadan çocuk yaşta öğrenmişti. İlk
iki yıl kirada oturmuş, daha sonra almış olduğu arsaya “iki göz bir mabeyin” ev
yapmış kiradan kurtulmuştu. Babası iyi bir taş ustası, kendisi ise iyi bir
sıvacı idi. Komşuları ona “Üsüyün Ağa “ diye seslenir çevre onu “ Sıvacı Üsüyün
Usta” olarak tanırdı.
Kendisi dört erkek kardeşin en büyüğü idi.
Kendinden küçük olan Cemalettin iyi bir sıva ve duvar ustası, Mithat iyi bir
inşaat boyacısı, Cuma ise Almanya’da işçi olarak
çalışmış ressamlığı olan kültür sanat ve okumaya meraklı, içli yakışıklı bir
genç idi. Ailenin tek kızı olan Mercan ise çocukluk döneminde yapılan hatalı
tedavi sebebiyle iki gözünün de görme
yeteneğini kaybetmiş âmâ bir kızcağızdı. Dört erkek kardeşin dördü de evli olduğu için bakıma muhtaç olan Mercan
sırayla üçer ay ağabeylerinin yanında kalıyordu.
Hüseyin Efendi askerliğini İstanbul’da yapmıştı. Eren köyde bulunan Nakşi Şeyhi
Ramazanoğlu Mahmut Sami efendiye intisab etmişti. Bu intisabın feyzi ile kalbi
itminan bulmuş, tatlı dilli güler yüzlü derviş
meşrep biriydi. Sabah namazlarından sonra virdini asla aksatmadan yerine
getirirdi. Binbir türlü umut ve tereddütle geldiği bu şehirde tutunmuş, iş, ev, ekmek ve itibar sahibi olmuştu. Haneleri huzur,bereket ve neşe doluydu.Büyük kızı Şerife
büyük oğlu Mustafadan sonra Sami ve Hüseyin adlı iki oğul,
Fatma ve Ayşe adlı kız çocuklarına sahip olmuşlardı.Çocuklarının hepsini
de kucağına alarak “Âlem enne hu la ilâhe illâllâh” diye tevhit zikri
ile büyütmüştü.
Zaman nasıl çabuk geçiyordu.
Kardeşlerinin de desteği ile evin ikinci katını da betonarme olarak yaptırmış,
ikinci kata geniş bir misafir salonu da yerleştirmişti. Bu salonda zikir ve
sohbet toplantıları yapılırdı. Eskişehir bağlarından havadar bir bağ yeri almış
yazlarını ailecek beş dönümlük bu bağda geçirmişlerdi. Hem kendi köyünden hem
Necmiye Hanımın köyünden çoğu zaman da yakın köylerden gelen giden misafirin
haddi hesabı yoktu. Misafir ağırlamaktan eşi Necmiye hanım çoğu zaman yorgun ve
bitkin düşerdi. Bir yandan altı çocuk sekiz baş horanta bir de karı koca oğul uşak ailecek yatıya gelen akraba ve
köylüleri ağırlamak hakikaten kolay bir iş değildi. Hüseyin Efendi durumun
nezaketini fark ettiği için eşi Necmiye Hanımı tatlı sözlerle, çeşitli
iltifatlarla teselli eder, ona moral verir ve yorgunluğunu hafifletirdi.
Necmiye Hanım eli uz, becerikli,
gayretli ev hanımıydı. Akıllı ve mantıklıydı. Hüseyin Efendi duygusaldı. Bir
çok işi hanımıyla istişare ederek onun fikir ve tespitlerini dikkate alarak
yapardı. Necmiye hanım çocukluk döneminden itibaren iyi yetiştirilmişti.
Eskilerin tabiriyle “hamarat” bir
hanımdı. Kuran okumayı bilir, ibadetlerine devamlı, komşularıyla iyi geçinen,
hediyeleşmeyi seven, hasta ziyaretlerini önemseyen mazbut ve merhametli bir kişiliğe
sahipti. Hüseyin Efendi ise orta boylu, etine dolgun, sıhhatli, yüz hatları
düzgün, buğday benizli, aydınlık yüzlü biriydi. Oldukça sıcak kanlı ve daima
güler yüzlü bir hali vardı. Necmiye Hanım ise orta boylu biraz esmercesine,
etine dolgun, siyah kaşları yüzüne belli tondan kararlılık ve otorite hissi
veren, güldüğünde yanakları gamzelenen zekâsı gözlerinden yansıyan bir hanımdı.
Çivici
Bektaş Mescidi Atpazarından batıya
doğru Erciyes ilkokulunun kuzeyine düşen bahçe duvarlarının bitiminde başlayan
kenar sokağın girişinde sağ tarafta küçük bir Mescitti. Mescidin bitişiğinde
altlı üslü iki odalı imam evi vardı. Yüksek İslâm
Enstitüsünde okuyan genellikle bekâr bir veya iki talebe burada oturur ve
Mescite gelen cemaata imamlık yaparlardı. Mescitin içi otuz kişilikti. Ayrıca
ahşaptan yapılmış, hanımlar için yirmi kişilik asma katı da vardı.”
Roman şu cümlelerle son buluyor:
…
“H. Kemal,
Albay Baki Tuğ’un telefonundan sonra askeri disiplin adına ve art niyetli bir
zulüm görmedi. Çok rahat bir şekilde ibadetlerini yaptı, bol bol kitaplar
okudu, sohbetler yaptı, gönül dostları edindi. Şiirler yazdı. Acaba yaşayacak,
evlenecek, çoluk, çocuk, torun sahibi olabilecek miydi? Arkadaşlarıyla üç nesil
bir arada Zincidere ceza evinin önünde toplanıp her on iki eylülde
haykırabilecek miydi?
Bu gün başka bir gündür
Yıllar sonra
Saçımız sakalımız ağarsa da
Biz varız
Buradayız
Zincidere de, Dutlukırda, Mamakta
Yarım kalmayacak sevdamızın türküsü
Yetişti adaklarımız
Oğullarımız
Kızlarımız
Torunlarımız
Biz bu toprakların bereketiyiz
Ne şubat soğukları
Bize vız gelir
Anlayamazlardı
Anlamadılar
Biz gönüllerinde güneşler taşıyan
bir milletiz.
Seksen dört
yılının ortalarında birliğinden çavuş rütbesiyle teskeresini alarak Isparta’ya
çarşıya çıktı. Başta Baki Tuğ albay olmak üzere, İsmail Çetin hocayla, Hüseyin
Ceylan’la, Konya Lezzet lokantası sahibi Yalçın Sofi ve Mühendis Kemal Sofi ile
vedalaşıp helalleşerek Konya otobüsüne bindi. Bir kitapta okuduğu ve çok
beğendiği Fevzi Halıcı’nın Mavi Geceler şiirini defalarca mırıldandı. En çok
da:
“Kaybolur kederim kaybolur ahım.
Gözümden yaş olur akar günahım.
Bana daha yakın olur Allah’ım
Mavi gecelerin seher vaktinde…” kısmını tekrar ederek Konya’ya vardı. Mevlana
Hazretlerini ziyaret etti. Asker arkadaşlarından Sami Tokgöz ve Safa çavuşla
görüştü. Bir namazı Sultan Selim camiinde kıldı. Caminin içi aynı rüyasında
gördüğü gibiydi. Bir vakti kapı camiinde kıldı. Aziziye camiini, Şerafettin ve
Şems camilerini gezdi. Bir gece Sami Tokgöz’ün misafiri oldu. Konya’dan
ayrılırken ona “Her halde geri döneceğim ve ben de Konyalı olacağım, tabii
olabilirsem” dedi.
H. Kemal
Konya’dan Kayseri’ye doğru yola çıktığında kafasında da gönlünde de Konya ve
Mevlana vardı. Bu yol onu iki cihan Serveri’ne ulaştıracak yoldu...
SON”
Diyerek
romanını sonlandırıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder