SONGÜL DÜNDAR’ın “CEZO
GARDAŞ” ROMANI ÇIKTI
Abdullah Çağrı ELGÜN
1955
yılında Kars’ın Dikme Köyü’nde doğdu. İlkokulu köyünde, Ortaokulu ve Liseyi
şimdiki adı Kazım Karabekir Anadolu Öğretmen Lisesi olan, Cılavuz Öğretmen
Okulunda bitirdi.
Öğretmen
Okulunun son sınıfında iken okuldaki başarısından dolayı Ankara Yüksek Öğretmen Okuluna seçildi. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi; Kimya
Lisan Bölümünü bitirdi. Ankara Üniversitesi Yüksek Öğretmen Okulu Lise Öğretmenliği diploması aldı. Daha sonra Ankara Üniversitesi Kimya Yüksek
Mühendisliğini bitirdi; fakat mühendislik yapmak yerine öğretmenliği tercih
etti.
İlk
görev yaptığı yer, Ankara Hasanoğlan Öğretmen Okuludur. Daha sonra
Ankara Mustafa Kemâl Lisesinde Kimya Öğretmeni olarak çalıştı. Uzun
yıllar Ankara Ayrancı Lisesinde Kimya öğretmeni olarak görev yaptıktan sonra,
emekli oldu. Halen mesleğine dershane öğretmeni olarak devam etmektedir.
Yazar,
kendi branşında sayısız başarılara imza atmanın yanı sıra, çeşitli halk kültürü
programları, halk kültürü dergileri ve kitaplarına danışmanlık yapıyor.
Evli
ve iki çocuk annesi olan yazarın, eşi de kendisi gibi öğretmendir.
“CEZO
GARDAŞ”KİTABI ve İÇİNDEKİLER HAKKINDA:
Kitap
dökümanlarından yararlandığı eşi ve Halk Ozanı olan SelâhettinDÜNDAR’a ithaf
ediliyor. Ön kapak fotoğrafı için Eğitimci yazar Hıdır UĞURSU, arka kapak için
de iş adamı Zafer GÜRBÜZ’e sonsuz teşekkür edilerek başlanıyor.
Kitabın
yedinci sayfasında, Victor HUGO’nun bir şiiri “DİLENCİ” yer alıyor. İçindekiler
blümü ile devam eden kitap, üç bölümden oluşuyor:
Sayfa
11-111 Birinci Bölüm; sayfa 111-181 İkinci Bölüm; sayfa 118-240 kadar da üçüncü
Bölüm olarak tasarlanıyor.
DİLENCİ
Sen
her gün köşe başlarında,
Yırtık
urbanla, kirli ellerinle,
Avuç
açan, sefil insan.
İnan
yok farkımız birbirimizden,
Sen
belki tüm yaşamın boyunca dilenecek;
Beklediğin
beş kuruşu biri vermezse,
Ötekinden
isteyeceksin.
Ama
ben, tüm yaşamım boyunca,
Tek
bir kez dilendim,
Bir
acımasız kalbin sevdasıyla alevlendim.
Öylesine
boş, öylesine açık kaldı ki elim,
Yemin
ettim bir daha dilenmeyeceğim.
Victor
Hugo
“CEZO
GARDAŞ” ROMANI İÇİNDE GEÇEN KISA BAŞLIKLAR:
Birinci
Bölüm:
YER
SOFRASI adı ile okuyucuya sunuluyor. Bu bölümde:
“Ah, İstanbul!”, “Cemal Öğretmenin Dilinden
Keban”, “Keban’da Beklenen Bebek”, “Köy Okulu”, “Hayat Bilgisi Dersi”,
“Cemo’nun Aşk Umutları Kararıyor”, “Bir Mucize Gerçekleşiyor”, “Anılar”, “Cemo
Cemal Öğretmen Olma Yolunda”, “Kan Davası”; “Sevginin Gücü Yetmedi”, “Sevginin Gücü Yetmedi”, “Karar Çıkıyor”,
“Kurye Haydar”, “Aşkın Göğsü Kurşuna Siper”, “Yeni Bir Hayat Başlıyor”.
İkinci
Bölüm:
DEMİR
KÖPRÜ adı ile devam ediyor. Bu bölümde ise:
“Kuru
Dere”, “Köyün ilk Radyosu,”, “Fidan Bilinçleniyor”, “Kaçış”, “Demir Köprü”,
Ölüme Kıl Payı”, “Yalnız Yıllar”, “Kaderin Cilvesi”, “Karneler Veriliyor”.
Ücüncü
Bölüm:
CİLLİGÖL
başlığı il eyer alıyor. Bu bölümde de şu başlıklar yer almaktadır:
“Baskın”,
“Ciligöl”, “Bayram Ziyareti”, “O Fotoğraf”, “Afiş”, “Demokratif Tepkiler”, “Son
Yolculuk”, “Ölüm Uykusu”, “İnsan Manzaraları”, “Telepati”, “Mektup”, “Dernek”, son sayfa kitabın adına konu olan
“CezoGardaş”’ın bir fotoğrafı ve altında geçmiş yıllardan bu zamana yolculuk
yapmış Halk Ozanı SelâhettinDÜNDAR’a ait bir dörtlük:
“Görmedim
yıllardır sinemde kalsın,
Senin
bu hakkını felek mi alsın?
Dündar’ım
goy sazın ağlayıp çalsın,
Garip
bir insandı bayCezoGardaş.
Sanatçı
kitabını şu başlıklarla ortaya seriyor; ve yanında bir şiirle görücüye
çıkartarak tanıtmaya çalışıyor:
“Zalimlerin
mazlumlara zulmünü; Güçlülerin zayıflar hükmünü; Barış kalkanını, savaş okunu;
Uygarlıkla, barbarlığın kodunu; İlmin cehalete hükmedişini; İyiyle kötünün
çelişkisini; Uygarlıkla medeniyet farkını; Garibanı ezenlerin çarkını; Emekçiyi
semirenin fendini; Seven ile sevmeyenin kalbini; Bütün insanlığı, sizi ve bizi;
Tezi, anti tezi ve de sentezi; “CezoGardaş” Romanında görebileceğimizi kitapta
verdiği şiirle de dile getirmektedir.
Sanatçının
bu eseri sadece köy hayatını, şehri, ilçeyi, değil; topyekün Türk halkının
yaşadığı macerayı, Cumhuriyet döneminde yaşanan yokluğu ve Köy Enstitüleri
kurularak eğitim konusunda o dönem lideri Atatürk’ün verdiği mücadeleyi
anlatarak da geçmişten geleceğe ışık tutmaktadır.
CEZO GARDAŞ
Köyün
Benliahmet Kars’a bağlısan
Aklıma
tüşüfsen ay CezoGardaş
Dilenip
dururdun elinde torban
Yaktın
yine beni vay CezoGardaş
Ayağında
çarık elinde ağaç
Sakalın
uzanıp kesilmeyip saç
Üstün
başın yırtık demek karnın aç
Görmedin
bir bardak çay CezoGardaş
Başına
yığılır çolu çocuğu
Ekmek
gösterirdi kimi boncuğu
Oynatırlar
seni gülerdi çoğu
Sebebi
bir lokma pay CezoGardaş
Hem
yazın hem kışın dolanıp durdun
Her
bayram olanda boynunu burdun
Kapı
kapı gezip kendini yordun
Karşılık
kaç para say CezoGardaş
Acı
gerçeklerden sen bir tekisin
İnanmayan
varsa köyüne gelsin
Vicdansızlar
garip halin ne bilsin
Bunca
hak olursa zayCezoGardaş
Görmedim
yıllardır sinemde kalsın
Senin
bu hakkını felek mi alsın
DÜNDAR’ım
koy sazın ağlayıp çalsın
Garip
bir insandı Bay CezoGardaş;
“AH, İSTANBUL!
İstanbul
nere, Kars nere?...
Hem
de 1974 yılının ulaşım koşullarında…
“Haydi,
canım sen de!” Dense bile, bazı inanılmaz tesadüfler oluyor işte…
Galata
Köprüsü’nün üzerinde, çiseleyen yağmurun etkisi ile başlarını öne eğmiş telaşlı
telaşlı yürüyorlardı. Biri, yıllarını karatahta başında eğitime vermiş, altmış
yaşını geçkin emekli bir öğretmen, diğeri henüz otuzunda genç bir ozan… Biri
hala dershanelerde ders vererek geçimini temin için koltuğunda kitapları ve
testleri, diğeri elinde umuda yolculuk için plak yapmak amacıyla İstanbul
plakçılarına gitmek üzere taşıdığı sazı…
Galata
Köprüsü’nün yayalara ait bölümünde çarpıştılar. Öğretmenin kucağındaki
kitaplarının ve testlerinin tamamı yürüyen insanların ayaklarının altına
saçıldı. Korkuluklara çarpan ozanın sazının da teknesi kırıldı.
Kırılan
saza öğretmenin yüreği sızlamıştı. ‘Affedersiniz’ diye omzuna elini uzatmıştı
ki; ozanın, ‘Suç bende kusura bakma’ diyerek yerdeki kitapları ve testleri
toplamak için eğilmekte ol¬duğunu fark etti. Her ikisi de kendi malına verilen
zararı değil, karşı tarafın zararını düşünmekteydi. Bu duygu ve mahcubiyetle
bir anda göz göze geldiler. Ozan, çocukluk yıllarındaki öğretmenini tanır gibi
olmuştu.
Ozanın
kafasında, Cemal Öğretmenin köyde kendisini okuttuğu bir yıllık sınıf
hatıralarından belirgin tek anısı dahi yoktu. Ama, öğretmenine ait hafızasından
silinmeyen, ezber bozan bir anısı vardı. Zaten, öğretmenini zihninde beliren o
anısı sayesinde hatırlamıştı. O da yer sofrasıydı… “Siz Cemal öğretmen değil
misiniz?” Dediğinde, birkaç saniye de olsa, gözlerini öğretmenine dikmiş ve
çocukluğundaki duyguları bir daha yaşamıştı. Cemal Öğretmenin yüzüne baktıkça,
o an film şeridi gibi zihninden geçmişti. Öğretmeninin yer sofrasında bağdaş
kurup oturuşu gözünün önünde tekrar canlanmıştı.
O
an, çocukken öğretmenini insanüstü bir varlık gibi gör¬düğünü hatırladı. Halk
arasındaki öğretmen imajının herkes gibi ona da böyle bir duygu yüklediğini
düşündü. O yılların köy çocuğu duygularıyla; “Acaba öğretmen ne yer, ne içer,
hangi olağanüstü koşullarda yaşar?!” Diye merak ettiği günler aklına geldi. Bir
gün annesinin verdiği köy yoğurdunu, Cemal Öğretmenin evine götürdüğünde,
bağdaş kurup yer sofrasında ailesiyle yemek yediğini görünce, elinde yoğurt
kabı ile kapının girişinde şaşkınlıktan donup kaldığı gözlerinin önüne geldi.
Öğretmeninin de halktan bir insan gibi yaşadığını görünce şaşırdığını anımsadı.
Hatırladığı yer sofrasının ezber bozan, unutulmaz şaşkınlık hatırası, yıllar
sonra öğretmenini Galata Köprüsü’nün üstünde tanımasına yardımcı olmuştu. Yer
sof¬rasını yeniden anımsamış ve o günlere geri dönmüştü. Yıllar önceki
şaşkınlığını yeniden yaşıyordu. “Öğretmen de bizim gibi yerde bağdaş kurup
oturur mu? Hiç böyle bir şey olur mu?” Diyerek, sorguladığı günler zihninde
tekrar canlanmıştı. Aynı duygulardan kendini bir türlü kurtaramıyordu.
Hatıralar, geri sarılmış ve yavaşlatılmış bir film şeridi gibiydi. Geçmişe
dönük düşüncelerin verdiği durgunlukla olsa gerek, hareketleri de ağır çekim
film gibiydi. Ozanın durgunluğunu fark eden Cemal öğretmen, “Neyin var?” Diye
sorarak, durgunluğunun sebebini an¬lamaya çalıştı.
Ozan:
“Bir
şeyim yok öğretmenim, iyiyim,” dedi. Bir eliyle kırık sazını tutup, diğer
eliyle de öğretmeninin yere saçılan kitap¬larını toplamaya çalışıyordu.
Öğretmenine olan saygısından, sazının kırıldığını önemsemez gibi bir tavır
takınıyordu.
Cemal
Öğretmen, yerden topladığı ıslanmış kitaplarını, dergilerini ve testlerini
dosyanın arasına geri yerleştirdi. Kol¬tuğunun altına alıp diğer eliyle ozanın
koluna girdi.
“Yürü
gidiyoruz,” dedi.
Galata
Köprüsü’nün üstünden Eminönü tarafına doğru birlikte yürüdüler. Köprünün baş
tarafından aşağı doğru, merdiven basamaklarını kol kola indiler. Daha iner
inmez, Galata Köprüsü’nün alt bölümü ozana apayrı bir dünya gibi gelmişti.
Ozanı, tarihi balıkçı lokantalarından birine götürme¬yi düşünen öğretmeni,
“Beni takip et,” dedi ve önüne düşüp yürümeye devam etti.
Köprünün
altından ağır ağır yürüyerek, yıllara meydan okuyan emektar tahta döşemeleri
adımladılar ve balıkçı lokan¬tasından içeri girdiler. Ozan, içeri adımını atar
atmaz durdu ve etrafa şöyle bir göz gezdirdi.
Balıkçı
lokantası iki katlı, Galata Köprüsü’nün altında boylu boyunca uzanıyordu.
Merdivenlerden iner inmez girdikleri lo¬kanta, köprü altındaki sıralı balıkçı
lokantalarından ilkiydi. Bir ilerideki lokantadan ahşap bölme ile ayrılmıştı.
Denize bakan iki yanında insanlar geçecek kadar yol bırakılmıştı ve her iki
tarafı büyük çerçeveli camlarla kaplıydı. İki tarafa da kapı açı¬lıyordu. Giriş
kapısı ve diğer tarafa açılan kapı boydan boya ve tamamen camdı. Denize bakan
her iki tarafta camların önüne masalar diziliydi. Köprünün altından ve balık
lokantalarının iki tarafından yürüyen insanlar, bir taraftan denizi, diğer
taraf¬tan da lokantada oturan insanları izleme zevkini tadıyorlardı. Yirmi beş
otuz metre uzunluğundaki lokantanın başında balık pişirilen mutfak kısmı vardı.
Sonunda ise bölünmüş ahşap bölme ve bir köşesinde müdüriyet yazan, aynı zamanda
hesap ödenen açık bir banko vardı. Cam önüne iki taraflı boydan boya dizilen
ahşap masalar, dört kişilik küçük piknik masaları türündendi. Ahşap lambrilerin
üzerine atılmış olan verniklerin oluşturduğu doğal kızarıklık uzun yılları
belgeliyordu. Otur¬malıklar tren kompartımanındaki uzun koltuklara benzeyen
türdendi. Bu koltuklar, iki taraftaki camlara dik ve masaların iki tarafına
düzenli bir şekilde yerleştirilmişlerdi. Masaların iki tarafına dörder kişinin
oturabileceği şekilde ve sırt sırta dizilmiş olan koltuklar oldukça rahattı.
Renkleri iddialı anlam taşıyan kırmızıydı. Camlara dik konumdaki koltuklara
oturan herkes, lokantanın iki tarafından yabancıların altın boynuz de¬dikleri
Haliç’i ve deniz manzarasını rahatlıkla izleyebiliyordu. Lokantanın önünden
geçen insanları seyretmek ise apayrı bir zevkti. Her iki taraftaki kapı camının
üstünde, yaldızlı yazı ile lokantanın adı yazılıydı. Cam pencerelere ise
lokantada pişen balık çeşitleri yazılmıştı.
Ozan,
iki tarafta dizili masaların arasından ilerlerken, ba¬lık lokantasının tüm bu
güzelliklerini zihnine yazdı. Köşede bulunan masaya geçip, tüm lokanta
müşterilerini görecek şekilde oturdu. Cemal Öğretmen de tam karşısına geçti ve
koltuğunun altındaki kitaplarla test dosyasını yanındaki boş koltuğa koydu.
Ozan’a “Hoş geldin,” diyerek ev sahipliğini pekiştirdikten sonra sazı istedi ve
çatlayan teknesini üzgün gözlerle inceledi. Tanıdığı çok iyi bir saz ustası
olduğunu ve yaptırabileceğini, hatta gerekirse bu sazı verip, yerine yenisini
bile alabileceğini söyledi. Sazı ozana geri uzattı. Kitaplara, der¬gilere bir
şey olmamıştı. Zaten dershanedeki dersini bitirip eve gidiyordu. Yere düşüp
ıslanan testler için de bir sorun yoktu. Ama, kırılan sazın üzüntüsü ozanı,
mahcubiyeti de Cemal Öğretmeni etkilemişti. İkisinin de hüzünlü duygular içinde
olduğu her hallerinden belliydi. Duygusal ortam nedeniyle, bir iki defa
karşılıklı, “Eeee, daha daha nasılsın?” Demekten
başka
bir konuya girememişlerdi. Ozan, başını çevirip Haliç’in masmavi sularını
dalgın dalgın seyre daldı. Birkaç dakika bir¬birleriyle tek kelime konuşmadan,
ikisi de İstanbul Boğazı’nın ferahlatıcı ve gökyüzüyle bütünleşen manzarasını,
her iki yana bakınarak boy camlardan seyrettiler.
Manzara
çok güzeldi. Yaz yağmuru çisilçisil yağıyordu. Gökyüzünü bir tablo gibi
kaplayan beyaz ve gri bulutların arasından belli belirsiz güneşin yusyuvarlak
görüntüsü fark ediliyordu. İkindi güneşinin altın sarısı ışınları rengârenk
gökkuşağı oluşturmuştu. Arka arkaya dizilen yağmur damla¬ları, gökyüzünden yere
doğru sarkan ince sicim görüntüsünü andırıyordu. Denize çarpan yağmur taneleri
her dalganın üzerinde boncuk boncuk görüntüler oluşturuyordu. Hafif esen
poyrazın oluşturduğu tatlı dalgalar, kovalamaca oynar gibi arka arkaya
koşuyorlardı. Galata Köprüsü’nün ayaklarına çarpan dalgaların çıkardığı sesler
müzik nağmeleri gibiydi. Uçuşan martıların ötüşleri insanın ruhunu okşuyordu.
Dalgaların etki¬siyle salınan köprü, dev bir salıncak hissi veriyordu. Köprünün
ahşap yapılı alt bölümünün salınım gıcırtıları, ister istemez in¬sanın aklına
köydeki kağnı arabalarını getiriyordu. Uzaklardan gözüken kocaman gemilerin
düdük sesleri, yüreklere gariplik hissi verse de, köprünün altından geçen
boyalı kayıkların seyrine doyulmuyordu. Boğaziçi sahillerinin görüntüsü bir
tablo gibiydi. İstanbul’un mağrur duruşu insanın aklına Fatih Sultan Mehmet’in
fetih becerisini getiriyor ve hayranlık duygularını kabartıyordu. Duygu
karmaşasıyla karşılıklı oturan Cemal öğretmen ve ozanın masalarındaki
sessizliği, genç garsonun “Hocam ne arzu edersiniz?” Sorusu bozdu.
Galata
Köprüsü’nün altındaki balık lokantası Cemal Öğret¬menin uğrak yeri olduğu için
garson onu iyi tanıyordu. Hatta ne yiyip ne içtiğini bile ezbere biliyordu.
Cemal öğretmen başını kaldırıp garsonun yüzüne baktı ve “Her zamankilerin¬den,
bir bana bir de misafirime…” dedi. Garson, “Başüstüne…” deyip ayrıldıktan
sonra, hüzün ve mahcubiyet ortamının de¬ğişmiş olmasından yararlanan Cemal
öğretmen, havayı iyice değiştirmek ve ozanın aklını kırılan sazından uzaklaştırmak
için, köprünün iki tarafına dizilmiş oltalarıyla balık tutan insanları
anlatmaya başladı.
“Galata
Köprüsü’nde balık tutanları seyretmeyi herkes gibi ben de çok severim. Kimi
emekli, kimi işsiz, sabahın erken sa¬atlerinde ellerinde oltaları ile köprüdeki
yerlerini alan insanlar, öğleye doğru köprü altının her iki tarafını doldurmuş
olurlar. Hiçbiri profesyonel değildir ama; her cins balığı yakalama ko¬nusunda
bir uzman gibi beceriklidirler. Hemen yanı başlarında yem ve olta iğnesi satan
satıcılar için onlar iyi bir müşteridir. Uzun kamış ve makineli olta almak
isteyenler ise, Karaköy çıkışındaki sol tarafta bulunan dükkânlara kadar gidip,
alacak¬larını alıp gelirler. Balık tutma zevkini kafaya koymuş olanlar, bu
kadar yolu severek kat ederler. Çünkü orada her bütçeye uygun ve her çeşit olta
bulmak mümkündür. Oltalarına takmak için, ak yem adını verdikleri balık
parçaları, karides, midye ve ekmek kırıntılarını da buradan temin edebilirler.
Balık
tutanların bazıları gıda ihtiyacını denizden çıkartırken, bir kısmı da
tuttukları balıkları satarak geçimlerini sağlamaya çalışırlar. Köprünün altında
balık hayli bol ve cinsi oldukça çeşitlidir. En çok tercih edilenleri istavrit,
kefal, lüfer, zargana ve izmarittir,” dedi ve “Ben istavriti çok severim. Senin
de seveceğine eminim,” diyerek, emrivaki yaptığı balık siparişinin cinsini ve
nedenini de açıklamış oldu.
Öğretmeninin,
Galata Köprüsü’nde olta ile balık tutanlar hakkında etkileyici anlatımını
ilgiyle dinleyen ozan, “Benim için hangi balık olsa fark etmez, siz anlatmaya
devam edin,” diyerek, dinlediği bilgilerden ötürü memnuniyetini bildirdi.
Ozanın ilgisine mutlu olan Cemal öğretmen, “Sana biraz da altımızda denizin
beşik gibi salladığı, üstümüzde de arabaların ve insanların geçtiği Galata
Köprüsü hakkında bilgi vereyim,” diyerek anlatmaya devam etti.
“İstanbul’un
orta yerinde bulunan iki katlı Galata Köprü¬sü, yalnız Haliç üzerindeki iki
yakayı birbirine bağlayan bir bağlantı yeri değildir. Burası ayrıca kentin
önemli bir yaşam merkezidir. Balık tutanlar, balık lokantaları, ekmek arası
balık pişirenler, her çeşit seyyar satıcılar, vapur iskeleleri, köprünün
altından işleyen motorlar, üstümüzdeki köprüden karşılıklı geçen çeşitli
araçlar, koşuşan insanlar, dinlenmek için denizi ve sahilleri seyredenlerle
apayrı bir dünya gibidir. Köprünün iki başındaki iş yerleri, ayrı bir İstanbul
oluştururlar,” diyerek yutkundu ve beşik gibi sallanan köprünün gıcırtılarına
karışan yumuşak ses tonuyla ve öğretmenliğin verdiği tatlı anlatım üslubuyla
devam etti.
“Ayrı
bir İstanbul kültürünün oluşmasını sağlayan Galata Köprüsü; Eminönü ile
Karaköy’ü birbirine bağlamaktadır. İlk yapıldığı gün, Galata’ya geçmek amacıyla
Haliç’in iki tarafının birleştirilmesi amaçlandığından, adına ‘Galata’ denmiş
ve o günden beri de adı hiç bir zaman değişmemiştir,” diyerek, önündeki kadehi
ozanın kadehine dokundurup, “Haydi şe¬refe,” dedi…
Önce
bir yudum su aldı, sonra buzlu rakısını yudumladı. Öğretmeni kadehini
yudumlarken, artık kendisine de izin verdiğini düşünen ozan da “Şerefe,” deyip
kadehini kaldırdı.
Sofralarında
mütevazı bir görüntü hâkimdi. Üzerinde Kütahya yazısı bulunan servis
tabaklarının içinde birer dilim beyaz peynir, masanın ortasında ise tere ve
roka vardı. Cemal öğretmen, vazgeçilmez mezesi olan rokayı eliyle yerken, ozan
aldığı iki yudum rakının üstüne bir yudum su yudumladıktan sonra yutkundu ve
Galata Köprüsü’nün tarihçesini sordu.
Cemal
Öğretmen;
“Haliç’te
köprü yapma fikri çok eskiden beri varmış. On beşinci yüzyılda yaşamış olan
Leonardo da Vinci’nin bile Haliç Köprüsü için eskizler çizdiği bilinmektedir,”
dedi ve anlatmaya başladı. Sınıfta tarih dersi anlatıyor edasıyla ozanın
dinlemek¬ten zevk alan gözlerinin içine bakarak sözlerine devam etti.
“İlk
Galata Köprüsü Sultan Abdülmecid’in annesi Valide Sultan tarafından 1845
yılında ahşap olarak yapıldı. Defalarca yenilenen ve değişen bu köprüler
arasında İstanbul halkının en fazla yakınlık duyduğu, hayatının bir parçası
saydığı 1912 yılında ahşaptan yapılan iki katlı Galata Köprüsü’dür. Köprü¬nün
altındaki balık lokantaları, kahveleri, balık tutanları ve birçok halk kültürü
özellikleri ile bu köprü, başlı başına bir kişilik olarak o günden bugüne var
olmuştur,” diyen Cemal öğretmen, sözünü bitirmişti ki garson porselen tabaktaki
ço¬ban salatasını ahşap masanın ortasına yerleştirdi. İstavritleri de herkesin
önündeki servis tabağına koydu.
Mangalda
kızarmış taze balıklar, porselen tabaklar içinde ‘beni ye’ diye bağırıyor
gibiydi! Sohbeti bıraktılar ve balıkları ayıklayıp afiyetle yemeye başladılar.
Açlıklarını bastırıncaya kadar konuşmaya ara vermişlerdi. Çatal kaşık sesleri,
martı sesleri ve dalgaların salladığı köprü gıcırtısından başka masa¬larında
çıt yoktu. Bu sessizliği bir süre sonra Cemal öğretmen bozdu ve anlatmaya devam
etti.
“Modern
çağın ulaşım koşullarında köprü gibi araçlar, öncelikle işlevsellikleriyle var
olurlar. Ancak Galata Köprüsü, sadece üstünden geçilen bir köprü olmayıp
İstanbul’da yaşayan insanların evi gibidir. Hani köylerde Köy Odası olur ya!
İşte ona benzer bir mekân… Şehir özelliği ile donanmıştır ve halk kültürünün
bir parçasıdır. Galata Köprüsü’nün altında yıllar boyunca çok farklı bir yaşam
hüküm sürmüş ve çok farklı bir kültür oluşmuştur. Birçok dostluklar pekişmiş,
hoş sohbetler olmuştur. Muhabbetli, müzikli, şiirli hoş sohbetler… Kubbede
kalan hoş seda sözü sanki burası için söylenmiş gibidir. Çalınan sazlar,
çığırılan türküler, söylenen şarkılar, okunan ve yazılan şiirler dünya durdukça
unutulmayacaktır. Hatta burası için yazılmış şiir bile var. İşte Orhan Veli
KANIK’tan, unutulmayan Galata Köprüsü şiiri.” Dedi ve Orhan Veli Kanık imzasını
taşıyan ‘Galata Köprüsü’ adlı şiiri harfi harfine aynen okumaya başladı.
Galata
Köprüsü
Dikilir
köprü üzerine
Keyifle
seyrederim hepinizi,
Kiminiz
kürek çeker siya siya,
Kiminiz
midye çıkarır dubalardan,
Kiminiz
dümen tutar mavnalarda,
Kiminiz
çımacıdır halat başında,
Kiminiz
kuştur, uçar, şairane;
Kiminiz
balıktır pırıl pırıl,
Kiminiz
vapur, kiminiz şamandıra,
Kiminiz
bulut havalarda,
Kiminiz
çatanadır, kırdığı gibi bacayı,
Şıp
diye geçer köprünün altından,
Kiminiz
düdüktür öter,
Kiminiz
dumandır tüter
Ama
hepiniz, hepiniz…
Hepiniz
geçim derdinde,
Bir
ben miyim keyif ehli içinizde?
Bakmayın,
gün olur, ben de
Bir
şiir söylerim belki sizlere dair,
Elime
üç beş kuruş geçer,
Karnım
doyar benim de.
Cemal
öğretmen, Orhan Veli’nin bu şiirini okumakla ozanı havaya sokmuştu.
“Şimdi
sıra sende, muhabbetin müzik kısmını da senden dinleyelim. Televizyonda çalıp
söylediğin deyişi dinlemek is¬tiyorum. Sazının teknesi çatlamış olsa da çalıp
söyleyebilirsen memnun olurum. Saz bizim her şeyimizdir,” dedi ve “Haydi
öğretmenini kırma,” diyerek üsteledi.
Ozan,
sazını eline aldı. Evirdi çevirdi, teknesindeki çatlağın çalınmasına engel
teşkil etmediğini görünce göğsüne bastı ve tellere dokundu. Sazının sesi
yüreğini ferahlatmıştı. Ancak, diğer masalarda oturanları rahatsız etmenin
tedirginliği ile etrafa göz gezdirdi ve öğretmeniyle göz göze geldi. Ozanın
tedirginliğini anlayan Cemal öğretmen,
“Galata
Köprüsü bu tür muhabbetlere alışıktır. Buralar adeta bu tür muhabbetler için
yapılmıştır. Müzik de bu mekânların bir parçasıdır. Kimse rahatsız olmaz,
tedirgin olma,” dedi. “Üstelik buraya takılanların çoğu biri birini tanır. Şu
gördüğün masalardaki simaların hepsi tanıdıktır. Memnun bile olurlar. Hatta
iştirak edenler bile olur. Görürsün, bak! Haydi, durma dokun tellerine…” diye
tekrar üsteledi.
Ozan,
Cemal Öğretmen’in bu sözleri üzerine, çevrenin rahatsız olma tedirginliğini
üzerinden attı. Üstelik,çatladıktan sonra sazının ses özelliklerinin bozulup
bozulmadığını merak ediyordu. Ama, çevresini rahatsız etmekten çekindiği için
sazını kucağına alıp da kontrol edememişti. Böylece, sazı ile ilgili endişesini
de gidermiş olacaktı.
Özlemle
dokundu tellerine… Gözlerini kapadı ve yıllarca hasret çeken aşığın sevgilisine
kavuştuğu gibi, parmakları perdelerde dolaşmaya başladı. Sazından yükselen
ezginin ritmi ile başını salladıkça, günün modası uzun siyah saçları at yelesi
gibi sallanıyordu. Parmakları perdelerde epey dolaştıktan sonra, insanın
yüreğini ezen deyişini, yanık sesiyle ve Terekeme havasıyla söylemeye başladı.
Cezo Gardaş
Köyün
Benliahmet Kars’a bağlısan
Aklıma
tüşüfsen ay CezoGardaş
Dilenip
dururdun elinde torban
Yaktın
yine beni vay CezoGardaş
Ayağında
çarık elinde ağaç
Sakalın
uzanıp kesilmiyip saç
Üstün
başın yırtık demek karnın aç
Görmedin
bir bardak çay CezoGardaş
Başına
yığılır çolu çocuğu
Ekmek
gösterirdi kimi boncuğu
Oynatırlar
seni gülerdi çoğu
Sebebi
bir lokma pay CezoGardaş
Hem
yazın hem kışın dolanıp durdun
Her
bayram olanda boynunu burdun
Kapı
kapı gezip kendini yordun
Karşılık
kaç para say CezoGardaş
Acı
gerçeklerden sen bir tekisin
İnanmayan
varsa köyüne gelsin
Vicdansızlar
garip halin ne bilsin
Bunca
hak olursa zayCezoGardaş
Görmedim
yıllardır sinemde kalsın
Senin
bu hakkını felek mi alsın
Dündar’ım
koy sazın ağlayıp çalsın
Garip
bir insandı Bay CezoGardaş
Köy
ozanı deyişi okumaya başladığı andan itibaren CezoGardaş, Cemal Öğretmenin
gözlerinin önünde canlanmaya başladı.
Ayağında
çarığı elinde ağacıyla, uzanmış sakalı kesilmemiş saçıyla gözlerinin önüne
geldi CezoGardaş. Zihninde tasvir etmeye başladı CezoGardaşı… Orta boylu,
toparlak cüsseliydi. Omuzları geniş, pazıları güçlüydü. Elleri kocaman,
parmakları uzundu. Şakak kemikleri çıkık, yüzü dolgun, iri burunluydu. Karakaş,
kahverengi gözlüydü. Uzamış ve hafif kırlaşmış saçı, yıllarca kesilmemiş derviş
sakalı ile sempatik bir hali vardı. Yaz aylarında başına, sağa doğru hafif yan
eğdiği bir kasket takar, kış aylarında ise derviş papağı örterdi. İlkokul
üçüncü sınıfta iken aile dramı nedeniyle geçirdiği bir travma sonucunda sağ
tarafına inen felçten ötürü ve tedavisi yapılamadığından, yüzü¬nün sağ tarafı
hafif eğilmiş gibiydi. Yüzüyle birlikte dudağının sağ tarafı sarkık duruyordu.
Dudağının bu bölümüne biriken tükürüğünü toplamakta zorlanıyordu. Ama bu
haliyle çirkin değil, sempatikti. Yine felçten ötürü sağ ayağını hafif
sürükleye¬rek yürüyordu. Yaz aylarında ayakları sürekli yalındı. Ayağının
altında bir parmak kalınlığında nasır vardı. İki ayağının altını boydan boya
kaplayan bu kalın deri, kış aylarında giydiği çarığın derisinden daha kalındı.
Bir eliyle taşıdığı büyükçe, Amerikan bezinden yapılmış beyaz bir dilenci
torbası vardı. Diğer elinde it korumak için bir değneği vardı. Yürürken
torbasını sırtına alıyordu. Durduğu zaman torbasını sırtından indirip iki
eliyle tutarak göğsüne çekiyor ve it koruma değneğini sağ koltuğu¬nun altına
alıyordu. Geçirdiği hastalıktan dolayı akıl sağlığı iyi değildi. Ama öyle deli
filan da değildi. Saf ve gariban bir hali vardı. İşte bütün bu kişilik
özellikleriyle CezoGardaş, Cemal Öğretmenin zihninde canlandı.
Ozanın
türkü sözleri Cemal Öğretmenin kulağına değdikçe; CezoGardaş’ın son hali, net
çekilmiş bir film şeridi gibi gözlerinin önünden gelip geçmişti. Velhasıl
ozanın söylediği bu deyiş, Cemal Öğretmeni çok etkilemişti. O kadar ki,
gözlerini kapatıp çalıp söyleyen ozan, son mızrabını vurup, son dizeyi
bitirdikten sonra gözlerini açtığında, gördüğü manzara karşısında şaşkına
dönmüştü. Koca cüsseli Cemal Öğretmeninin ağlamaktan gözleri kan çanağına
dönmüştü ve hala ağlıyordu. Sebebini anlamak mümkün değildi ama, yüreğinde unutulmaz
acılar olduğu belliydi.
Neydi
o acılar? Sadece CezoGardaş’ın gariban yaşantısı mı? Yoksa daha fazlası mı?
CezoGardaş’ın onun yaşamında nasıl bir yeri vardı? Bir çınar misali yılların
emektar öğretmeninin gözyaşlarına boğulmasının gerçek sebebi neydi acaba? Bu
sorular kafasına takıldı ozanın. Takıldı takılmasına da, sormaya tereddüt etti
bir an. Zaten sormasına da gerek kalmadı.
Cemal
Öğretmen anlatmaya, içini dökmeye başladı. Galata Köprüsü’nün altındaki iki
kişilik masada akşamüstü başlayıp gün ağarıncaya kadar anlattığına bakılırsa,
kendi yaşamındaki sıkıntı dolu olaylar ve CezoGardaş’ın dramatik yaşam öyküsü,
gerçekten de insanın yüreğini parçalayacak ve gözlerini yaşar¬tacak kadar
vardı. Akıp giden bu hüzünlü anlatım ve yaşanmış iki gerçek hayat öyküsü geceyi
bitirmişti de ne ozan, ne de öğretmen farkına varmıştı.
Balıkçı
lokantasında masalar boşalmış, birkaç masa kalmıştı. Tan ağarmak üzereydi.
Şehrin ışıkları birer birer sönüyordu.
“Haydi
toparlanalım artık,” dedi Cemal öğretmen.
Ozan,
“peki” anlamına gelecek şekilde sazını kılıfına soktu ve kılıfın bağcıklarını
bağladı. “Ben hazırım” diyecekti ki; İki masa öteden yanık ve gür bir ses
seherin alacakaranlığını yırtarcasına yükselmeye başladı:
Şu
Fırat’ın suyu akar serindir
Yârimi
götürdü kanlı zalimdir
Daha
gün görmemiş taze gelindir
Söyletmeyin
beni yaram derindir.
Kömürhan
köprüsü Harput’a bakar
Körolası
Fırat ocaklar yıkar
Ahbaplar
oturmuş ağıtlar yakar
Söyletmeyin
beni yaram derindir
Fırat
türküsünün insanın yüreğini dağladığı bir İstanbul seherinde, Cemal Öğretmen’le
CezoGardaş’ın yaşam öyküsü, ozanın beynine taş plağa kaydedilmiş ses kaydı gibi
derin ve silinmeyecek şekilde kazınmıştı. Cemal öğretmen akşamdan sabaha kadar
hiç durmadan anlatmıştı kendi hayatını ve CezoGardaş’ı.
Ozan
o gece hem öğretmeninin yaşam öyküsünden, hem de CezoGardaş’a ait olup da, o
güne kadar hiç duymadıkla¬rından çok etkilenmişti. Yoğun duygularla masadan
kalktı ve kalacağı otelin yolunu tuttu. Yol boyunca Cemal öğretmen İstanbul’un
şafak güzelliğine dikkat çekmeye çalışırken, o hiç oralı değildi. Zihninde hep
masada anlatılanlar vardı.
Karaköy’deki
halk tipi otele geldiğinde güneş doğmak üzereydi. Uyku gözlerinden akıyordu.
Odasına çıktı, elbi¬selerini çıkardı. Elini, yüzünü, ayaklarını yıkadı,
dişlerini fırçaladı. Çantasından çıkardığı pijamalarını giydi. Yatağına uzandı
ve üstüne yazlık çarşafı çekip gözlerini yumdu. He¬men uyuyacağını sanıyordu
fakat uyku tutmadı. Dinledikleri gözünün önünden gitmiyordu. Dağı dağın üstüne
taşıdı, yolu yolun ucuna ekledi! Zihninde belirmedik ne Elazığ kaldı, ne de
Kars… Kulağında çınlamayan ne Fırat türküsü kaldı, ne de Galata Köprüsü şiiri…
Gözünün önüne gelmeyen ne Sarıkamış kaldı, ne de Keban…
Cemal
Öğretmenin anlattıkları beyninde sırayla resmi¬geçit yapar gibiydi. Aklından
süzülen hayal sürüsünü engel¬lemeye çalıştı ama beceremedi. İstanbul’un yaz
sıcağında, zihninden akıp giden görüntüler ve cümleler dur durak bilmiyordu.
“Şu
zihnimden geçenleri kâğıda dökebilsem roman olur,” diye aklından geçirdi. Sonra
da kendi kendine söylendi.
“Zaten
roman dediğin de böyle bir şey değil mi?”
Oflayarak,
pamuk döşeğin pot pot olmuş sert tüyçelerinin üstünde sırtüstü uzandı. Yastığın
orta çukuruna başını koydu. Yazlık pikeyi başına kadar çekip gözlerini kapadı.
Uzun metrajlı filme benzeyen düşüncelerinin akışını engellememeye karar verdi.
Cemal Öğretmeninden dinlediklerini başından itibaren noktasına virgülüne kadar
düşünmeye ve hayalinden geçirmeye başladı…
ANILAR
Cemo,
öğretmenlik kapısını araladığı yıllarda ne yasaların altında Mustafa öğretmenin
imzasının olduğundan haberdar¬dı, ne de ülkenin eğitimini şekillendiren
süreçleri biliyordu. Bu süreçleri yıllar sonra, Mustafa öğretmenin bir dergide
çıkan anılarından öğrenecekti.
Cemo,
Cemal öğretmen olduğu yıllardan itibaren özenle sakladığı ve öğrencilerine
okutmak için yanında götürürken, ozanla çarpışma sonucu Galata Köprüsü’nün
üstüne saçılan, 1950’li yıllara ait dergilerin eğitim ve kültür sayfalarındaki
makalelerde Mustafa öğretmen şöyle yazıyordu:
“Atatürk
döneminde öğretmen yetiştirmek için, medreselerden farklı olarak kurulan Batı
tipi okullara öğretmen yetiş¬tirmek üzere çağdaş projeler uygulanmaktaydı.
Cumhuriyet’in
kurulmasından önce, Osmanlı Devleti’nin son yıllardaki eğitim sisteminde
Darülmuallim adı verilen öğretmen okulları vardı. Ama savaş yıllarında bu
okullardaki öğretim kalitesi oldukça düşmüş, hatta bazıları da kapanmıştı. Ama,
milli mücadele önemli ölçüde öğretmenlerin halkı davaya inandırmalarına ve
Ankara hükümetinin yanında görev almalarına dayandığı için, savaş yılları
içinde bile Mustafa Kemal, öğretmenlere ve öğretmen yetiştiren kurumlara büyük
önem vermişti.
Anadolu’daki
sert savaş şartlarına rağmen, 1921 yılında Malatya, Burdur, Diyarbakır, Çorum
illerine yeni Öğretmen Okulları açılırken, 1922’lerde öğretmen yetiştirmek için
yeni düzenlemeler yapılması ve ‘Mıntıka Öğretmen Okulları’ ku¬rulması
planlanıyordu. 1923 yılında bazı Öğretmen Okulları yeniden açılmış, öğretim
kadroları yeniden gözden geçirilmiş, maaşları düzenlenmişti.
Türkiye’de
köye uygun öğretmen yetiştirme fikri Meşrutiyet yıllarına kadar uzanmaktadır.
İkinci Meşrutiyet yıllarında ilk öğretmen okullarının yoğun çabaları sonucu
Üsküp’te, Edirne’de Manastır’da ve İstanbul’da çıkan eğitim dergilerinde, köye
uygun öğretmen yetiştirme fikri, aydınlar tarafından makaleler şeklinde
işlenmiştir.
Cumhuriyet
döneminde de bu fikir devamlı canlı tutulmuş, Üniversitelerin Deneysel
Psikoloji Öğretim Üyesi Ali Haydar (Taner) 1924 sonlarında verdiği bir
konferansta, köylere öğretmen yetiştirmek üzere daha basit öğretmen okulları
kurulmasını öneriyordu. Ali Haydar’a göre Türkiye’de köy ve şehir hayatları
birbirinden çok farklı idi. Şehirde yetişmiş kişilerin köylerde öğretmenlik
yapmaları çok zordu. İlkokul çıkışlı köy çocuklarının alınacağı üç yıllık ‘Köy
Öğretmen Okulları’nda, çocuklar köy hayatına yakın bir biçimde ya¬şamalıydı.
Ali Haydar Bey’in program taslağını hazırladığı bu okullar, 1925’te Konya’da
toplanan Maarif Müfettişleri Kongresi’nin gündeminde de yer aldı. Bakanlıkta
bir ‘Köy Mektebi’ dairesinin kurulmasını isteyenler köylüyü köyden ayırmayacak,
üretimden koparmadan çağdaşlaştıracak bir okul istiyorlardı. Bu arada Maarif
Vekâleti’nin daveti üzerine Türkiye’ye gelip oldukça önemli bir rapor veren
John Dewey, köy okullarına öğretmen yetiştirecek tipte öğretmen okulları
kurulmasını öneriyordu.
1926
yılında çıkan Maarif Teşkilatı Kanunu’nda, ilköğretim okullarının yanı sıra bir
de ‘Köy Öğretmen Okulları’ kabul
edilmişti.
1927-1928 öğretim yılında da Kayseri Zencidere’de bir ‘Köy Öğretmen Okulu’
kuruluyor, Denizli Erkek Öğret¬men Okulu da bu amaç için düzenleniyordu. Diğer
öğretmen okulları beş yıl iken, bu okullar üç yıllıktı. Buradan mezun olanlara
köydeki okulun yanında bir ev, üretimi kendine ait olmak üzere bir bahçelik
veya hayvan yetiştireceği bir ahırlık verilecekti. Öğrenciyi köy hayatına
hazırlamak için, üretime yönelik bu tür yan kuruluşları da vardı. Bu okullar
için köy öğretmeni yetiştirmeye yönelik bir program hazırlanmıştı.
Milli
Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey hem öğretmenlere çok değer vermiş, hem de
öğretmen okullarının yeniden düzenlenmesi ve yeni öğretmen okulları açılması
yönünde büyük çalışmalar yapmıştır.
1930’ların
ortalarına gelindiğinde, ülkedeki yaklaşık 40.000 köyün 35.000’inde okul yoktu.
Nüfusunun %80’den fazlası köylerde yaşayan bir ülke için bu durum oldukça
dramatik bir tablo idi. Bu tablo, Cumhuriyet hükümetlerini, ağırlıklı olarak
‘Köy Eğitmen Kursları’ gibi kısa vadeli, fakat köylüye yönelik öğretmen
yetiştirme fikrine yöneltti.
Gerek
1932 yılında Halkevleri’nin kurulması ve güçlü bir şekilde köycülük
çalışmalarının başlaması, gerekse yıllarca Türk Ocakları’nda ‘Köycü Doktor’
olarak çalışan Reşit Galip’in Maarif Vekili olması, Türkiye’de tekrar köye
yönelik başka bir hareketi doğurdu. O zamana kadar köylerde açılan okullara da,
şehir¬lerdeki öğretmen okullarından yetişen gençler gönderiliyordu. Hatta
bunlar 20. yüzyılın başlarından beri Türk gençliğinde görülen yüksek idealist
fikirlerle köye seve seve gidiyorlardı. Ama köyde hayal kırıklığına uğruyorlar ve
maddi manevi bir yalnızlık içinde karamsarlığa düşüyorlar, köy hayatını
yadırga¬yıp, insanın doğası gereği, çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği şehir
hayatına özlem duyuyorlardı. Böyle bir durumda öğret¬menler, köyden bir an önce
kurtulmak için çeşitli yollar arıyorlar, çevresine uyum sağlamayı ve faydalı
olmayı düşünemiyorlardı. Köylüler de aynı şekilde, kendileri gibi yaşamayan,
giyinmeyen, yemeyen, içmeyen, öğretmeni benimsemiyorlardı. Öğretmenler en küçük
bir tatilde şehirlere kaçıyorlardı. Bunda öğretmen okullarının eğitim şeklinin
de rolü vardı. Orada gençler köy gerçeğinden tamamen uzak, teorik olarak
yetiştiriliyorlardı. Bu durum, Türk eğitiminde uzun zamandan beri gözlemlendiği
için, 1908 yılında ilan edilen ikinci meşrutiyet döneminden beri köy gerçeğine
uygun öğretmen yetiştirmek için ayrı öğretmen okulları kurulması öneriliyordu.
Reşit
Galip, Maarif Vekili olduktan sonra, Bakanlıkta bir ‘Köy İşleri Komisyonu’
kurarak, ‘Devletin Köydeki Adamı’, köyün en aydını olan öğretmenin hangi
özelliklere ve görevlere sahip olması gerektiğini araştırdı. Komisyon, köy
öğretmenlerinde şu özelliklerin bulunmasını istiyordu. ‘Köylüyü devrimci, laik
ve cumhuriyetçi inançlarla yetiştirmek ve bunları köylüye benimsetmek, köylünün
sosyal hayatında etkili olabilmek, Türkiye Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nun
hükümlerini köyde anlatmak ve hakim kılmak, modern görgü kurallarını köylüye
öğretmek, köyün ekonomik hayatını etkileyebilmek, ileri tarım yöntemlerini,
pazar ilişkilerini onlara anlatmak, köyün aydını olmak, öğretmenliğin bütün
özelliklerine sahip olup, bunları göstermek.’
Bir
köy öğretmeninin bunları başarabilmesi için, kendine yol gösterecek rehberlere
ve bunları başarabilecek yetenekleri kazandırabilen bir eğitime gereksinim
vardı. Yoksa köyde ken¬disinden beklenen düşünüş ve devrimleri
gerçekleştiremezdi.
1929’dan
sonra başlayan kültür devrimleri döneminde Anadolu insanının dil yönünden,
tarih yönünden, ideoloji yönünden Atatürk’ün gösterdiği ilkelere, yeni devletin
ana prensiplerine göre eğitilmesi, bütün devrimlerin köylerde de uygulanması
isteniyordu. Ancak köycülük çalışmaları da Anadolu köylerinin yer¬leşme
özelliklerini ve çeşitli büyüklüklerde 40.000’den fazla
köysel
yerleşme biriminin varlığını ortaya çıkarıyordu. Bu kadar dağınık birimlere
devlet hizmetinin götürülmesi çok zor olacaktı. Türk köylerinin bu durumu,
Tarım ve Sağlık Bakanlıkları’nda sık sık söz konusu ediliyordu. Türkiye bu
kadar çok köye devlet hizmeti götürmek için yeni bir yol bulmalıydı.
Köycülük
çalışmalarının yanı sıra, bu sorunla ilgilenen Türk düşünürleri ve bilge
insanları da yeni yollar aramaya devam ediyorlardı. O yıllarda Hıfzırrahman
Raşit, köy yüksek okullarının açılması ve üniversite öğrencilerinin köylere
gön¬derilmesi gibi fikirleri; Nusret Köymen, Meksika Köy Rehberleri Okulu
Projesini; Kazım Nami, Lehistan ve Cezayir’deki köy öğretmeni yetiştirme
projelerini örnek olarak gösteriyorlardı.
Vedat
Nedim (Tör) de kooperatifçilikten yararlanılmasını istiyordu. Bedii Ziya
(Egemen), köy eğitmeninin Türkiye için önemini vurguluyor, Yunus Nadi, köy
ilköğretiminin ilkelerini ve köy öğretmeninin özelliklerini araştırıyordu.
Halil Fikret (Kanad) da ne yayın organlarının, ne memurların ne de mev¬cut
öğretmen okulu çıkışlı öğretmenlerin devrimleri köylere yerleştirebileceğini,
köye yeni tip öğretmenler yetiştirilmesi gerektiğini bildirerek, şu modeli
öneriyordu: ‘Şehirlerden uzak¬taki geri kalmış köylerde, hatta bataklık
kenarlarında yeni tip okullar kurulmalıdır. Geniş topraklar üzerinde her türlü
tarım çalışması, kooperatifçilik ve kültür dersleri verilerek köylü çocukları
buralarda altı yıl okutulmalı ve buradan çıkanlar köye gönderilmelidir. Köyde
ancak bunlar başarılı olurlar.’
1934
yılında Cumhurbaşkanlığı Muhafız Kıtası’nda İsmail Hakkı Tekçe Paşa’nın,
erlere okuma yazma öğretmedeki gayretleri ve buradan terhis olanların köylerde
okuma yazma öğretmeye başlamaları ve bir zamanlar Prusya ordusunda da, eğitilen
askerlerden terhis olduktan sonra öğretmen olarak yararlanma uygulamasının
başarılı olduğu düşüncesi üzerine Atatürk, Saffet Bey’e, ordunun zeki ve
çalışkanlarının kısa süreli kurslardan geçirildikten sonra köylere ‘eğitmen’
olarak atanmalarını teklif etti.
Atatürk’ün
bu önerisinin uygulamasına 1936 yılında başlandı. Ankara Mürtet Ovası
köylerinden, askerliklerini yapan 80 genç, o sıralarda yedek subay olarak
askerliğini yapan Emin Soysal’ın idaresinde Eskişehir Çifteler Harası’nda sekiz
aylık bir ‘Eğitmenler Kursu’na alındı. Bu kursun yarısında çalışmaları basına
ve kamuoyuna tanıtmak için bir deneme dersi gösterisi düzenlendi. Buradaki
proje ve uygulaması çok beğenildi. Hem de ekonomik bulundu. Yazar Falih Rıfkı
Atay, bu deneme dersinden sonra şunları yazıyordu.
‘Garplı Türk köylüsü köyünde, köyünün içinde,
eğitimcileri tarafından yetiştirilecektir. Cumhuriyetin bu rehberi eski köy
imamının yerini tutacak, demokrasinin ve hükümetin halkası olacaktır. Halkın
kalkınmasına hizmet edecek, her şey onlar vasıtası ile kolaylıkla Türkiye
ölçüsünde tatbik edilecektir.’
1935
yılında Saffet Arıkan, Kültür Bakanı olunca İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne
vekâleten İsmail Hakkı Tonguç’u getirdi. Bakan, mecliste bütçe dolayısıyla
eğitimin genel durumunu izah ederken, köy çocuklarının ancak % 25’inin
okullaşabil¬diğini, eğer böyle gidilirse, her köye bir öğretmen yetiştirmek
için yüz yıl beklemek gerektiğini açıklıyordu.
1937
yılında Bakanlığın ilköğretim dairesinde bakana su¬nulmak üzere hazırladığı bir
raporda, yeni tip köy öğretmeni yetiştirmek için, yeni tip köy öğretmen
okulları kurulmasını öneriyordu. O zamanlar her köyden bir genç erkeğin eğitim
için, bir genç kızın da sağlık hizmetleri için seçilip yetiştirilme¬si
düşünülüyordu. Altı aylık kurslar sonunda başarılı olanların diplomaları Ankara
Gazi İstasyon İlkokulu’nda bakanların katıldığı bir törende, bir örnek ders
denemesinden sonra, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından verildi. Bakan Şükrü
Kaya, ‘Kolomb’un yumurtasını bulup yerine oturtmuş olduk’ diyordu. Falih Rıfkı
ve diğerleri, bu törenin ertesi gününde
yazdıkları
yazılarda, hareketin ilk başarılarını coşkuyla ilan ediyorlardı. Eğitmen
adaylarına; okuma, yazma, faiz de dahil basit hesaplar, Türk tarihi, coğrafya
ve diğer branşlarda temel bilgilerin yanı sıra, köy hayatında köylüye lazım
olan temel bilgiler de öğretiliyordu. Bunun yanı sıra, Kültür Bakanlığı,
eğitmenlerini istihdam edeceği köy okullarında eğitimin niteliğini artırabilmek
için, her eğitmenli okul için, bir gezici başöğretmen atamayı kararlaştırmıştı.
Bunların görevleri her gün eğitmenli bir köye giderek, eğitmenlerin yetersiz
kalabi¬leceği konuları öğretmekti.
Altı
aylık eğitmen kursları, köyleri yüzyılların karanlığın¬dan kurtarmak için bir
ümit, eğitmenler de ‘köye ışık taşıyacak köylüler’ olarak görülüyordu. Bu
kurslarda 1936–1946 yılları arasında binlerce eğitmen yetiştirilecek ve bunlar
dağ yamaç¬larında, derin vadilerde ve yüksek ovalarda bulunan az nüfuslu
köylere on yıllar boyunca eğitim meşalesi götüreceklerdi.
Köyler
için yetiştirilen bu eğitmenler, bizzat bakan ve müfettişler tarafından sürekli
denetleniyorlar ve kursta ta¬mamlayamadıkları eksiklerini kendi kendilerine
çalışarak telafi ediyorlardı. Bakanlık bu eğitmenleri biraz da iş başında
eğitmek için, gezici başöğretmenleri devreye sokuyor ve seminerlerden
yararlanıyordu.
Daha
sonraları ise, bu kursların ders kitapları ve ders prog¬ramları meydana gelmiş;
Emin Soysal, Hıfzırrahman Raşit, Mehmet Tuğrul gibi yazarlar tarafından
kitaplar hazırlanıp dağıtılmış ve eğitmenli köylerde, okul, işlik ve köy
konağında sürdürülen projeler hazırlanıp uygulanmıştı. Daha sonra, bu projeleri
kapsayan bir ‘Köy Eğitmenlik Kanunu’ çıkartılmıştı.
Bu
yasaya göre eğitmenler; nüfusları öğretmen gönderilmeye elverişli olmayan
köylerin eğitiminin ve öğretiminin yanı sıra, tarım işlerinde de köylülere
rehberlik etmeleri için yetiştiriliyor¬du. Eğitmenleri yetiştiren kurslar;
‘Maarif ve Ziraat vekâletleri’ tarafından, tarım işleri yaptırmaya elverişli
okul ve çiftliklerde açılıyor, bu kursların bütün harcamaları da bu iki
bakanlık bütçesinden karşılanıyordu. Bu kursların öğretmenleri ilkokul öğretmenleri
ile ilköğretim müfettişleri arasından seçiliyordu.
Eğitmenlere
verilen kurslarda okuma, yazma, aritmetik, geometri, yurt bilgisi, hayat
bilgisi gibi kültür derslerinin yanı sıra tarla ve bahçe tarımı, bahçıvanlık,
bağcılık, hayvancılık, arıcılık gibi tarım dersleri de veriliyordu. Altı aylık
köy eğitmeni yetiştirme kursları, 1946 yılına kadar çeşitli yerlerde devam
etmiş 8.675 eğitmen yetiştirmiştir.
Eğitmen
gönderilemeyecek derecede büyük nüfuslu, yani nüfusu 400’ün üstünde olan köyler
için öğretmen yetiştirmek üzere; yine Saffet Arıkan’ın fikri ve önerisiyle,
İzmir/Kızılçullu ve Eskişehir/Mahmudiye hara binasında iki adet ‘Köy Öğretmen
Okulu’ açıldı.
Maarif
Bakanı, buradan çıkanların yalnız öğretmen yetişmeyeceğini, başarılı
olanların, devlet liselerinde üniversiteye hazırlanacağını, hatta yurt dışı
üniversitelerine bile gidebile-ceklerini söylüyordu.
Köy
Öğretmen Okulları’nın ilk adı ‘Köy Eğitim Yurdu’ idi. Üç yıllık köy
ilkokullarından çıkanlar alınıyor, buralarda iki yıl daha eğitim verilerek, beş
yıllık ilkokul öğrenimi tamam¬landıktan sonra, üç yıllık bir orta öğretime tabi
tutuluyordu. Bu öğretimde genel derslerin yanında bazı zanaatlar ve tarım
işleri, uygulama şeklinde öğretiliyordu. Bu okulların ‘Eğitmen Yetiştirme’
bölümleri de vardı. İlerleyen yıllarda bu bölümlere kızlar ve kadınlar da
alınmaya başlandı.” diye biten Mustafa öğretmene ait makalenin son cümlelerinde
şöyle diyordu:
“Köy Öğretmen Okulları daha sonra ‘Köy
Enstitüleri’ adı altında geliştirildi. Çünkü Eğitmen Kursları’nın başarılı
olma¬sı üzerine, bu kursların bulunduğu yerlerde ‘Köy Öğretmen Okulları’
açıldı. Daha sonraları, Köy Öğretmen Okulları, ‘Köy Enstitüleri’ne
dönüştürüldü.”
Mustafa
öğretmen derginin başka bir sayısında, Köy Ensti¬tüleri ile ilgili şu bilgileri
vermişti:
“Türkiye’nin dört ayrı ilinde program olarak
fiilen uygulanmakta olan Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940’ta çıkan yasa ile
resmen yasalaşmıştır. Bu tarihte uygulamaya giren Köy Enstitüleri, yurdun 21
ilinde vücut bulmuş ve resmiyet kazanmıştır. Bu eğitim projesi tamamen
Türkiye’nin koşullarına uygun ve Türkiye’ye özgü bir projedir.
Köy
Enstitüleri yurdun neredeyse tamamının öğretmensiz olduğu gerçeği göz önüne
alınarak, Atatürk’ün görüşleri ve uy¬gulamaları doğrultusunda, Milli Eğitim
Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından ve İsmail Hakkı Tonguç’un çabalarıyla
köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra
köylere gidip öğretmen olarak çalışmaları düşüncesiyle kuruldular.
1940
yılının ilk günlerinden başlanarak, tarım işlerine elverişli geniş arazisi
bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında Köy Enstitüleri açıldı.
Seçilen şehirlerin biraz uzağında, tren yollarına yakın, tarıma elverişli 21
şehirde, köy okullarına öğretmen yetiştirmek üzere açılan Köy Enstitüleri, büyük
bir inançla eğitim öğretime başladı.
Köy
Enstitüsü çıkışlı öğretmenler, köylülere hem örgün eğitim verecek, okuma yazma
ve temel bilgileri kazandıracak, hem de tarımın modern ve bilimsel tekniklerini
öğretecekti. Bu öğretmenler, gittikleri yerlerde bilinmeyen tarım türlerini de
köylülere öğretecekti. Kitaba deftere dayalı öğretim yerine iş için, iş içinde
eğitim ilkesi uygulandı. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları,
arı kovanları, besi hayvanları, atölyeleri vardı. Derslerin yarısı kitaba
dayalı teorik eğitim, diğer yarısı ise uygulamalıydı.
Köy
Enstitülerinde, sabahın erken saatinde uyanan öğren¬ciler kızlı erkekli halk
oyunları oynayarak sabah sporlarını da yapmış oluyorlardı. Daha sonra,
kendilerinden önce kalkıp fırında ekmek pişiren nöbetçi arkadaşlarının
hazırladıkları kahvaltıya oturuyorlardı. Kahvaltıdan hemen sonra zorunlu okuma
saati vardı.
Köy
Enstitüsü öğrencileri, her sene en az 25 tane dünya klasiği okumakla
yükümlüydü. Bu sayede zeki köy çocuklarından engin entelektüel birikimleri
olan aydınlar oluşuyordu. Bu aydın köy öğretmenleri aynı zamanda en az bir tane
müzik aleti çalmak zorundaydı.
Köy
Enstitülerinin varlığını sürdürdüğü zaman diliminde 15.000 dönüm elverişsiz
tarla ve arazi tarıma elverişli hale getiril¬miş ve üretim yapılmıştır. O
yıllarda 750.000 yeni fidan dikilmiş, 1.200 dönüm bağ oluşturulmuştur. Yine 21
Köy Enstitüsünün öğrencileri tarafından 60 tane işlik, 210 tane öğretmenevi, 20
uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık,12 elektrik santralı,16
su deposu, 3 balıkhane, 100 kilometre yol yapılmıştır. Ayrıca yüzlerce
kilometrelik su kanalları yapılarak, Köy Enstitüsü öğrencilerinin eğitim
gördükleri çiftliklere su¬lama suyu getirilmiştir.
Köy
Enstitülerinin kapatıldığı 1954 yılına kadar 1308 kız ve 15.943 erkek olmak
üzere toplam 17.341 köy öğretmeni yetiştirilmiştir. Bu öğrencilerin
yetiştikleri 21 Köy Enstitüsünü, kuruluş yıllarına göre 3 grupta toplamak
mümkündür.
Köy
Enstitüleri yasasının çıktığı 17 Nisan 1940 öncesi fiilen var olanlar: Çifteler/Eskişehir,
Gölköy/Kastamonu, Kepirtepe/Kırklareli, Kızılçullu/İzmir, 1940 yılında açılan
Köy Enstitüleri; Akçadağ/Malatya, Akpınar/Samsun, Aksu/Antalya, Arifiye/Sakarya, Beşikdüzü/Trabzon, Cılavuz/Kars, Düziçi/Adana, Gönen/Isparta,
Pazarören/Kayseri, Savaştepe/Balıkesir, 1940 yılından sonra açılan Köy
Enstitüleri ise; Dicle/Diyarbakır, Erciş/Van, Hasanoğlan/Ankara, İvriz/Konya,
Ortaklar/Aydın, Pamukpınar/Sivas, Pulur/Erzurum.”
Mustafa
Öğretmen son dergide Köy Enstitülerinde okutulan derslerin konularını ve
amaçlarını da anlatmıştı. Oldukça etkileyici olan bu bölümde şöyle diyordu:
“Köy Enstitüleri, tarıma elverişli arazisi
olan köylerin ya¬kınlarında kuruldu. Amaçlarından biri de köylülere alternatif
tarım tekniklerini öğretmekti. Arıcılık bilmeyen köylerde arıcılık, bağcılık
olmayan köylerde bağcılık, malcılık olmayan köylerde malcılık, marangozluk
olmayan köylerde marangozluk konularında uygulamalı öğretim yapmaktı. Köy
Enstitülerinin hepsinin kendisine ait tarım arazileri, atölyeleri vardı. Bu saye¬de
öğretmenler, görev için gittikleri köyde, köylülerle işbirliği yaparak
okullarını kendileri yapıyor, eski köy binalarını onarıp okula dönüştürüyor,
devletin okul yapmasına gerek kalmıyordu. Ankara-Hasanoğlan Köy Enstitüsü 1941
yılında kurulurken; tiyatro salonu da dâhil tüm üniteleri ile, diğer Köy
Enstitüsü öğrencileri tarafından inşa edilmiştir.
Köy
Enstitülerinden mezun olan öğretmenlere, yetiştirildikleribranş ve gittikleri
köye göre 150 parçaya varan alet ve edevat veriliyordu. Bu alet ve edevat
okulun demirbaşı, üretilen mahsul ise öğretmene ait oluyordu. Bu alet ve edevat
ile hem yeni okul inşa ediliyor, okul binası varsa eksikleri onarılıyor, hem de
köylülere modern tarım teknikleri tanıtılıyordu.
Öğretmenler,
köylülere bu uygulamaları yaptırırken, bir taraftan da okuma yazma öğretiyor ve
hatta müzik aleti çalmayı dahi öğretiyorlardı. Halkla bu denli yakın ve iç içe
olmayı hem yasalar emrediyordu, hem de öğretmenlerin yetişme tarzı bunu
gerektiriyordu. Okul saatlerinde öğrenciler ile ilgileniyor, okul saatlerinin
dışında ise köylünün okuma yazma öğrenmesi ve üretimini daha bilinçli yapması
için uğraş veriyorlardı.
Bu
bakımlardan Köy Enstitüleri uygulamalı öğrenim konusunda dünyada benzeri
görülmemiş bir eğitim örneği oluşturmuş ve dünyanın dikkatini üzerinde
toplamıştır.”
Mustafa
öğretmenin bu cümlelerle bitirdiği makalesinde, baştan beri anlatmış olduğu
altı aylık kurslar ve Köy Enstitülerinin eğitim süreci hem genç Türkiye
Cumhuriyeti’nin aydın¬lanmasında büyük rol oynamış, hem birçok gencin hayatında
aydınlık ufuklar açmış, hem de Cemo’yu potasında yoğurarak, “Köy Enstitüsü”
özelliklerine sahip Cemal öğretmen yapmıştı.
MEKTUP
Ertesi
gün yola koyuldu bütün köylü. Ellerinde kazma kürek… CezoGardaş’ın gömdüğü
hazineyi bulmak için! Civar köylerden de meraklı ve hazine olduğuna inanan bazı
kişiler, pay almak için toplanıyordu. Hazine söylentisinin yalan olduğunu bilen
çoğunluk da sırf gezi olsun diye gidiyorlardı. Havanın güneşli olması,
kalabalığın artmasına neden olmuş-tu. CezoGardaş’ı donduran havadan eser yoktu.
Güneşli kış gününde, gacur gucur adımlarla Cilligöl’e ulaşıldı. Vardılar
CezoGardaş’ın kulübesine. Torbası, kulübenin yanında, düştüğü yerde duruyordu.
Değneği hemen torbasının dibindeydi. Önce torbanın içine baktılar. Ekmek, peynir
ve bir kaç kuruş bozuk paradan başka hiçbir şey yoktu. Sonra sıra kulübeye
geldi. Çerçöpten ve çaput parçalarından oluşan kulübeyi söküp kaldırdılar.
Kazmaya başladılar kulübenin oturduğu alanı. Kazmanın sivri ucuyla vurdu
kazmacı. Bir, iki, üç,.., beş… derken kazmanın ucuna bir şey takıldı. “Ahha!”
dedi kazmacı adam. “Vallaha buldum!” diye bağırdı. Heyecanlandı, gözleri
irileşti. Kazmayı tekrar vurmadan etrafa şöyle bir bakındı. “Payın çoğu
benimdir,” der gibi… Tekrar başladı kazmaya… İlk darbede kazmanın ucuna takılan
cisim çıkmaya başladı. Önce bir köşesi gözüktü… Gümüş veya mücevher gibi bir
şeydi! Kaz¬macı tüh dedi avucunun içine… Dikkatlice sapladı kazmanın ucunu
toprağa. Sonra, ileri geri hareketle, taa metal kutunun altına kadar soktu
kazmanın sivri ucunu. Daha sonra sapını kaldıraç gibi büktü kazmanın. Umutla
gözlenen potansiyel hazine gözükmeye başladı. O anda, “Ben dememiş miydim?”
gibi, umutları artırıcı sesler duyuldu etraftan. Bu bir kutuydu. “Hazine bu
kutunun içinde olsa gerek,” diye düşündü kazmacı. Eğildi ve zarar vermemek için
itinalı bir şekilde eliyle kutunun etrafındaki toprağı iyice genişletti. İki
eliyle tutup çıkardı. İki kiloluk, dikdörtgen şeklinde teneke bir kutuydu.
Üstündeki toz toprağı, çal çamuru iyice temizlediler yardımlaşa. Kutunun
üzerinde “Bozkurt Tahin Helvası/ İSTANBUL” diye yazıyordu. Önce herkes şok
oldu. Sonra sesler yükselmeye başladı. “Altın¬lar bu kutunun içinde olmalı!”
Herkesin gözünün önünde 20 x 20 x 25cm ebadındaki iki kiloluk helva kutusunun
kapağı açıldı. İçi çakıl taşları doluydu. Altına, mücevhere, paraya, pula
benzeyen bir şey yoktu. Çakıl taşları boşaltıldı ve altından bir zarf çıktı. Bu
sefer, kendini hazine avcısı olarak lanse eden çokbilmişin biri bağırdı. “O
zarfın içinde kesinlikle hazinenin haritası var!” Heyecan doruğa çıktı. Zarfı
çıkarıp kalabalığın gerilerinde duran Cemal öğretmene uzattılar. Zarfın
üzerindeki yazıyı tanıdı Cemal öğretmen. CezoGardaş’ın el yazısı idi. Ama,
ilkokul ikinci sınıftan beri onun yazı yazdığını hiç görmemişti. Hiç kimse de
böyle bir şeye tanık olmamıştı. Her¬kese sürpriz oldu, Cemal öğretmene de…
Büyük bir şaşkınlık ve heyecanla mektubu açtı Cemal öğretmen.
Yüksek
sesle okumaya başladı. Mektupta şunlar yazıyordu.
“Öldüm
değil mi? Gömdünüz beni… Dönerken iyi insandı rahmetli dediniz değil mi? Tıpkı
ölen herkese dediğiniz gibi… Yani lafın gelişi… Aslında, ‘O bir dilenciydi’
diye düşündünüz.
Beni
dilenmeye sizin mecbur ettiğiniz hiç aklınıza gelmedi değil mi? Verdiğiniz bir
lokma ekmeğe de göz koydunuz. Bu kulübede servetim olduğunu sandınız. Şimdi
kulübem sizin olsun. Servet yerine işte bu mektubu bırakıyorum. Okuyun da ne
kadar yanıldığınızı anlayın. CezoGardaş, yığdığı pa¬raları bu kulübenin altında
saklıyor sandınız. CezoGardaş, dilendiği yiyeceklerden bir karın tokluğunu
yedikten sonra kalanını kokutup döküyor sandınız. Topladığım yiyecekleri
kurtla, kuşla paylaşabileceğim hiç aklınıza gelmedi değil mi? Topladığım
paraları yoksullara dağıttığımı hiç düşünmediniz değil mi? Benim de yardımsever
olabileceğime hiç ihtimal vermediniz değil mi? O bir dilencidir dediniz.
Önyargılı dav¬randınız… Şimdi dökülün yollara ve anlatın… CezoGardaş’ı anlatın…
Çok yanılmışız diye anlatın. Toplum olarak heba ettiğiniz, CezoGardaş’a ait
koskoca bir hayatı anlatın. O da yardımsevermiş diye anlatın... Hayvan severmiş
diye anlatın... Çevreye zarar vermedi diye anlatın… Çevreyi kirletmedi diye
anlatın… Kalp kırmadı, karıncayı dahi incitmedi diye anlatın… Hayatı ve
insanları çok sevdi diye anlatın… CezoGardaş’ı hor gördüğünüzü anlatın.
Önyargılı olduğunuzu anlatın. Elbet bir gün anlarsınız; önyargıyı yıkmanın
atomu parçalamaktan zor olduğunu!...”
DERNEK
Cemal
öğretmen, mektubu okuduktan sonra kalabalık dağıldı. Herkes gibi o da evinin
yolunu tuttu. Boğaziçi Ekspresi ile Kars’tan İstanbul’a hareket etti.
CezoGardaş’ın mektubundan çok etkilenmiş olmalı ki, İstanbul’a gelir gelmez bir
dernek kurmak için hazırlıklara başladı. “Düşkünleri Koruma Der¬neği…” Bu
dernek düşkünleri korumak, kollamak, kol kanat germek ve dilenmelerine gerek
kalmadan onların geçimini sağlamak amaçlıydı. Aslında sosyal devletin yapması
gereken görevi, “Düşkünleri Koruma Derneği” yapacaktı. Hani, CezoGardaş vasiyet
mektubunda yazmıştı ya; “Beni dilenmeye siz mecbur ettiniz.” Haklıydı diye
düşündü Cemal öğretmen. Kendi yönetiminde kurmuş olduğu dernek, ülke çapında
şubeler açmak suretiyle, bütün düşkünlere sıcak bir yuva ve yiyecek temin
edecekti. Onlara sosyal güvence sağlayacaktı. Bu amaç doğrultusunda çalışmaya
başladı. Çok kısa zamanda başarılı da oldu. Büyük ilgi gördü. Kısa zamanda
yüzlerce üyesi oldu. Cemal öğretmen her tarafta toplantılar yaptı. Konferanslar
verdi. Gönüllü yardımseverlerle el ele verip, düşkünlere kucak açmak için gece
gündüz çalıştı ve büyük oranda amacına ulaştı.
CezoGardaş
dernekte simge olmuştu. Derneğin kapısın¬dan içeri girildiğinde, Atatürk
fotoğrafının tam karşısındaki duvarda ona ait bir afiş asılıydı. Resimli, şiirli
bir afiş… 1974 yılında basılıp yurdun dört yanına dağıtılan o meşhur afiş…
Resminin yanındaki tipo harflerle siyah beyaz basılmış kalın harfli “CEZO
GARDAŞ” şiirinin bulunduğu çerçeveli afiş…
12
Eylül 1980 darbesi bir balyoz gibi indi ülkenin tepesi¬ne. Bütün dernekler
gibi, “Düşkünleri Koruma Derneği” de didik didik arandı.
İlk
suç unsuru olarak; “CezoGardaş” şiiri ve fotoğrafının yer aldığı afiş
tutanaklara geçti. Sırf, “CEZO” adından dolayı… Kitaplıktaki bütün kitaplar
toplatıldı. Fa¬turalar, dosyalar derken, el yazısı notlar bile incelendi.
CezoGardaş’ın mektubu da bulundu Cemal öğretmenin çekmece¬sinde. Mektubun
altında büyük harflerle “CEZO” yazıyordu. Kim olduğu bile araştırılmadan, ölü
ya da sağ olduğuna ba¬kılmadan, “CEZO” isminden dolayı derneğin kapatılmasına
ve faaliyetlerinin yasaklanmasına karar verildi. Yetkililer hakkında soruşturma
açıldı. Şiirin, radyo ve televizyonlarda okunması, çalınıp söylenmesi
yasaklandı.
CezoGardaş’ın
el yazısı ile yazdığı vasiyet mektubunda dikkat çektiği “önyargı” kâbusu, bu
defa başka bir şekilde devam ediyordu.
Cemal
öğretmenin ilkokul öğrencilerine ezberlettiği, CezoGardaş’ın dahi ilkokul
ikinci sınıftan beri hala unutmadığı, Albert Einstein’a ait önyargı ile ilgili
özdeyiş, bir kez daha kanıtlanmıştı.
“Önyargıları
yıkmak, atomu parçalamaktan daha zordur.”
CEZO
GARDAŞ ROMANI
Zalimlerin
mazlumlara zulmünü,
CezoGardaş
Romanında görürsün.
Güçlülerin
zayıflar hükmünü,
CezoGardaş
Romanında görürsün
Barış
kalkanını, savaş okunu,
CezoGardaş
Romanında görürsün
Uygarlıkla,
barbarlığın kodunu,
CezoGardaş
Romanında görürsün
İlmin
cehalete hükmedişini,
CezoGardaş
Romanında görürsün.
İyiyle
kötünün çelişkisini,
CezoGardaş
Romanında görürsün
Uygarlıkla
medeniyet farkını,
CezoGardaş
Romanında görürsün
Garibanı
ezenlerin çarkını,
CezoGardaş
Romanında görürsün
Emekçiyi
semirenin fendini,
CezoGardaş
Romanında görürsün.
Seven
ile sevmeyenin kalbini,
CezoGardaş
Romanında görürsün.
Bütün
insanlığı sizi ve bizi,
CezoGardaş
Romanında görürsün
Tezi,
anti tezi ve de sentezi,
CezoGardaş
Romanında görürsün
SANATÇININ
ESERLERİ:
1) 2008, Mart, DÜNDAR, Songül, “Şoför AĞA” (Hikâyeler), ISBN:
975-605-0068-00-9, Kitap Matbaası, Babıali Ca.No:14, Cağaloğlu/İstanbul, Tel:
0212 528 33 14 – 0212 527 79 82, Cinius Yayınları, Çağdaş Türk Yazarları. 224
s.
2) 2009, DÜNDAR, Songül, “ŞAVAŞLARIN KADINI ” (Roman), ISBN: 978-605-4177-36-3, Kitap
Matbaası, Cinius Yayınları, Çağdaş Türk Yazarları. 24O s.
3)2013, DÜNDAR, Songül, “CEZO GARDAŞ ” (Roman), ISBN:978-605-127-595-6 Cinius Yayınları,
Babıali Caddesi, No:14 Cağaloğlu/İstanbul, Tel: 0212 528 33 14-0212 527 79 82
Baskı vce Cilt: Cinius Soysal Matbaası, Çatal Çeşme Sokak Nu.1/1
Eminönü/İstanbul 240 s
4) 2016, DÜNDAR, Songül, “DAMLADAN
DERYAYA” Kültür Ajanas Yayınları: 9786056628505
s.271
FAYDALANILAN
KAYNAKLAR
1)2008, Mart, DÜNDAR, Songül, “Şoför AGA” (Hikâyeler), ISBN:
975-605-0068-00-9, Kitap Matbaası, Babıali Ca.No:14, Cağaloğlu/İstanbul, Tel:
0212 528 33 14 – 0212 527 79 82, Cinius Yayınları, Çağdaş Türk Yazarları. 224
s.
2)2009, DÜNDAR, Songül, “ŞAVAŞLARIN KADINI ” (Roman), ISBN: 978-605-4177-36-3, Kitap
Matbaası, Cinius Yayınları, Çağdaş Türk Yazarları. 24O s.
3)2013, DÜNDAR, Songül, “CEZO GARDAŞ ” (Roman), ISBN:978-605-127-595-6 Cinius Yayınları,
Babıali Caddesi, No:14 Cağaloğlu/İstanbul, Tel: 0212 528 33 14-0212 527 79 82
Baskı vce Cilt:Cinius Soysal Matbaası, Çatal Çeşme Sokak Nu.1/1 Eminönü/İstanbul 240 s
4) 2016, DÜNDAR, Songül, “DAMLADAN
DERYAYA” Kültür Ajanas Yayınları: 9786056628505
s.271
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder