2 Mayıs 2025 Cuma

KASIM GÜVERCİN’İN “HAK MUHAMMED, ALİ” ADLI KİTABI ve ALEVÎLİK ÜZERİNE BİR İNCELEME; Abdullah Çağrı ELGÜN

KASIM GÜVERCİN’İN “HAK MUHAMMED, ALİ” ADLI KİTABI ve ALEVÎLİK ÜZERİNE BİR İNCELEME

Abdullah Çağrı ELGÜN

Dede Kasım Güvercin’in Hakkında Bilgi:

Alevî Dedelerindendir. Malatya’nın Yazıhan İlçesi’nin Eğribük Köyü’nde doğdu. İlkokul ve ortaokulu köyü olan. Eğribük’de bitiriyor.

Malatya’da Turan Emeksiz Lisesinde okuyor.

NATO’nun Petrol Ofisi Tesislerinde işe başlıyor.

1973 yılında, İzmir’de bulunan NATO’nun Petrol Ofisi Tesislerindeki aynı göreve atanıyor. Aynı kurumda açılan muhasebecilik sınavına girerek, birincilikle kazanan Kasım GÜVERCİN, bu sınav sonucunda, İzmir Turan Bölge Müdürlüğünde boşalan Muhasebe Müdürlüğü Kadrosuna “Muhasebe Müdürü” olarak atanır.  

Ege Üniversitesi, İşletme Bölümünde, iki yıl daha okuyan Kasım GÜVERCİN, Ege Üniversitesi, İşletme Bölümünü de başarı ile bitiriyor.

1994 yılında İzmir, Turan Bölge Müdürlüğündeki bu görevinden emekli oluyor.         

Post Dedesi olan Kasım Güvercin, kitabına yazdığı “Önsöz” de: Kendisinin: Seyid Yedinci İmam, “Musa i Kazım” soyundan geldiğini söylemekte, adının ise “Seyid Seyfi Ocağı” olduğunu açıklamaktadır.

1997 yılında, İstanbul’da Cem Vakfı’nda “Dedelik” için kursa başlayan Kasım GÜVERCİN, bu kursta üç ay Boyunca eğitim aldı. Buradan “Dedelik” sertifikası aldıktan sonra “Taliplerine” rehberlik görevine başladı.

Evli ve iki çocuk babası olan Kasım GÜVERCİN, Türkiye’nin Başkenti Ankara’da hayatını devam ettirmektedir.

Kasım GÜVRCİN, Hüseyin Gazi Alevî İnanç Birliği Derneği ve 2017’den bu yana Alevî İnanç Birliği Vakfı’nda “Taliplilere, Post Dedesi olarak Görevini” büyük bir zevk, aşk ve sorumluluk duygusu içerisinde, yürütmektedi

Bu Kitabın Yazılma Amacı:

Muş/Varto, Erzurum/Hınıs, Bingöl/Karlıova, İstanbul/Pendik, Esenyurt, Sultanbeyli, Bağcılar; İzmit/Darıca, Güzeltepe’de bulunan ve kendilerine hitap ettiği, birçok halk kesimlerinin, hararetli isteği ve kendisinden bu kitabın yazılmasını arzu eden dostlarının, arzularını yerine getirmek ve ileriye dönük bir eser bırakmak maksadıyla kaleme aldığını yazmıştır. Bununla birlikte bu kitabın yazılmasının en önemli sebeplerinden biri de bu alandaki boşluğu dolduracak ve önemli bir ihtiyaca karşılık vermek amacını, taşımaktadır…

Kitap Hakkında Bilgi:

21x13 Ebatında Parlak 1. Hamur Kâğıt Karton Kapak, 80 gramajlı sarı kâğıda basılmıştır. Kitabın tamamı: 232 sayfadan oluşmaktadır.

Kasım GÜVERCİN Dede’nin kitabının 9. Sayfasında başlayan “Önsöz” yazısında kendisinden ve şeceresinin Nereye dayandığı, soyunun nereden geldiğine dair bilgiler vermektedir. Bu açıklama, çok kısa olarak incelenen kitabın10. Sayfasında son bulmaktadır.

Sayfa: 11-12’de “Sunuş 1” başlığı ile verilen yazı, “Turkuaz, Ankara, 2021, tarihi olup Alaeddin USTA’ya aittir.

Sayfa: 11-12’de “Sunuş 2” başlığı ile verilen yazı (sayfa: 13-14) Alevî İnanç Birliği Vakfı (AİBV) Başkanı, Faruk Ali YILDIRIM’a aittir.

Kitabın, 15.sayfasında: “Muhasiplik Erkânı, Yolu ve Cemi” adı ile asıl konuya giriş yapılıyor.

Arka Kapak:

Bir Kitapta, olması gereken en önemli bilgi de hiç şüphesiz, arka kapakta bulunan ve kitap hakında bilgi veren kısa, “özet” yazıdır. Bu yazı, kitabın içindekileri ve hakkında, az ve öz bilgiler vermekte olup, kitabı okumak veya okutulmasını özendirmek için gereklidir. Çoğu okuyucular gereksiz bilgileri okumayı sevmez! Okuyucu neyi arıyor, hangi konuda araştırıyor, ne okuyacak?

Konu ilginç mi, sıkıcı mı? Kitapların arka kapağına konmuş. Bu kısa ve özlü yazılar okuyucunun vakit kaybetmeden, kitabın kendisi tarafından alınıp alınmayacağını, okunup okunmayacağı hakkında, bir fikir vermektedir.  Bu kitabın arka kapağına konulmuş bu kısa ve özlü bilgiler, bize kitaptaki görevini hakkıyla yerine getirmiş olduğunu göstermektedir. Bu bakımdan yazarı, editörü ve kitabı basan bu matbaayı sadece arka kapaktaki kısa ve özlü; fakat kitap hakkında çok kapsamlı bilgileri ihtiva eden bu yazı için kutlamak ve takdir etmek gerekir.

Kitap, “Hak Muhammed Hz. Ali” adı ile Dorlion Yayınları, Sertifika Numarası: 33967, ISBN: Numarası: 978625 4076350, Bil Ofset Basın Yayın Matbaa Hizmetleri, Sanayi Ticaret Ltd. Şti. Sertifika Numarası: 46767; Tesviyeci Caddesi Numara7/5, İskitler/ Ankara, Ağustos 2021’de basılıyor.

Web Adresi: www.dorlionyayinlari.com

www.dorlionyayinlari.gmail.com

İnsancıl:

İsteme ve Sipariş Hattı: 0530 30710 93 - 0530 767 05 93

Dede Kasım GÜVERCİN İletişim Tel:  0537 399 7678

Merkez Adresi: İstiklâl Mah. Yeşiltepe Sok. Numara 24/A Eskişehir

 

“Hak Muhammed, Ali” Kitabında Kasım Güvercin Dedeye Göre:

Alevi Kimdir?

Kimlere Alevî Denir?

Alevî: Hz. Ali taraftarlarına verilen isimdir.

Yavuz Sultan Selim, bu topluluğa başlarına kırmızı sarık sarmaları sebebiyle “Kızılbaş” adını vermiştir.

Ali, Hz. Muhammed’in yanında büyümüştür. Mekke’de baş gösteren kuraklık sebebiyle Muhammed’in amcası, Ali’nin babası Ebu Talip, çocuklarına bakamaz hale gelince Ali’yi, Muhammed, Ali’nin diğer kardeşi Cafer’i de diğer amcası Abbas yanına alarak büyümüştü. Daha altı (6) yaşında iken Muhammed tarafından yetiştirilen Ali, Muhammed’in Hanımı, Hz. Hatice’den sonra, ilk Müslüman olan kişidir.

Alevî: Ali’yi tutan, kişilere verilen isimdir. Ehli beyit taraftarlarıdır. Ehli beyit: Kurandaki sözlerin, kelimelerin, beyit, mısra, cümlelerin ehli, ustası, uzmanı anlamlarını taşımaktadır.

İkinci anlamıyla: Ev halkı, Peygamberin ailesi ve çocuklardandır. Allah’ın Peygamberine emrettiği İslâm inancının gereklerini, ölünceye kadar hayatında uygulayagelen kimselerdir. Bunlara Ehlibeyt denir…

Alevîlik: Hz. Ali ‘nin (Hz. Ali bin Ebu Talip) adı dolayısı ile onun taraftarları, Ali’nin tarafında olanlar, anlamında kullanılagelmiştir.

Hz. Ali, Hz. Muhammed Peygamberin amcasının oğlu ve aynı zamanda Hz. Muhammed’in kızı Fatma’nın eşi olup Hz. Muhammed’in damadıdır. Hz. Muhammed tarafından, kendisinden sonra yerine geçecek “İlk Emir” olarak müjdelenmiş ve yüz yirmi beş bin (125.000.) kişinin huzurunda: “Gadir i Hum” da kendisine biat edilen ve bu unvandan dolayı tebrik edilen kimsedir!..

“Gadir i Hum – M.S. 19 Mart 632

Hz. Ali (Hz. Ali bin Ebu Talip): Emevî Kabilesi (Ümeyoğulları) tarafından, hakkının gasp edilmiş olduğunu söyleyen ve taraftarlarınca bunun abul edildiği, Müslümanların ilk ve birinci Emiri’dir… Hz. Muhammed’in Hanımı Hatice’den sonra, ikinci olarak Müslüman olanlardan ve İslâm’ın, ilk büyüklerindendir…

Hz. Ali, Peygamber Hz. Muhammed ve yanındaki, yüz yirmi beş bin (125 bin) kişilik, bir Haç Kafilesi ile beraberdir. Hac dönüşü esnasında konaklanan yer, Gadir i Hum’da bu kalabalık Müslümanlar topluluğunun önünde, yüksek bir yere çıkarak konuşması esnasında işaret ettiği, kişi Hz. Ali’dir.  Hz. Ali, Peygamberin yeğeni ve altı yaşından bu yana, amcasının yanından, hiç ayrılmayarak özel olarak yetiştirilen kişidir…

Hz. Ali’nin, Müslümanların ilk Emirliği, Gadir i Hum’da., bu kalabalık Müslümanlar topluluğunun önünde, Hz. Peygamberin, “Veda Haccı” dönüşünde konaklanan yerde, kendisine “Emirlik” işaret edilmiştir.  Bu hadise, Medine Yolu üzerinde, Hicretin 10. Yılının 18. Gününde, “Cuhfe” yakınlarında “Gadir-i Hum” denilen konaklanan yerinde, Peygamberin hitabeti ile gerçekleşmiştir!..

“Gadir-i Hum” da kılınan, Öğle Namazı sonrasında, 125.000 kişinin de kafile kafile hazır bulunduğu bu mekânda, Kuran’ı en iyi bilenlerden (Ehl i Beyit) Hz. Ali’ye, Hz. Muhammedden sonra, yerine vekâlet edecek olan kişi, vasi, yani (Emir), olarak ilan edilmiştir.

İşte, bu sebeptendir ki Hz. Ali taraftarları, Şiî (Şia) İslâm’a göre:

“İmamların ilki ve birincisidir.” Böyle olmasına rağmen, Emevî Kabilesi (Ümeyoğulları) tarafından Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve sonrasında da Hz. Osman   tarafından hakkının gasp edildiğine inanıla gelinmiştir!..” Bu inanış ve ayrışma günümüzde de devam etmektedir…

Hz. Muhammed’in Kökeni:

Sümer kökenli olan Hazreti Peygamberin Kabilesi, Sümerlerin dağılışı sırasında, Yemen’e göçmüşlerdi. Medine’ye gelişleri daha sonraydı. Hz. Muhammed’i Medine’ye davet eden Evs ve Hazreç Kabileleri de Sümer asıllı idiler… Medineliler de Türk ve Aftalitler’den (Akhunlar) oluşuyordu. Addani, Kureyş, (Kureyşın) Arap Kültürü içinde yetişip Araplaşmış bir Türk kabilesi olarak görülmektedir. Bütün Peygamberler aynı soydan geldiğine göre: Zebur (Davut), Tevrat (Musa), İncil (İsa), Kuran (Hz. Muhammed) Peygamberlere gönderilmiş olsa da bütün Peygamberlerin Soyu, İbrahim Aleyhiselam’a dayanır… Hz. İbrahim ise Sümer asıllıdır…

Mekke ‘de, Kureyş ileri gelenleri arasında bulunan, Peygamberin amcası Ebu Talip’in yanına gelmişler ve ona:

“Ya yeğenini susturup davasından vazgeçirmesini ya da Türk yurtlarına çekip gitmelerini…” tavsiye etmişlerdi…

Hz. Muhammed’in kökeni ve “Ehl-i beyt Türkler” tarafından neden bu kadar sevildiği de bu bahsi geçen konular sebebiyle anlamak mümkündür. Hz. Muhammed, Hz. İbrahim’in soyundandır. Hz. İbrahim ise, Sümer Kavmine gönderilen bir Peygamberdir. Sümerler haklarında yapılan birçok bilimsel araştırmalar sonucunda, Türk Kavmi olduğu kesindir. Sümer ırkı yerli ve yabancı Sümerologlar tarafından Türk ırkı (Turanî bir ırk) olarak kabul edilmektedir. Dünyaca ünlü Türk Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın araştırmalarında da bu açıkça belirtilmektedir…

Muazzez İlmiye Çığ’ın: ‘Bilim ve Ütopya Dergisi’ “nin Nisan 2009 sayısında, konu ile ilgili yayınlanmış yazısına bakılabilir. İstanbul’da bir semte adını vermiş olan Eyyüp Sultan da Eyyüp El Ensarî, Medineli olup Sümer asıllı Türkler’dendi.

(Kaynaklar: Muharrem Kılınç: “Gizlenen Türk Tarihi” İnceleme Araştırma; sayfa Sayısı: 318; İSBN: 9789753711425.

https://www.yenimesaj.com.tr/peygamber-efendimizin-soyu-turklere-dayaniyor-H1394432.htm#google_vignette

Sümerelog Prof. Dr.Muazzez İlmiye Çığ’ın ‘Bilim ve Ütopya Dergisi’ “nin Nisan 2009 sayısı.

Peygamber’in Türklüğünden bahsetmişken Hz. Muhamet hakkında da birşeyler söylemek yararlı olacaktır.

Peygamberin Sırlarının, Hanımları Arasında Deşifre Olması:

Dede Kasım Güvercin’in “Hak Muhammed Ali” Kitabı ve Başka Bir Kaynaktaki Rivayete Göre: Peygamberin hanımı, (Hz. Ömer’in kızı) Hz. Hafsa, Hz. Muhammed’in anlattığı bir olayı Hz. Muhammed’in, Hafsa’ya (veya diğer bir eşine) bir sır vermesi, onun, bu sırrı saklamayıp, yine rivayete göre, diğer eşlerinden Hz. Ayşe’ye (Hz. Ebubekir’in kızı) haber vermesi üzerine, Allah Teâlâ’nın, Hz. Peygamber’i, bu durumdan haberdar etmesidir. (bk. et-Tahrîm 66/3; Elmalılı Hamdi, V, 5110-5116). Bu sırrın ne olduğu hususunda kaynaklarda başlıca üç rivayet yer almaktadır:

1)   Bal Şerbeti Olayı: Üzerine Resûlullah’ın bir daha bal şerbeti içmeyeceğine dair yemin etmesi… Câriyesi Mâriye’yi, Hafsa’nın evde bulunmadığı bir sırada, onun odasına alması sebebiyle, üzülen Hafsa’ya, bu olayın bir daha tekrarlanmayacağını söylemesi.

2)   Kendisinin vefatından sonra, devlet yönetiminin Hz. Ebû Bekir ile Ömer’e kalacağını bildirmesi (?!..)

3)   Allah’ın, helâl kıldığı şeyleri, eşlerini memnun etmek için kendine haram etmemesi gerektiğine dair âyetin, (et-Tahrîm 66/1) ilk iki olaydan, biri üzerine nâzil olduğu belirtilmektedir. Sebebi kesin olarak bilinmemekle beraber, muhtemelen, bu sır saklamadaki kusuru yüzünden, Hz. Peygamber, Hafsa’yı, “Ric‘î Talâk” ile boşuyor… Bu olayı öğrenen Hz. Ömer, Kızı tarafından Resûlullah’ı gücendirmenin, Allah’ı gücendirmek olacağını düşünerek, çok üzülüyor.

4)   Bunun üzerine Allah Teâlâ’nın, Muhammed Peygamber Resûl-i Ekrem’e: Hz. Ömer’in kızı Hafsa’yı boşamamasını emrettiği (Heysemî, IX, 392); veya Cebrâil’in: “Hafsa, çok oruç tutan ve çok Namaz kılan bir hanımdır ve Cennette senin eşindir!” demesi üzerine, onu boşamaktan vazgeçtiği, rivayet edilmektedir…

(Kaynak: https://İslâmansiklopedisi.org.tr/hafsa)

Sunnîlere Göre Halifelerin Sırası ve Peygamber İle Akrabalık Durumları:

1. Hz. Ebubekir           : (23 Ekim 573 - 23 Ağustos634), . (Emirliği iki (2) yıldır.)

Hz. Ebubekir (Peygamberin Damadı, Hz. Muhammed’in kızı Hafza ile evliydi. Peygamber de Ebubekir’in dokuz yaşındaki kızı Ayşe ile evli olması sebebiyle Ebubekir’in damadıydı. Aynı zamanda birbirlerinin kayınbiraderi ve kayınbabası durumundaydılar

2. Hz. Ömer     : (583 - 584 Kasım 644),   (Emirliği on (10) yıldır.) Peygamberin kayınbabası;  Zira Hz. Muhammed de Hz. Ömer’in kızı Hafza bint Ömer (21)  ile evliydi. Ayrıca Ömer,  Hz.Ali’nin sekiz yaşındaki kızı Ümmügülsüm ile evliydi ve Hz.Ali’nin damadıydı.

 3. Hz. Osman : (576-579 – 17 Haziran 656) (Emirliği on iki (12) yıldır) Peygamberin Amcasının kızı. Erva bint Küreyz’in oğlu olup Peygamberin iki kızı ile evlenmiş çifte damadıdır.

4. Hz. Ali          : (17 Mart 599–27-28 Ocak 661) Emirlerin dördüncüsü olarak kabul edilmektedir. (Dört (4) yıl, dokuz (9) ay Emirlik Yaptı) Peygamberin Amcasının oğlu… Hz Muhammed’in kızı Fatma ile evli olup Peygamberin damadı ve amcasının oğludur.

İslâm Dini, İlk Kez, Ne Zaman ve Nerede Ortaya Çıktı?

İslâm Dininin, erken tarih açısından, ne zaman ortaya çıktığı, hangi coğrafyada doğup hangi coğrafyadan yayıldığı konusu, halen belirsizliğini korumaktadır….    Mekke’nin yanında bulunan, Petra başta olmak üzere, birçok farklı coğrafyalara işaret eden görüşler ve savlar, ileri sürülmektedir; ancak Hicaz Bölgesi dışında: Petra, Küfe, Hire (Güney Irak) bölgeleri daha akla yatkın olarak öne çıkmaktadır.

Şiî İslâm ve Sunnî İslâm Toplulukları arasındaki farklılaşmanın asıl sebebi: Hz. Muhammed’in gerçek varisi, vasisi ve Emirinin kim olduğu konusundaki Görüş Farklılığından, ileri gelmektedir…

 Müslümanların bir kısmı Hz. Ali’nin kendisinden önceki Emevî taraftarı Muhacir (Mekkeli), Emirleri, sırası ile (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman)’ı “Emir” olarak kabul ettiğinde konusunda birleşirler. Bir kısmı da kabul etmediğine inanırlar… Buna sebep olarak da Hz. Ali’nin Peygamberin ölümünden sonra, yirmi dört (24) yıl boyunca, Baştaki Emirler: ile (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman) tarafından yapılan, hiçbir savaşa katılmaması, çağırılmamış olmasını, delil olarak gösterirler…

 Hz. Ali, kırgınlığını belli etmiş ve bir köşeye çekilerek sakin kalmıştır… Bu sakinlik içerisinde, hayatını sürdürürken, hem Hz. Ali’nin kendisinin hem de amcası Hz. Muhammed Peygamberin birbirleri ile akraba olan üç Emir: Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman   dönemlerinde birlikte yaşamışlardır.

Hz. Ali, savaş olaylarını, çıkan tatsız hadiseleri görmüş ve aynı zamanda kendisi de bu vakaları bizzat yaşamış bir İslâm büyüğüdür. O günün Emiri Hz. Osman, İslâm Peygamberi Hz. Muhammed'in amcasının kızı Erva bint Küreyz ‘in oğluydu!)

Hz. Osman, kısa bir süre sonra Hz. Peygamber’in kızı Rukıyye ile evlendi. Rukiye’nin ölmesi üzerine, Hz. Osman, Peygamber’in diğer kızı, Ümmü Külsûm ile evlendi.) Hz. Osman, Hz. Peygamber’in iki kızıyla evlenmiş olması sebebiyle çifte damadıydı… Hz. Osman döneminde vuku bulan olaylara, yapılan haksızlıklara ve yönetim kadrosunda bulunan ve çoğu Hz. Osman’ın atadığı ve bizzat akrabası olan Valiler, üst düzey bürokratlar ve komutanlar tarafından yönetiliyordu. Bu tayinler neticesinde, devletin bütün idarî kademeleri, bazılarının da liyakatleri tartışılan Ümeyyeoğullarının eline geçmiş oluyordu… Peygamberin en genç eşi Hz. Ayşe (Ebubekir’in kızı) ve aynı zamanda Hz. Ali; Hz. Osman’ı, bu uygunsuz atamalar ve uygulamalardaki yanlışlar sebebiyle uyarmışlardı; fakat Hz. Osman, Hz. Ayşe’ye şehirden ayrılmamasını söylemiş, Hz. Ayşe ise şehirde, bir isyan başlattıktan sonra Hacca gitmek üzere, şehri terk ederek, Medine’den ayrılmıştı…

Hz. Ali ve diğer ileri gelen Sahâbîler de Hz. Osman’ı bu uygulamaları sebebiyle eleştirmişlerdi. Emir Hz. Osman ise bütün bu uyarılara rağmen, atadığı yöneticilere karşı beklenen tedbiri almamış ve gereken sertliği göstermemişti. Üstelik atadıklarının merkeze toplayarak onlarla konuşmuş; fakat onlara uyarı yerine, önemli mal bağışlarında bulunması, hediyeler vermesi sebebiyle, halkın şikâyetlerini daha da artırmış, isyanların çıkmasına zemin hazırlamıştır.

(https://İslâmansiklopedisi.org.tr/Hz.Osman)


Hz. Muhammed’in Defin İşlemleri:

İslâm Tarihi kaynaklarına göre, Hz. Muhammed’in (MS. 8 Haziran 632, Medine, Suudî Arabistan) ölümü üzerine, başta Hz. Ali bin Ebu Talip, Peygamberin amcası Abbas bin Abdulmuttalip, Hz. Abbas, Fadl bin Abbas, Kusem bin Abbas, Üsâme bin Zeyd ve Peygamberimiz (s.a.v.)'in azadlısı Şükrân ve ‘Hz. Ali’ olmak üzere) ve sonradan da Ensar’ı temsil etmek üzere Evs bin Havlî içeri alınarak ve Ehl-i Beyt’in önde gelenleri, Peygamberin kefenlenmesi ve defin işleriyle meşgul olmuşlardır…

(Kaynak: Hz. 13 Bkz. Kuleynî; Usûlu’l-Kâfî, Menşûrâtu’l-Fecr, 1. Baskı, Beyrut-1428/2007, C.1, S.117 vd.; Kummî, Tefsiru’l-Kummî; Dâru’l-Kitab, 3. Baskı, Kum/İran- 1404/1984, c.1, s.174. 14 El-Kummî; a.g.e, c.1, s.170. 15 El-Kummî; a.g.e, c.1, s.174 57 Âdem VARICI)

1.Hz. Ebukir’in Halife Seçilmesi; “İktidarı (632-634) İki (2) Yıl”

Ebu Bekir (Doğ. 573 Kesin Olmayan Tarih, Ölüm ise H. 632- 634’dır.):

Peygamber efendimizin (s.a.v) vefatından hemen sonra Hz. Ali (as) henüz Peygamber Efendimizin (saa) mubarek bedeninin guslü ve kefenlenmesiyle meşgulken, bir grup Müslüman Sakife-i Beni Saide (Beni Saide Gölgeliği)’inde toplanıp, Emir seçmeye koyuldular.

Muhacir (Mekkeli) ve Ensar (Medineli) arasında şiddetli tartışmadan sonra, Emir Seçimi gerçekleşti. Hz. Ebubekir, Emir olarak tayin edildi. Hz. Ebû Bekir Kureyş'in alt kolu konumunda olan Benî Teym Kabilesi’ne mensuptur. Beni Teym Kabilesi’nin soyu Mürre b. Kâ‘b’da Hz. Peygamber’in nesebiyle birleşir. “Benî Teym” az sayıda mensubu bulunan küçük bir Kabiledir.

Ebubekir: Hz. Muhammed'in hem damadı (Hz. Muhammed, Ebubekir’in kızı dokuz (9) yaşındaki Ayşe ile evliydi.) hem Hz. Muhammed’in kayınpederi (Ebubekir’ de Hz. Muhammed’in kızı Hafza ile evliydi) ve bu sebeple Ebubekir, 60 ıncı yaşında olması bakımından en kıdemli Sahabesi ve Hz. Muhammed’in en güvenilir danışmanı idi.

Hz. Muhammed' öldüğünde: Hz Ebubekir: 60; Hz. Osman: 56; Hz Ömer: 50; Hz. Ali: 32 yaşındadırlar…

 

Hz.Muhammed'in ölümünün ardından, Ebubekir, İlk Müslüman Emir olarak, MS 632'den 634'e kadar iki (2) yıl Müslümanların Emirliği yönetti. 

Emir olarak Ebu Bekir, daha önce Hz. Muhammed tarafından yürütülen siyasî ve idar işlevleri sürdürdü. Sunnî Müslüman nesiller arasında Sıddık, "Doğru" unvanıyla bilindi… Yakın zamanda Müslüman olan Müslümanların, dağılmasını engelledi. Cemaati bir arada tuttu ve Dar Al İslâm'ı, Kızıldeniz'e kadar genişletti. Ridde'yi kontrol altına alarak bölgedeki İslâmî hâkimiyeti pekiştirdi…

Beni Saide Gölgeliği’nde Emirlik tartışmaları yapılırken Hz. Ömer: 

"Ey Ensar (Medineliler)! Resullullah'ın, Ebu Bekir'e Namaz kıldırmasını emrettiğini bilmiyor musunuz?.."; "Ebu Bekir'in önüne geçmeye, hanginizin gönlü razı olur?.." deyince, Ensar (Medineliler): "Ebu Bekir'in önüne geçmekten Allah'a sığınırız…" diye cevap verdiler.

Hz. Ömer: “Hz. Ebu Bekir'in, Muhacirlerin (Mekkeliler) en faziletlisi olduğunu, Hicret sırasında, Hz. Peygamber'in yanında bulunduğunu…” tekraren vurgular ve Hz. Ebubekir'e hitap ederek: "Uzat elini sana biat edelim!" diyerek, tartışmaları bitirdi. Böylece, Hz. Ömer, Emir Hz. Ebubekir’e biat eden ilk kişi oldu…

Hz. Ömer'den sonra, Hz. Ebubekir'e ilk biat eden kişi, Sa'd bin Ubade'nin amcazadesi Beşir bin Sa'd oldu.

Aslında din, aracıyı kabul etmez!.. Allah aracıları ortadan kaldırmak için dini icat etmiş, Kuran’ı göndermişti. Bunlar dinde yeniden bir aracı ortaya çıkardılar…

O sıralarda, Ensar'dan (Medineli) Hubab bin Münzir, Hz. Ebubekir'in Emirliğine itiraz edenlerden oldu… Hubab bin Münzir’ın hali hazırda Emir seçilmiş Hz. Ali’nin karşısında Hz. Ebuker’i, Emir olarak seçiyor olmalarına karşı çıkmış olmanın çabaları, sonuçsuz kaldı.

O an, orada bulunanlardan, Sa'd bin Ubade de bu duruma içten içe itiraz ettiğinden kendisi ve Hubab bin Münzir hariç, toplantıdaki Ensar'ın tamamı, Hz. Ebubekir'e biat etti. Biat etmeyen Sa'd bin Ubade, Hz. Ömer'e hitaben:

"Yerimden kalkacak gücüm olsaydı, Medine'nin etrafında ve sokaklarda, aslan gibi kükrediğimi görürdün. O zaman sen ve arkadaşların korkarak, bir yere sığınmak zorunda kalırdınız!.." dedikten sonra mücadele etmeye devam edeceğini söyleyerek, evine çekildi ve Hz. Ebü Bekir'e biat etmeyeceğini açıkladı (?)…

Hz. Ömer'in, Sa'd bin Ubade'yi biata zorlama teşebbüsüne, Sa'd bin Ubade'nin amcazadesi Beşir bin Sa'd karşı çıkarak: “Çözümünün zamana bırakılması!..” tavsiyesinde bulundu…

Hz. Peygamber'in cenazesi, Emir seçiminin Pazartesi günü akşam saatlerinde sonlanmasından sonra, Salı günü sabahı Hz. Muhammed’in bedeni yıkandı. Kimin yıkayacağı ile ilgili konuşmalar yapılırken, Emir olarak seçilmiş bulunan Hz. Ebubekir: "Hz.Muhammed’in temiz vücudunu yıkamak, Ehl-i Beyt’in hakkıdır!.." dedi!..

Geçmiş asırlar boyunca. Müslümanların en fazla tartıştıkları konu “İlk Emir” seçimidir… Dikkate şayan bir durum vardır ki bu ilk Emirnin belirlenmesi tarihinde, o günlerde yaşanmış hadiseleri, daha iyi tahlil edebilmek için:

Hz. Muhammed, (atmış üç “63” yaşlarında, “Medine, Hicaz, Suudi Arabistan” günümüzde (İslâm Devleti,) vefat ettiğinde:

Hz. Ebubekir 60,

Hz. Osman    56,

Hz. Ömer       50,

Hz. Ali            32 yaşındadır.

 

Peygamber ve Dört Halifenin Akrabalık Dereceleri:

Hz. Ebubekir (Peygamberin Damadı, Peygamber de Ebubekir’in Damadı), Aynı amanda birbirlerinin kayınbabası durumundaydılar.

Hz. Ömer (Peygamber Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin Damadı),

Hz. Osman (Peygamberin Damadı, Peygamber’in Putperes Hint ‘in oğullarının boşadığı iki kızı ile aralıklı, birinin ölümü üzerine diğeri ile de evlenmiş, Peygamber’in Amcasının Kızının Oğlu)

Hz. Ali (Peygamberin Damadı ve Amcasının oğlu, Ömer’in Kayınbabası) 

Bu ünlü ve mübarek şahsiyetlerin o günkü halk içinde; sosyal durumu, toplumsal konumu ve ayrı ayrı, topluluklar üzerindeki etkileri, ilerlemiş yaşları, yılların deney, tecrübe ve bilgi birikimlerini de göz önüne alarak düşünmek, doğru ve tarafsız bir kararda yarar vardır…

Kaynak: (https://www.indyturk.com/node/241606/t%C3%BCrkiyeden-sesler/İslâm-ve-devlet-2-d%C3%B6rt-Emir-d%C3%B6nemi)

 

Hz. Ebubekir döneminde, Hz. Ali'ye yönetimde de hiçbir görev verilmemiş, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman döneminde yirmi dört yıl (24) yıl boyunca, ordu ile birlikte fetihlere çağırılmamış ve götürülmemiş olduğu, çeşitli değişik kaynaklarda nakledilmektedir…

Kaynak:(https://www.indyturk.com/node/241606/t%C3%BCrkiyeden-sesler/İslâm-ve-devlet-2-d%C3%B6rt-Emir-d%C3%B6nemi)

Açıklama ve Yorum:

“Diyelim ki ortada Hz. Muhammed’in. Hz. Ali için, “Gadir i Hum” gibi bir vasiyeti var! Bu olayda on binlerce kişinin huzurunda Hac Dönüşü Gadir i Hum denilen yerde vuku buldu. Bunu da herkes biliyor… Hz. Ebu Bekir’in Emir seçilmesi üzerine, ümitleri tükenen ve siyasî olarak Muhacirler karşısında, yenilmiş durumuna düşen Ensar’ın (Medineliler):

Mademki bizim adayımız kabul görmedi, en azından, Allah ve Resûlü’nün tayin ettiği Hz. Ali’ye, biat edelim. Onunla birlikte olalım!..” demeleri gerekmez mi?..

Dememmişler?..

Özellikle de Hz. Ali (r.a), Ensar tarafından sevildiği bilinen bir kimse olmasına rağmen ve Emir seçimi işi, Medineliler (Ensar) ve Mekkelilerin (Muhacir) azınlıkta olduğu, siyasî bir ortamda, cereyan ediyor. Mekkelilerin (Muhacir) etkinliklerinin olmadığı bir yerde, Medine’de gerçekleşiyor… Mademki Alevî Topluluğunun (Şia), iddia ettiği gibi Emirlik hakkının, Hz. Ali’nin elinden alınması konusunda, Muhacirler (özellikle de Emevî taraftarları) ile “Beni Hâşim Kabilesi arasında yaşanan, Kabile rekabeti rol oynamışsa…” Böyle bir konuyla uzaktan yakından alakası olmayan Ensar’ın, kolaylıkla bu haksızlığa itiraz etmesi ve dinde böyle bir bid’atın ayrılığın çıkmasına engel olması ve Hz. Ali’nin tarafında yer alıp, Hz. Muhammed ve Allah’ın emrini yerine getirmesi gerekmez miydi?..”

Olmamış!

Niçin olmamış?..

Her iki taraf da Müslümanlıktan mı çıktılar?

Sapkınlığa mı düştüler ki Hz. Muhammed’in (Âlemlerin Peygamberi, Allah’ın Elçisinin) emrini uygulamıyorlar?..

İşaret edilmiş bir aday varken, Emir seçmeğe kalkıyorlar?

Hz. Ebu Bekir’in Emir seçilmesine itiraz eden, iki kişi: Hubab bin Münzir, Sa'd bin Ubade ile sınırlı kalıyor…

“Niçin?” sorusunu sormak her Müminin görevi değil midir?..

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1789158

Bütün bu bilgi ve belgelerden de anlaşılmaktadır ki Hz. Muhammed’in cenazesi henüz ortada ve defin işlemleri devam ederken, “Benî Sâide Gölgeliğindeki” toplantıda, kılıçların çekilip yumrukların konuştuğu bir ortamda, Muaviye ve taraftarları toplanarak, 60 yaşında buluna Peygamberin damadı ve Kayınbabası, Hz. Ebubekir’i, Peygamberin yerine Emir seçiyorlar. 

Bu acele niçin?

Neyi, kimden kaçırıyoruz diye sormak da gerekir?..

Hz Ebubekir’in (Ebû Bekir Abdullah bin Kuhafe Osman bin Âmir el-Kureyşî et-Teymî) ilk Emir Seçilmesindeki Tartışmalar:

Hz. Peygamber’in defin işlemleri devam ederken: “Beni Sâide Gölgeliğinde” yapılan toplantıda, Medineli Topluluk: Ensar’dan, Hazrec Kabilesi Lideri Sa’d b Ubâde’yi aday gösteriyorlar. Kendilerinin İslâm dinine daha çok hizmet yaptıklarını ileri süren bu Kabile, Emir’in de kendilerinden olması gerektiğini savunuyorlar.

Emirlik için kendi aralarından birini aday göstermemiş olan Evs Kabilesi ki, bunlar da Ensar (Medineliler) lehine taraf oluyor ve Muhacirlerle (Mekkeliler) bu hususta tartışıyorlar. Hatta birbirlerine kılıç çeken bu taraftarlar arasında, önemsiz vuruşmalar yaşanıyor… Buna rağmen, Evs Kabilesi dahi, Muhacirlerle yaptıkları bu tartışmalarda, Hz. Ali’yle ilgili olarak var olduğu ileri sürülen, ilâhî ve nebevi bir emrin “Gadir i Hum Olayı” varlığı üzerinde hiçbir şekilde durmuyorlar, bundan bahsetmiyorlar!..

Niçin?

Hafızalarını mı kaybettiler?

Hacdan döneli henüz üç ay gibi bir zaman geçmiştir, hafızalar taptaze ve dipdiri olmalıdır…

Hz. Muhammed’in ölümü ile “Gadir i Hum” hadisesi arasından, üç ay gibi çok kısa bir süre geçmiş ve henüz bu olay soğumadan, “Beni Sâide Gölgeliğinde” yapılan toplantıda, Emirlik tartışılırken ne Ensar’ın ne de Muhacirlerin, “Gadir i Hum Olayı”nı anmıyor, hatırlatmıyor, ve bu konuyu hiçbir şekilde gündeme getirmiyor olmaları, çok şaşırtıcı değil midir?

 Mekkelilerden (Göçmen, Muhacirler) bir grup ise Hz. Muhammed’e olan yakınlıklarını ileri sürüyor, diğer bir grup da kendilerinin Hz. Muhammed ile aynı Kabileye mensup (Kureyş) akraba olmalarını öne sürerek, yeni Emir’nin, kendilerinden olmasını istiyorlardı…

Bir başka grup Mekkeli Göçmen Muhacirler de (Özellikle Emevî Taraftarları) “İlk İman Eden Müslüman Olduklarını, İleri Sürerek”, Emirliğin kendilerinin hakkı olduğunu söylemekteydiler… 

 Diğer taraftan da Muhacirler (Mekke) ile Ensar’ın (Medine) önde gelenleri, “Mescid-i Nebevî’ de Hz. Ebu Bekir’in etrafında toplanmışlardı… Bu sırada, “Mescid-i Nebevî’ ye bir adam gelerek heyecanla:

‘Ensar’dan (Medineliler) bir grubun, Sa’d b. Ubâde başkanlığında, “Benî Sâide Gölgeliğinde” toplandıklarını ve Hz. Peygamberin yerine geçecek, Emirin kim olacağı konusunda, tartışmalar yaptıklarını’ haber verdi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve beraberindekiler de Benî Sâide Gölgeliğine gittiler…

Orada yapılan istişareler sonucunda, Ashâb-ı Kirâm’ın çoğunluğunun Hz. Ebu Bekir’e biat ederek, Hz. Ebubekir’i, Emir seçmiş oldukları anlaşıldı…

 Hz. Muhammed'in de Kureyş Kabilesi'ne mensup olduğunu, Mekke ve Medineli Müslümanların dışında kalan, Arabistan'daki diğer Kabilelere mensup olan Müslümanların, Kureyş Kabilesi'nden olmayan birini, lider olarak kabul etmeyeceklerini savundular…

 Benî Sâide Gölgeliğindeki bu toplantı Hz. Peygamber'in vefat ettiği 8 Haziran 632 günü, öğle saatlerinden sonra başladı ve akşama kalmadan bitti.

Hz. Ebubekir, somut bir öneride bulunarak ya Hz. Ömer'e ya da Hz. Ubeyde'ye biat edilmesini teklif edince, tartışmalar Hazrec lideri Sa'd bin Ubade'den, Mekkeli Muhacirlerden kimin Emir olması gerektiği noktasına kaydı…

Gerçi, Hz. Abbas ve Hz. Ali, akrabalık cihetiyle herkesten ziyade, Resûl-i Ekrem Efendimize yakın idiler; fakat, Nebiy-yi Muhterem Efendimiz, yâr-ı gârı olan Hz. Ebû Bekir'i Ashabının hepsinden üstün tutardı. Vefatına netice veren hastalığında da bunu göstermişti. Mescid-i Şerife açılan kapıların hepsini kapattırdığı halde, Hz. Ebû Bekir'inkini açık bıraktırmıştı.

Ebediyet âlemine göç etmesine, üç gün kala, imamlık vazifesini yine ona devretmiş, İslâm’ın temel şartlarının en mühimi olan Namazda Ebubekir’i bütün Müslümanların önüne geçirmişti…”

https://sorularlaİslâmiyet.com/kaynak/hz-resulullahin-vefatindan-sonrasi-ve-defin

 İlk Emir seçilen Hz. Ebubekir’in Eşleri:

1. Kuteylâ bint Abdüluzza olup bu karısından Esma adlı bir (1) kız çocuğu olmuş ve Ebû Bekir'in birinci eşi olan Kuteyla İslâm'ı kabul etmemiştir. Ebû Bekir, onunla, İslâm'dan önce evlenmiş olduğu için sonraki zamanda Kuteylâ’yı boşanmıştır…

2.Ümmü Rûman bint Âmir b. Uveymir b. Abdişems el-Kinâniyye adlı bir kadından Aişe ve Abdurrahman adlı biri (1) kız, biri (1) oğlan olmak üzere iki (2) çocuğu olmuştur.  Rûman, Mekke’ye sonradan gelip yerleşen bir ailenin kızıdır. Asıl adı Zeynep’tir.

3.Cüneybe binti Harice

4.Habibe Fahita binti Haris

5. Esmâ bint Umeys bin Ma‘bed (Ma‘d) el-Has‘amiyye olup, bu hanımından Muhammed bin Ebû Bekir adlı bir  (1) oğlu olmuştur.

6. Ümmü Habîbe Remle bint Ebî Süfyân Sahr b. Harb el-Ümeviyye (Banu el-Haris bin al-Hazrac Kabilesindendir.) adlı olup Ümmü Külsum bint Ebû Bekir adlı bir (1) kızı olmuştur.

Kaynaklar: https://www.biyografi.info/kisi/hz-ebu-bekir

https://tr.wikipedia.org/wiki/Eb%C3%BB_Bekir

 

Arap Kültüründe Evlilikler:

Arap Kültüründe Evlilikler, Kabile ihtiyaçlarına göre planlanır, Kabile içinde ve diğer Kabileler arasında, ittifaklar oluşturma amacıyla yapılırdı. 

Watt'a Göre:

Hz.Muhammed'in bütün evlilikleri; arkadaşlık ilişkilerini güçlendirme, politikasına hizmet ediyordu ve Arap gelenekleri üzerine kurulmuştu. 

 Esposito Göre Arap Kültüründeki Evlilikler: 

Hz. Muhammed'in bazı evliliklerinin, dul kadınlara yeni bir yaşam şansı vermeyi amaçladığını ifade eder. 

 Francis Edwards Peters'a Göre:

Hz. Muhammed'in evlilikleri hakkında, genellemeler yapmak zordur; onlardan bazıları politik, bazıları acıma, bazıları savaşta eşi ölen hanımların sokakta ve yaşam olarak zorluk çekmemeleri ile alakalıydı. 

 Muhittin Akgül: 

Hz. Muhammed'in eğitim-öğretim, sosyal, dini, teşrii (şeriat ya da yasa koyma) ve siyasî sebeplerle evlilikler yaptığını ifade eder.

 Turan Dursun'a Göre:

Evliliklerinin mal, statü, cinsel arzular gibi çeşitli amaçları bulunmaktaydı.

 İslâm Peygamberi Hz. Muhammed'in, bilinebilen farklı kaynaklarda geçen, değişik isimlerle anılan, yirmi üç (23) kadınla evlenmiş olduğu nakledilmektedir.

 İranlı Araştırmacı Ali Deştî: 

Hz. Muhammed'in evlendiği yirmi üç (23) kadının listesini vermiştir. Evlilik olarak kaydedilen kadınların arasında “Cariye” ve “Savaş Esirleri” nden “Hediye Edilen” İsimler de bulunmaktadır. Bunlar evlilik olarak kaydedilse bile, Arap Kültüründe Cariyelerin Statüsü ayrıdır: 

 Savaş Esiri Kadınlar, Cariye Olan Kadınlar ve Köle Kadınlarla, cinsel beraberlik içinnikâh yapılmaz!.. Bunlardan doğan evlatlar da naiplik, miras, makam ve mevkilerden hak iddia edemezler, baba mirasına sahip çıkamazlar (?!..) 

Türkler, Müslümanlaştırıldıktan alfabeleri değiştirilmiş, dilleri unutturulmaya çalışılmış, kütüphaneleri yakılmış, geçmişlleri ile bağları tamamen koparılmak istenmiştir!.. Türklerin kendi gelenek ve görenekleri unutturulmaya zorlanarak, Türk Kültürü değil, İslâm Kültürü adı altında Emevî Arapların Pağan Dönemi alışkınlıkları  âdet ve gelenekleri "Din" diye dayatılıp, benimsetilmege zorlanmıştır. 

Çok eşli evliliklerden doğan çocuklar, Savaş Esiri Kadınlar, Cariye Olan Kadınlar ve Köle Kadınlarla, cinsel beraberlik için nikâh yapılmaz!.Türk de bu geçkmişten gelene  bir gelenek olmadığı halde, Müslümanlıktan sonraki uygulamalarda. Osmanlı Şehzadeleri ve padişahları da bu adeti harem ve evlerinde bulundukları yerlerde aynen uylaya gelmişlerdir. 

Adil, hak ve adalet ile hükmettiğini söyleyen, eşit yaratılışa sahip hiçbir dinde, hele hele İslâm Dininde: İnsanların, böyle bulanık, böylesine bozuk, kokuşmuş sapık, ayrıştırıcı, bölen ve ötekileştiren bir anlayışa sahip olunduğu ne duyulmuş ne de görülmüştür!  Yoktur!

Bu söylemler, olsa olsa: “Arap Pagan Dönemi Kültürüdür” İslâm ile ve Allah’ın Kitabı Kuran’ın anlattıkları ile hiçbir ilgisi yoktur!..” demek daha doğru olur!.. Kaldı ki İslâm’ın dini ve İslâm’ın Kültürü en son din ve en mükemmel kültür olması gerekir. Bu ahlâka aykırı, insan hak ve özgürlüklerine, taban tabana zıt, insanın eşitlik ilkesine aykırı, insan saygınlığına gölge düşüren uygulamaları insanın v e insanlığın kabul etmesi mümkün değildir!..

Arapların, bu adet veya geleneğinin İslâm Kültüründe bulunması akıl, mantık ve ilim ile bağdaşmaz!.. Müslümanlık gibi bütün bir âleme gelmiş ve bütün insanlığa hitabeden bir dinde, böyle bir anlayış; bölücü, ayrıştırıcı kural, kaide olmaz, olamaz!..

Kadın erkek eşitliği, hak, hukuk, adalet ilkeleri ve insan onuru ile bağdaşmayan bu kaide ve kuralların, İslâm’da da yeri yoktur!.. Bu ayıran ve ötekileştiren söylem, kural, kaide ve uygulamaların en son ve en mükemmel din olduğu iddia edilen Müslümanlık ile bağdaşması mümkün değildir!..

Bu ilkellik, çağ dışı uygulama, gelenek ve kültür; olsa olsa, Arapların eski “Pagan Dönemi, balballara, putlara tapılan devrin, terk edilememiş alışkanlıkları ve süregelen gelenekleri ve Arap Emevî sapkınlığı” olabilir!.. Bununla birlikte günümüzde hâlâ ülkemizin geri kalmış doğu ve güneydoğu bölgelerinde ve yurt dışından göçmen olarak gelen Afgan, Suriyeli göçmenlerden (muhacir) görüyor ve öğreniyoruz ki:

Araplarda, Afganistan’da çok eşlilik devam etmektedir. Çocuk yaşta kızlar, yaş sınırı olmaksızın yaşlı erkekler ve genç erkeklerle evlendirilebilmektedir. Kadına hâlâ bir eşya gözü ile bakılmakta, “kadın bir başkasına hediye edilebilmekte, para karşılığı” çarşıda pazarda alınıp satılmaktadır.

(https://abdullahcagrielgun5.blogspot.com/2016/01/basinda-cikan-yazilar-ve-basari.html)

HZ. MUHAMMED’İN EVLENİP BERABER YAŞADIĞI EŞLERİ:

Eşleri                                                               Evlenme Tarihleri

1. Hatice bint Hüveylid                                                595–619

2. Sevde bint Zem'a                                                      619–632

3. Aişe bint Ebû Bekir                                                  623–632

4. Hafsa bint Ömer                                                       625–632

5. Zeyneb bint Huzeyme                                              625–626

6. Ümmü Seleme (Hine)                                              625–632

7. Haris kızı Cuveyriye                                                628-632

8. Zeyd kızı Reyhane                                                   627-631

9. Zeynep Binti Cahş                                                   627–632

10.Cüveyriye bint Haris                                               628–632

11. Ebu Süfyan kızı “Ümmü Habibeh” (Remle)         628–632

12. Safiyye bint Huyey                                                629–632

13. Meymûne bint Haris                                              629–632

14. Reyhâne bint Zeyd                                                627–631

15. Sem’un bint Mâriye el-Kıbtiyye                           628–632

 Boşadıkları:

1. Dahhak kızı Fadime

2. Zabyan kızı Hz. Aliye

3. Kab kızı Mileyke

 Hz. Muhammed’in Nikahlayıp Sonradan Ayrıldığı Kadınlar:

1. Numan kızı Esma

2. Kays kızı Kuiteyle

3. Esma veya Seba (Sena) Binti Salt

4. Necdet kızı Selma

5. Huzeyl kızı Havle

6. Seraf binti Emir

7. Yezit kızı Amre El-Gifariye

8. Yezit kızı Hind El-Kitabıye

9. Davud kızı Mileyke

10. Rufaa kızı Nesatlsat

11. Kab kızı Esma

12. Haris kızı (Saire) Kuteyle

13. Amr kzı Senba/Seyba/Sabiye

14. Cündüp bin Dimre Cind-i’nin kızı

15. Serahil kızı İmeyme (Binti Cevn)

16. Muaviye kızı Amre

17. Süfyan kızı Seba (Sena)

18.Ümmül Haram

19. Hâkim kızı Leylâ

 Hz. Muhammed’in Mehir Parasını Ödemeden Aldığı Kadınlar:

1. Haris kızı Meymune

2. Huzeyme kızı Zeynep

3. Ümmü Serik

4. Hâkim kızı Havle

 Hz. Muhammed’in Cariyeleri:

1. Nefise

2. Cemile

 Hz. Muhammed’in Sözlendiği Kadınlar:

1. Amir kızı Dubaa

2. Nuame Bel’anberi

3. Sehl kızı Habibe Ensariye

4. Cemre Binti Haris Bin Avf Bin Kab bin Zabyan

5. Sevde Kireşiye

6. Besame kızı Safiye

7. Ebu Talib’in kızı Ümmü Hani (Fagite)

8. İsmi…

 Not: Evlilik tarihleri belli olmayanlar muhtemel köle, Cariye veya Savaş Esiri olmalıdır ki kayda değer görülmeyip tarih tutulmamış olduğu anlaşılmaktadır.

Hz. Muhammed'in Hayatı: Geleneksel olarak Hicret Öncesi (Mekke, 570-622) ve Hicret Sonrası (Medine, 622-632) olmak üzere ikiye ayrılır.

Hz. Muhammed’in evliliklerinden ikisi hariç, diğerlerinin tamamı, Hicret sonrası dönemde gerçekleştirmiştir.

Medine döneminde Hz. Muhammed'in her bir eşi için Mescid-i Nebevî'nin duvarlarına bitişik, odalar yapılmıştır. Hz. Muhammed öldüğü zaman, geride dokuz adet dul eş bırakmış ve bu kadınlar: “Müminlerin Anneleri” sayıldığı için ömürleri boyunca, diğer erkeklerle evlenmemişlerdir…

https://blog.milliyet.com.tr/hzHz.Muhammed-ile-ebubekir--omer--Hz.Osman --Hz. Ali--muaviye-arasinda-evlilikten-dogan-akrabalik-iliskileri/Blog/?BlogNo=555636

     2. Halife Ömer Bin Haddap (634–644):

Tam İsmi: (Ebû Hafs Ömer b. El- Hattap b. Nüfeyl b.Abdîluzza el Kureyşî el Adevî) (644 Yılından 656’ya Kadar On İki (12) Yıllık Emirlik Yönetimi:

Hz. Muhammed'in önde gelen yol arkadaşı ve danışmanıydı. Ömer’in Kızı Hafsa binti, Ömer, Hz. Muhammed Peygamber ile evliydi; böylece o da Hz. Muhammed'in kayınbabası, Hz. Ali’nin damadı olmuştu.

Emir Ebubekir, Emirliğinin ikinci yılının sonunda, hastalandı. Ebubekir’in, Emirliğe gelmesindeki gayret ve fedakârlığı sebebiyle, kendinden sonra. Hz. Ömer’i Emir ilan etmek istediğini duyurdu. Bunun için Emir Ebubekir, Ashaptan (Arkadaşları, halk, Hz. Ali, Peygamberin sohbetinde bulunmuş olanlar), bazılarını yanına çağırdı.  Ömer’in Emirliğinin kabulü konusunda, hepsini ikna etti… Böylece, Hz. Ömer’i onların huzurunda, Emirliğe tayin etti. Ebubekir’in vefatından sonra Hz. Ömer, Hilâfet makamına geçerek oturdu. Ömer Emirliğe geçtiğinde elli iki (52) yaşındaydı. Hz. Ömer Camiye giderek, kendi Emirliğini halka duyurup biatlarını sağladı.

 Ömer b. Abdülaziz (717-720) yılları arasında Devlet başkanlığı yapmış olan Emevî (Ümenye Oğulları) mensuplarındandır. Babası Hattab bin Nüfeyl idi. Annesi Hanteme bint Haşim, Benî Mahzum Kabilesindendi.

İyi bir putperest olan babası, orta sınıf bir tüccar olup kendi Kabilesinde, zekâsıyla meşhur biri olarak ün salmıştı. Ömer b. Abdülaziz. M.679-682 tarihinde Medine'de, bazı kaynaklara göre de Mısır'da doğdu…

https://dergipark.org.tr/tr/download/issue-full-file/2751

https://tr.wikipedia.org/wiki/Emev%C3%AE_Emirler_listesi

Ömer, Mekke'de Benî Adi Kabilesinde, 583 veya 584 yılında dünyaya geldi. Ömer'in mensup bulunduğu bu kol, Kureyş Kabilesinin ana kollarından biridir. Hz. Ömer’in Hilâfeti on (10) yıl devam etti. Bu arada Müslümanlar, İran ve Rumlar ile savaş halindeydi.

Ömer ibni Hattab, Hz.Muhammed’in kızı Hafsa Binti Muhammed ile evliydi. Hz. Muhammed ise Ömer’in kızı Hafsa’nın ile evlilerdi…  Her ikisi de birbirlerinin hem Kayınbabası hem de Damatlarıydılar

Ömer ibni Hattab (r. 634–644), (D. 586–590 - Ö. 644 Zilhicce 26, 23 Hicri): 

Ebubekir'in ölümünden sonra Ömer ibni Hattab, Müslümanların ikinci Emiri oldu ve Emirliği on (10) yıl hüküm sürdü. 23 Ağustos 634'te ikinci Emir olarak Ebu Bekir'in yerine geçmiş ve İslâm'da önemli bir rol oynamıştır. Ömer döneminde İslâm imparatorluğu eşi görülmemiş bir oranda genişledi… Bütün Sasani Pers İmparatorluğunu ve Doğu Roma İmparatorluğunun üçte ikisinden fazlasına hâkim oldu.

Yasama yetenekleri, hızla genişleyen bir imparatorluk üzerindeki sıkı siyasî ve idarî kontrolü ve Sasanî Pers İmparatorluğuna karşı, zekice koordine edilmiş, çok yönlü saldırılar, iki yıldan daha kısa bir sürede, Pers İmparatorluğunun fethi ile sonuçlandı. Bu, onun büyük bir siyasî ve askerî lider olarak ününü işaret ediyordu. Fetihleri arasında Kudüs, Şam ve Mısır vardır. 644 yılında, Ebu Lulu'a Firuz adlı bir Pers Esiri, tarafından öldürüldü…

Hz. Ömer Eşleri

1) Mekke’de, Hz. Ömer (ra) İslâm Öncesi Döneminde: Kureyş’in Cumahoğulları’ndan, Osman b. Mazun’un kız kardeşi Zeynep binti Mazun ile evlenmişti. Bu hanımdan üç (3) çocuğu oldu: Abdullah, Hafsa ve Abdurrahman. Abdullah b. Ömer meşhur Sahabe âlimlerindendir.

Hz. Hafsa ise ilk kocasının Bedir Savaşı’nda yaralanıp ölmesi üzerine, Medine’de Hz. Muhammed Peygamberimiz (asm) ile evlenmişti.

2) Mekke’de, İslâm Öncesi Dönemde: Huzaa Kabilesinden Cervel Kızı Müleyke (Melike, Ümmü Gülsüm) ile de evlenmişti. Melike’den Übeydullah adlı bir (1) bir oğlu oldu. Hz. Ömer (ra) hicret edince bu hanım Mekke’de kaldı. 

Hz. Ömer, Hicretin altıncı yılına, Mümtehine suresinin onuncu ayetinin inmesine kadar onunla evli kaldı.) Hanımı Mekke’de, o Medine’de olmasına rağmen, evlilik altı yıl devam etmişti. Mümtehine suresinin onuncu ayeti, Müslüman erkeklerin müşrik kadınlarla evlenemeyeceği hükme bağlanınca: Hz. Ömer bu Müşrik hanımını boşadı ve ondan ayrıldı. Boşandıktan sonra bu hanımla, Mekke’de Muaviye b. Ebi Süfyan evlenmişti.

 

3) Mekke’de, yaşayan dayısı, MahzumoğullarındanHars b. Hişam’ın kızı Ümmü Hâkim’den de Fatıma adında bir (1) kızı olmuştu.

 

4) Mekke’de, İslâm Öncesi Dönemde: Mahzumoğullarından Ebu Ümeyye’nin kızı Kureybe ile de evlenmişti. Hicret ile bu müşrik hanımı da Mekke’de kaldı ve Hz. Ömer (ra) bunu da boşadı…

 

5) Medine’de, Hicretin yedinci yılında, kırk beş yaşındayken, Ensar’dan Asım b. Sabit’in genç kız kardeşi Asiye ile evlendi ve adını Cemile olarak değiştirdi. Cemile’den de bir (1) oğlu Asım oldu. Sonradan bu hanımı boşamıştı.

 

6) Hicretin 17. yılında elli yedi (57) yaşlarında iken, bu kez Hz. Ali ’nin ve Peygamberin kızı Hz. Fatıma’dan olma kızı, sekiz (8) yaşındaki Ümmü Gülsüm ile evlendi. Hz. Ali o daha küçük, sekiz (8) yaşında) diye vermek istemediği kızıydı. Ümmü Gülsüm’den: Zeyd ve Rukiye adlı bir (1) oğlu ve bir (1) kızı olmuştu. Her iki çocuk da fazla yaşamadılar.

 

7) Yemenli Lüheyye Lihye ile de evlenmişti. Bundan da: Abdurrahman el-Asğar (Küçük Abdurrahman, “Ebu Şahme”) doğdu. Bu kendisine hicretin 14. yılında, içki haddi vurulan oğludur.

 

8) Amcaoğlu Zeyd b. Amr’ın kızı Atike ile de evlenmişti. Atike Medine’de Zübeyir b. Avam tarafından boşanınca, Hz. Ömer (ra) onunla evlenmişti. Bu kadın, eniştesi Said b. Zeyd’in kız kardeşi ve Hz. Ömer (ra)’in yakın akrabasıydı.

Hz. Ömer (ra) Medine döneminde, Hz. Ebu Bekir (ra)’in kızı Ümmü Gülsüme de talip olmuş; fakat Ümmü Gülsüm, onu sert mizaçlı bulduğu için onunla evlenmek istememişti.

Kaynaklar:

https://sorularlaİslâmiyet.com/hz-omer-ra-kimlerle-evlenmisti-onun-kac-cocugu-vardi-ve-bunlarin-anneleri-kimlerdi

Hars b. Hişam b. Muğire için Osmanı’ı tercih etti ve Sa'd ise Ali’yi destekledi… Durum, ikiye ikiydi!..

 Wilferd Madelung'a Göre:

Hz. Ali'nin Hz. Muhammed ile bir dereceye kadar yakın akrabalık bağlarını tek başına yapabileceğinden, Hz. Ali'ye karşı tek güçlü karşı aday, olarak Osman seçildi. 

RVC Bodley:

Ömer'in öldürülmesinden sonra, Hz. Ali'nin, Emir Ebu Bekir ve Emir Ömer tarafından oluşturulan siyasî ve beşerî yönetim sisteminin düzenlemelerine göre, yönetim kurallarına uyup uymayacağı. Abdürrahman tarafından Ali’ye sorulduğunda:

Uymayacağını ve ancak Muhammed’in Sünneti ve Allah’ın Emirlerine uyacağını belirtmişti. Böylece uzun yıllar sonra kendisine tekraren sunulmuş bulunan, Emirliği reddediyordu!.. Aslında Ehl i Beyt, Hz. Ali’ye teklif edilen “Emirlik” değildi. “Emirü’l Müminin (Müminlerin Emiri) olmasını istiyorlardı. Hz. Ali ise kabul etmedi…

Bunun üzerine, Osman’a müracaat eden Abdurrahman'ın sunduğu Emirlik şartlarını, Hz. Osman, tereddütsüz kabul etti…  

Abdurrahman'ın kararının ardından komite, Hz. Osman 'ı resmî olarak üçüncü Emir seçti ve Mescittekilerin ona biatını istedi. Orada bulunanlardan Hz. Ali de Hz. Osman ’a biat etti!.. On iki yıllık sürenin, on yıllında, Emirliğin şartlarını yerine getirmediğine, Emirlik makamında bulunan Hz. Osman’ın kendisi de inanıyordu… 

 Hükümdarlığı sırasında, Hz. Osman'ın askeri tarzı, daha çok askeri yetkiyi Emevî Kabilesinin güvenilir akrabalarına devrettiği için daha özerkti. Hz. Osman bu Emevî Valilerini, her vilayetin idarecisi olarak atadı. Hz. Osman 'ın bu stratejisi, etkili bir idarî yöntem miydi bilinmez!.. Yönetimde bulunduğu sürece, toprakların daha fazla genişlemesini sağladı.

MuaviyeArap-Bizans Savaşları sırasında denizden Bizans saldırılarını durdurmak için, Ömer tarafından 639'da Suriye Valisi olarak atanmıştı. Bir vebada ölen ağabeyi Yezid bin Ebu Süfyan'ın yerine kendisinden önceki Hz. Ali Ebu Ubeyde Bin Cerrah ve 25.000 kişi daha geçti. Şimdi, 649'da Hz. Osman'ın yönetimi altında, Muaviye'nin, 655'te Direkler Savaşı'nda Bizans Donanmasını yenerek Akdeniz'i açan Monofizit ( ilahi ve beşeri olmak üzere iki farklı doğasının olduğunu; ancak ilahî olan doğanın, beşerî olan doğadan daha üstün olduğu için, onu dönüştürüp absorbe etmiş olması inancıdır. Buna göre İsa'da sadece tanrısal doğa kalmıştır ve İsa insanî özelliklerini yitirmiştir.) HristiyanlarKıptiler ve Yakubi Suriyeli Hıristiyan Denizciler ve Müslüman Birliklerinden oluşan bir donanma kurmasına izin verildi.

Muaviye; Ümmü Habîbe bint Ebû Süfyân’dan dolayı Hz. Muhammed’in kayınbiraderidir.

651'de, Osman Abdullah bin Zübeyr ve Abdullah bin Saad'ı Mağrip'i yeniden ele geçirmeleri için gönderdi. Burada 120.000 ile 200.000 arasında olduğu kaydedilen Afrika Eksarhı ve Heraklios'un akrabası olan Patrici Gregory'nin ordusuyla tanıştı. Askerler, başka bir tahmin kaydedilmesine rağmen, Gregory'nin Ordusu 20.000 olarak belirlendi. 

Muhalif güçler, bu savaşın adı haline gelen Sufetulada çarpıştı. El-Bidaye ven Nihaye'den alınan kayıtlar, Abdullah'ın birliklerinin tamamen Gregory'nin ordusu tarafından kuşatıldığını belirtiyor; ancak Abdullah bin Zübeyr, Gregory'yi arabasında gördü ve Abdullah bin Sa'd'dan onu durdurmak için küçük bir müfrezeye liderlik etmesini istedi. Müdahale başarılı oldu ve Gregory, Zübeyr'ın Pusu Partisi tarafından öldürüldü.

 Sonuç Olarak:

Bizans Ordusunun morali bozulmaya başladı ve kısa sürede bozguna uğradılar. Bazı Müslüman kaynaklar, Kuzey Afrika'nın, Hz. Muhammed bin Cerir el-Taberi tarafından fethinden sonra Abdullah bin Sa'd'ın, İspanya'ya devam ettiğini iddia ediyor. İspanya ilk kez yaklaşık altmış yıl önce Hz. Osman 'ın Emirliği sırasında, işgal edilmişti. İbn Kesir gibi diğer önde gelen Müslüman tarihçiler de aynı rivayeti aktarmışlardır. Bu seferin açıklamasında, Abdullah bin Saad'ın generallerinden ikisi, Abdullah bin Nafiye bin Hüseyin ve Abdullah bin Nafi' bin Abdul Kays, bir Berberi Kuvvetinin yardımıyla İspanya'nın kıyı bölgelerini, deniz yoluyla işgal etmeleri emredildi.

Endülüs'ün kıyı bölgelerini fethetmeyi başardılar. Müslüman kuvvetlerin nereye indiği, hangi direnişle karşılaştıkları ve İspanya'nın gerçekte hangi bölgelerini fethettikleri bilinmiyor… Bununla birlikte, Müslümanların Hz. Osman 'ın Emirliği sırasında, İspanya'nın bir kısmını fethettikleri ve muhtemelen kıyılarında koloniler kurdukları açıktır. Bu vesileyle, Hz. Osman 'ın işgalci kuvvete bir mektup gönderdiği bildiriliyor:

7. yüzyılın sonlarında İspanya'daki Vizigot Krallığına karşı Berberiler ve Müslümanlar tarafından akınlar yapılmış olsa da Tarık'ın 711 seferinden önce İspanya'nın işgal edildiğine veya bir kısmının Müslümanlar tarafından fethedildiğine veya yerleştiğine dair hiçbir kanıt yoktur!..

Abdullah bin Saad, Hilafet'in Bizans İmparatorluğuna karşı, ilk kararlı deniz savaşında, Direkler Savaşı'nda da başarı elde etti.

Doğuda, Temimoğulları Şefi ve daha önce, Şuşter'i fetheden kıdemli bir komutan olan Ahnef bin Kays, Türkmenistan'daki Öküz Nehri  yakınlarındaki Sasaîlerin 29. Ve son Hükümdarı Yazdicerd III.'yü daha fazla hırpalayarak ve daha sonra bir askeri koalisyonu ezerek bir dizi ilave askeri genişleme başlattı. 628 yılında oğlu II. Kubâd tarafından öldürülen II. Hüsrev'in (590–628) torunudur. Babası Şahryar'dı ve babaannesi Bizans İmparatoru Mauricius'un kızı Miriam'dı. Ayrıca, Ali'nin torunu Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn'in annesi Şehre-Bânû'nun da babası olur.

Halife Ömer bin Hattab gönderdiği bir mektupla III. Yezdicerd'in İslam dinini kabul etmesini istediği zaman Yezdicerd verdiği yanıtta Sasani resmi dini olan Zerdüştlük dininin çok tanrılı bir din olmadığını ve Araplarla karşılaştırılınca İranlıların daha uygar ve daha fazla kültürlü olduğunu bildirmişti. (https://tr.wikipedia.org/wiki/III._Yezdicerd)

Herat Kuşatması'nda Sasani ve Ak Hun İmparatorluğunun koalisyonunu, sonra Basra

Valisi Abdullah bin Amir de Fars, Kerman, Sistan ve Horasan'daki isyanların bastırılmasından Maveraünnehir ve Afganistan'da, yeni fetih cephelerinin açılmasına kadar, bir dizi başarılı kampanyaya öncülük etti.

 Dede Kasım GÜVERCİN, “Hak Muhammed Ali” adlı kitabının 103. Sayfasında:”İnsan olmanın yolunun iyi ahlâktan geçtiğini” söylüyor:

“Bir zamanlar doğru ile yanlışı, helâl ile haramı; saygı ile saygısızlığı; terbiye ile terbiyesizliği; inanç ile inançsızlığı; büyük ile küçüğü ve benzerlerini birbirlerinden ayırmak mümkün idi…Bugün gelinilen noktada ak ile karayı birbirlerinden ayırmak pek zor gözüküyor”. Diyerek sitem etmektedir.

“İnsanlar kuzu postuna bürünmüş birer kurt olmuşlar. Kimin kuzu kimin kurt olduğu belli değil!..Bu iki yüzlülük o kadar sabırsız ki hemen kendini ele veriyor. Böylece zarar azamiye inmiş oluyor.”   “….Gençler, ‘dünyamızın geleceğidir.’  Anlayışı birinci plandan çıkıp ikinci plana itilmiş durumdadır. Bunun asıl sebebi ise insanların yalnızlaşarak bireyselleşmesidir.  Sorunların yoğunluğu sürekli koşturmaca ve hayat mücadelesine kendini vermiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte umut tükenmez! Umuda koşan insanların bu çaresizlikten sıyrılarak, içinde bulundukları problemleri aşacaklarına dair ümidim hep sağlam kalmıştır.”

Her şey insanda başlar insanda biter. Sorumluluk duygusu, çevreye saygı, doğaya saygı ve temiz bir ülke özlemi, her daim içimizde umut olarak güne yansımaktadır. Bunda da Avrupa’dan geri kalmayacağımızdan emin benzer sözleri ile geleceğe dair ümitlerini belirtmektedir.

 İslâm Dininde Yazılı Hukuk:

İslâm Dininde yazılı bir Hukuk da yoktu! Ne Emevîler ne Abbasiler ne Selçuklular ne de Osmanlılarda yazılı bir hukuk ortaya konmamış… 1500 yıl boyunca da hiç olmamıştır!..  Eğer yazılı bir hukuk olsaydı, Emirler manevra yapamazlardı. Hukuk kural ve kaidelerine uymak zorunda kalırlardı. Bunu engellemek için hukuk yazdırmadılar. Bunun yerine, kendileri “Hukuk” uydurdular buna da Şeriat dediler…

Bir suçun dinde karşılığı yoksa, örfe bakılır, o da yoksa Sultanın sözü geçerliydi. İşte buna “Şeriat” idi. Halk, buna öyle inandı ki bunu Kuranın hükmü, İslâmî şeriat kabul etti… Halbuki bu uygulamanın Allah’ın Kuran’ı ve İslâmî kaideleri ile bir ilgisi yoktu!.. Sadece kendi saltanatlarını yürütmek, makam ve mevkilerinde daha fazla kalabilmek ve saltanatlarını sürdürmek için uydurulmuş“Hukuksuzluk” tu. Yüz yıllar boyu değiştirilmeden hatta tek adam destpotluğunu artırarak sürdürüldüler.

Türk İmam Ebu Hanif’ti. Bu ismi “Ebu Hanif” (Ebu Hanife olarak lakabı takıp, kadın ismine çevrilerek aşağılandı, Araplarda kadın en aşağılık kimseydi. Mal gibi alınıp satılır ve sadece kullanılırdı. “Hanif” ismi, kadın ismine çevrilerek aşağılamak maksadıyla kadın ismine çevrilip Ebu Hanife denilerek alay edildi, hakaret edildi ve aşağılandı.)

Türkler itikatta, Maturidi idiler. Abbasilerin döneminde İmam Aazam Ebu Hanif, Emir tarafından makama davet edildi. “Gel burada görevini icra et; benim icraatlarımı fetvalarınla destekle, saltanatın nimetlerinden de yararlan.” denildi. Kabul etmedi. Bunun üzerine İmam Azam Ebu Hanif’i, üç ay hapse attırdı. Üç ay sonra tekrar sorduruldu. Yine kabul etmedi. Bunun üzerine bu defa da hapishaneden zindana gönderildi. Daha sonra tekrar soruldu. Teklifi kabul etmeyince zindanda aç ve susuz bırakıldı. Sonra da değişmediği görülerek Emirin emri ile “İmam Azam Ebu Hanif” ismi alçaltılarak hakaret edilerek “Ebu Hanife” diye kadın ismine çevrilip zindanda acılar içinde öldürüldü… Bugün Müslümanlar Ebu Hanife diyor. Yani Ebu Hanif’i Abbasi Emiri’nin söylediği gibi bilmeden aşağılayarak söylüyor. Cehalete bakar mısınız?..

Lâkabı Sadeddin Oğlu Numan’dı. İtikadı “Maturidilik”ti.  Maturidilik: Aklı ve Mantığı öne çıkarıyordu. Osmanlı Türk İmparatorluğu dahi Hanifî olmasına rağmen itikatta Maturidiliği değil, Eşariliği kullandılar. Bu yöneticilerin çok işine geldi. Türkler Hanefî olmalarına rağmen onlar da itikatta Eşariliği kullandılar.

Eşarilikte: Yönetici ister sarhoş ister deli ister katil ister hırsız ne olursa olsun, hesap vermez! Eleştirilemez ve sorgulanamazdı!.. Yöneticiye kayıtsız şartsız biat, itaat şarttı. Karşı çıkmayacaksın! Sorgulamayacaksın! Ne olursa olsun itiraz etmeyeceksin, itaat edeceksin… “Onun bir günahı varsa, öbür dünyada cezasını Allah verir.” Denirdi.

Bu tarz yönetim, Müminlerin Emiri, Emir, Sultan…vb. bütün yöneticilerin işine geliyordu. Böylece büyük güç sahibi oluyorlardı… “Sen itaat et, gerisi Allah’ın işi.” denirdi. Onun cezasını Allah öbür dünyada verir. Deniliyordu; fakat İslâm’daki dört Emir de yatağında rahat ölmedi, birçok sebebe bağlı olarak öldürüldüler. Diğer gelenler de ya savaş yoluyla veya yine ihanete kurban gittiler.

Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılarda da durum değişmedi. “Emir”, “Halife” oldu ve “Halife Sultan” veya yöneticilerin astığı astık, kestiği kestikti. O ne yaparsa doğruydu ve dokunulamazdı.  İsterse halktan yüz kişiyi asar, isterse yüz kişiyi vezir yapardı. Yavuz’un Mısır’ı fethedip Halife olmasıyla birlikte, İstanbul’a getirilen iki bin (2.000) Arap Molla ile birlikte, bu adetler Türk Sultanlarına da bulaştı. Onlar da bu kural ve kaideleri Allah’ın emri ve İslâmî olmamasına rağmen, aynen ve daha fazlasına kullanıp uyguladılar.

İstanbul’da Sultanahmet’te bulunan Adliye Sarayının önünde, sabah erken saatlerinde en az iki yüz, üç yüz kişi toplanırdı. Avukatlar buradan birkaç kişi seçer. Onlara: Hâkim karşısında: “Sen böyle, sen de böyle diyeceksin!” derlerdi. Bu şahitlik karşılığında 100.Lira alırlardı. Bunu hâkim de bilirdi. Hâkim çıkışacak olursa, hâkime: “Yalan söylüyorsa Allah onun cezasını ahirette soracaktır. Siz dahile göre hükmetmek durumundasınız…  İslâm dahile göre hareket eder. Sen bu adamın kalbinin içine mi girdin ki bileceksin?”  Derler, dava biterdi…  İşte Osmanlıyı yıkan da bu adaletsizlikti. Halife ne olursa olsun ne yaparsa yapsın itiraz yoktu! İster öldürür isterse yaşatırdı.

 Hz. Ali katledilinceye kadar yöneticiler: “Emir’ül Müminin” Müminlerin Emiri, sıfatını kullanıyordu. Hz. Ali katledilince Muaviye ulemayı topladı ve onlara dedi ki: “Bundan sonra “Halife” sıfatını kullanacağım. Allah ile benim aramadaki konumum nedir?” dedi.

Ulema: Siz, “Zillullah-ı fil-âlem” Yani: Allah’ın yer yüzündeki gölgesisiniz. Yapacağınız her şeyi Allah adına yapacaksınız.

Muaviye: Teba ile durumum ne olacak?

Ulema: İstediğini yaşatırsın, istediğini öldürürsün…

Muaviye: Beytül mahalle durumu ne olacak?

Ulema: İstediğiniz gibi kullanırsınız…

Muaviye: Hiçbir sorumluluğum yok mu?

Ulema: Yok!

Öbür dünyada Allah’a karşı sorumlusun.

Muaviye: “Teba ile durumum ne olacak?” dedi.

Ulema: İstediğin yaşatır, istediğini öldürürsün… 

İtaat kültürü Osman döneminde geliştirildi. Bütünüyle bir itaat söz konusuydu. Hz. Ali’nin ölümünden sonra Hz. Ali ve ailesine Camide vaazlarda hakaret ediyorlardı. Halk bunları dinlemeden” Nasıl olsa Namazı kıldım!” Deyip çekip gidiyordu. Muaviye ve oğlu Yezit’in ortaya koyduğu ve cebren getirdiği kural Hutbenin en arkadan ortaya alınması, zikir ve tesbih ve benzeri kural ve kaidelerdir Ondan önce bunların hiçbiri yoktur!..  Bunların İslâm Dini ile bir ilgisi yoktu!  Bilinçli olarak yapıldı. Burada Hz. Ali ve efradına küfür ve hakaretler edilirdi. Halk Vaazı dinlemez çeker giderdi. Baktılar ki halk gidiyor. Hutbeyi Cumalarda ortaya aldılar. Halka hitap ettiler. Halk, bu hutbeyi istemeyerek de olsa dinlemek zorunda kaldı…

         Hz. Osman 'a Karşı İsyanlar:

Baladhuri'den Futh Al-Buldan, ertesi yıl, (MS.652) Belucistan'ın Kerman’daki isyana karşı kampanya sırasında Majaşa bin Mes'ud komutasında yeniden fethedildiğini yazıyor.

Batı Belucistan ilk kez doğrudan, Hilafete tabi oldu ve tarımsal haraç ödedi. Hz. Osman 'ın yönetimi altındaki askerî seferler, Aşağı Nil'deki Nubia Krallığındaki birkaç yer dışında genel olarak başarılıydı.

 Hz. Osman 'ın Politikalarına Muhalefet:

Hz. Osman 'ın Emevî Valilerine Emirliği sırasında yüksek mevkiler vermesi yerel halkın tepkisine sebep oldu.

Bu atamalar sebebiyle eleştirildi. Adam kayırmakla suçlandı… Emevî yetkililerinin görevden alınması taleplerine başlandı. Emirin, ayrıca Emevî akrabalarına pahalı hediyeler verdiği ve kişisel hediyeler için hazineyi, manipüle etmekle suçlandığı bildirildi.  

Hilafet çevresinde hükûmet karşıtı gerilimin arttığına dikkat çeken Hz. Osman'ın yönetimi, Hilâfetin kökenlerini, kapsamını ve amaçlarını belirlemeye karar verdi.

654 yıllarında, Hz. Osman on iki Eyalet Valisinin Hepsini durumu görüşmek üzere Medine'ye çağırdı.  Bu Valiler Konseyi sırasında Hz. Osman, konseyin tüm kararlarının yerel koşullara göre alınmasını emretti.

Hz. Osman 'a, hoşnutsuzluğun kaynağını belirlemeye çalışmak için çeşitli vilayetlere güvenilir ajanlar gönderilmesi önerildi. Emir bunun üzerine Hz. Muhammed bin Mesleme'yi Kufe'ye , Usame bin Zeyd'i, Basra'yaAmmar bin Yasir'i, Mısır'a ve Abdullah bin Ömer'i,  Suriye'ye gönderdi. Bu bölgelere gönderilen ajanlar, her şeyin yolunda olduğunu ve halkın genel olarak yönetimden memnun olduğunu bildirdi; ancak Mısır'ın elçisi Ammar bin Yasir geri dönmedi ve öldürüldüğünden şüphelenildi…

9. yüzyıl tarihçisi Sayf ibn Umar'a göre Ammar, Mısır muhalefeti için Hz. Osman 'ı terk etti ve Sebe'iyye grubuyla ilişkilendirildi.  

Mısır Valisi Abdullah İbn S'ad, bunun yerine, muhalefetin faaliyetlerini bildirdi. Hz. Ali'nin üvey oğlu Hz. Muhammed ibn Ebi Bekir, Hz. Osman 'ın evlatlığı Hz. Muhammed bin Ebi Huzeyfe ve Ammar ibn Yasir'e karşı harekete geçmek istedi…

 Hz. Muhammed'in ilk Sahabelerinden olan Hz. Osman, Hz. Muhammed’in amcasının kızının oğlu, aynı zamanda damadıydı. Hz. Osman, Muaviye gibi Mekke’nin, önde gelen Ümeyye Ailesinin bir üyesiydi ve gerçekten de Mekkeli Soylularının, tek temsilcisiydi… Çok kısa süre sonra, baskın Mekke Ailelerinin etkisi altına girdi. Emir Hz. Osman zamanında, birbiri ardına, İmparatorluğun yüksek makamları, bu ailelerin üyelerine gitti. Hz. Muhammed’in, Hatice'den olma iki kızı Rukiyye ve Ümmü Gülsüm’ü birinin ölümü üzerine, birbiri ardına, onunla evlendirdi.

Hz. OsmanKureyş Kabilesinin güçlü bir ailesi olan Mekke’nin Emevî Klanında doğdu. Yetmiş (70) yaşında Emir oldu. Liderliği altında imparatorluk 650'de Fars'a (bugünkü İran) ve 651'de Horasan'ın bazı bölgelerine (bugünkü Afganistan) genişledi…

 640'larda Ermenistan'ın fethi başladı. Emir Hz. Osman’ın Müslüman halka içindeki “Adaletsiz uygulamaları, usulsüz atamaları, deney, tecrübe, bilgi, liyakati bir tarafa bırakarak akraba, hısım, eş ve dostları devlet makamlara ataması…vb.” sebebiyle ona karşı Müslümanların isyan ederek, Medine şehrine yürümesine sebep oldu!.. Sonunda bu haksızlığa dayanamayan halk Hz. Osman ’ın bulunduğu evini işgal ettiler. Evinde uzun süre susuz ve aç bırakılması ve sonunda bu hareket, Hz. Osman ’ın öldürülmesiyle sona erdi…

Hz. Osman’ın, belki de en iyi yaptığı şey, Hz. Muhammed'in yaşamı boyunca parşömenler, kemikler ve kayalar üzerinde yazılı, dağınık bir şekilde bulunan Kuran Metinlerini bir araya getirttirmesidir!.. Asıllarının yakılması ise büyük tepki çekti…

Emir Hz. Ebubekir tarafından toplanarak bir araya getirilen, Ebubekir’in ölümü sonrasında da Hz. Muhammed’in dul eşi, Hafsa ’ya geçen tek kopyaya dayanarak, Kuran’ın kopyalarını çoğaltmakla görevli bir komite oluşturmasıyla tanınır…

Komite üyeleri, aynı zamanda Kuran okurlarıydı ve metni ezberlemişlerdi. Hz. Osman, telaffuz veya lehçelerdeki olası hataları açıkladıktan sonra, kutsal metnin kopyalarını Müslüman şehirlerinin ve garnizon kasabalarının her birine gönderdi … Sonra da asıl olan varyant metinleri yok etti!.. İranAfganistan ve Ermenistan'a fetihler başlamıştı.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Hz.Osman bin Affan

Hz. Osman bin Affan ilk Sahabelerdendi. Annesi Hz. Muhammed’in amcasının kızıydı. Hz. Muhammed’in kızlarından Rukiye ile evlendi. Rukiye öldükten bir müddet sonra da Hz. Muhammed’in diğer kızı Ümmügülsüm ile evlenmişti…

Hz. Osman bin Affan Ümeyye Oğullarından (Emevîler) Kabilesinin önde gelen tüccarlarındandır. Hz. Osman'ın künyesi, İslâm Peygamberi Hz. Muhammed'in kızı Rukiyye'den olan oğluna nispetle, Ebu Abdullah'tır. Bunun dışında Ebu Leylâ olarak anıldığı da olur. Soyu Abdümenâf bin Kusay olup Hz. Peygamber’in nesebiyle birleşir; çünkü Hz. Muhammet’in Amcasının kızının oğlu olup, Hz. Osman, Resûl-i Ekrem’den altı yaş küçüktür. 

 Kureyş Kabilesine mensup olduğu ve nesebinin Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir ile de birleştiği bilinmektedir. Aynı zamanda İslâm Peygamberi Hz. Muhammed'in de damadı olmuştur. Putperest Ümmü Cemil ve kocası Ebu Lehep’in oğullarıyla evliydiler. Anne ve babaları: “Oğullarım Hz. Muhammed’in kızlarını boşayın!..” dediler.

Hz. Muhammed’e Peygamberlik gelince babasına kızdıkları için, Peygamberimizin kızlarını boşamışlardı… Hz. Osman (ra) Peygamberin boşanan kızlarından, önce Rukiye’yi nikahladı. Rukiye’nin ölümünden sonra da Ümmü Gülsüm’ü nikahına aldı.

 Emevî ismi, Dört Emir döneminden (632-661) sonra İslâm Devleti'ne egemen olan Emevî Hanedanı'nın kurucusu Muaviye'nin, büyük-büyük-babası Ümeyye bin Abdişems'ten ve Mekkeli Kureyş Kabilesine bağlı Ümeyye ailesinden gelmektedir.

Muaviye (Hz. Muhammed’in Eşi Ümmü Habîbe bint Ebû Süfyân’dan dolayı Muhammed’in Kayınbiladeri idi), Muâviye b. Ebû Süfyân’ın tam adı Ebû Abdirrahmân Muâviye b. Ebî Süfyân Sahr b. Harb b. Ümeyye el-Ümevî el-Kureşî’dir.

Hz. Ömer döneminin sürdüğü 641'de Şam Valisi olarak atanmış ve Suriye'yi denetimi altına almıştı. 661'de kurduğu Emirlik Devletinin başkenti de Şam'dı. 

Muaviye'nin 661'de Emirliğini ilan etmesi ile son Emevî Emiri II. Mervan'ın 750'de Abbâsîler tarafından bozguna uğratılması arasında, geçen sürede, on dört (14) yıl Emevî Hükümdarlığı, Emirlik yapmıştır. Bunlardan ilk üçü olan MuaviyeI. Yezid ve II. Muaviye; Ebu Süfyan bin Harb'ın soyundan geldiği için Süfyanîler Kolu, adını taşırlar. II. Muaviye'nin ardından gelen I. Mervan'la Emirlik, sülalenin diğer bir koluna geçildiğinden, bundan sonra gelen, diğer bütün Emevî Emirlerine “Mervanîler Kolu” adı verilmiştir.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Emev%C3%AE_Emirler_listesi

 Hz. Ömer, Fars bir köle olan Ebu Lü’lüe Firuz tarafından sabah Namazında hançerle ağır yaralandı.  Yaralandıktan sonra, ömrünün son anlarında, kendinden sonra hilafet seçimi için altı kişiyi yanına çağırdı. Bunlara kendi aralarında birini Emir olarak seçmek üzere, hilafet konusunu, bu altı kişilik şuraya bıraktı. Bu altı kişi şunlardan ibaretti:

1. Hz. Ali

2. Talha

3. Zübeyr

4. Abdurrahman

5. Hz. Osman

6. Saad bin Ebi Vakkas.

Daha sonra Ebu Talha Ensari’yi, Ensar’dan elli kişiyle birlikte, şuranın Emir seçimi için bulundukları evin önünde kalmalarını ve onların alacakları kararları beklemelerini emretti:

“Eğer üç gün sonra, onlardan beş kişi, birisi hakkında tevafuk ederlerse ve biri karşı çıkarsa, karşı çıkanın boynunu vurun!

Eğer dört kişi, biri hakkında tevafuk ederlerse ve iki kişi karşı çıkarsa, o iki kişinin boynunu vurun!

Eğer bir kişinin seçiminde, tevafuk edenler ve karşı çıkanlar eşit olursa (yani üçe üç olursa) Abdurrahman b. Avf’ın bulunduğu gurubun görüşü kabul edilsin!..

Eğer diğer üç kişi, karşı çıkarlarsa, boyunlarını vurun.

Eğer üç gün sonra, birinde ortak noktaya varamadılarsa ve herkes birbiriyle muhalefet ettiyse, altısının da boyunlarını vurun!..

Müslümanlar, kendi aralarında Emir tayin etsinler!..”

https://tr.wikipedia.org/wiki/Emev%C3%AE_Emirler_listesi

 Ömer, şurayı oluşturan altı kişinin seçilme sebebini şöyle beyan ediyor:

Zira, Resul-i Ekrem vefat ederken, bu altı kişiden razı olarak vefat etti. Ben de kendi aralarında birini tayin etmeleri için “Hilâfeti Şura Şeklinde”, onlara bırakıyorum.

 Şûra Üyelerinin Kabilelerine ve Konumlarına Gelince:

1)   “Osmân bin Affân, Ümeyyeoğullarındandır;

2)   Hz. Ali bin Ebî Tâlib, Hâşimoğulları ve Abdümenâfoğullarındandır.

3)   Abdurrahmân bin Avf, Zühre Kabilesindendir.

4)   Sa’d bin Ebî Vakkâs, Zühre Kabilesindendir.

5)   Zübeyr Esed bin Abdiluzza bin Kusayoğullarındandır.

6)   Talha, Ebû Bekir’in kabilesi Teymoğullarındandır.

Açıktır ki Talha’nın halîfelikte gözü yoktu; çünkü daha önce Halîfe seçilen (Ebû Bekir) de diğer kabilelerle eşit olmayan bir kabiledendi.

Zübeyir bin Avvâm da Talha gibiydi.

Zübeyir Esed bin Abdiluzza bin Kusayoğullarındandı. Bunlar, amcaoğulları Abdümenâfoğulları’na kıyasla küçük bir kabileydi. Ayrıca Zübeyir, Hâşimoğulları safında yer alıyordu. O, Rasulullah’ın halasının oğluydu. Dolayısıyla, Hz. Ali bin Ebî Tâlib’in önüne geçemezdi. Geriye Abdurrahmân bin Avf ile Sa’d bin Ebî Vakkâs kalıyor. Belirttiğimiz gibi onlar, Zühreoğullarındandı. Bu önemli bir kabile olmakla birlikte, Abdümenâfoğullarıyla ne cahiliye ne İslâm döneminde denk ve eşit değildi. Öyleyse sorun, Abdümenâfoğullarıyla sınırlı kalacak, yarışma Haşimoğullarından Hz. Ali bin Ebî Tâlib ile Ümeyyeoğullarından Osmân bin Affân arasında olacaktı…”

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/20383

 Ömer’in ölümünden üç gün sonra, bu altı kişi Peygamber’in en genç hanımı Hz. Ebubekir’in de kızı olan Ayşe'nin evinde toplanıp, konuşmaya başladılar:

Önce, Ebû Hz. Muhammed Talha b. Ubeydillâh b. Osmân et-Teymî el-Kureşî, kendi hakkını, Hz.Osman ’a bıraktı ve Zübeyr (“Zübeyr bin Avvâm” Hz. Hatice’nin kardeşi Avvâm b. Huveylid, annesi Resûl-i Ekrem’in halası Safiyye bint AbdülmutTalib’dir. Soyu Hz. Peygamber’in dedelerinden Kusay b. Kilâb’da Resûl-i Ekrem ile birleşir) hakkını, Hz. Ali’ye bıraktı ve Saad bin Ebi Vakkas (Nesebi Benî Zühre’den olan babası vasıtasıyla Kilâb b. Mürre’de, Benî Ümeyye’den olup İslâmiyet’i kabul etmeden ölen annesi, Hamne bint Süfyân b. Ümeyye vasıtasıyla Abdümenâf b. Kusay’da Hz. Peygamber’in nesebiyle birleşir. Dedesi Vüheyb b. Abdümenâf b. Zühre, Resûl-i Ekrem’in annesinin amcasıdır.) hakkını, Abdurrahman’a (Hz. Ebû Muhammed Abdurrahmân b. Avf b. Abdiavf el-Kureşî ez-Zührî, İlk sekiz Müslümandan biri. Üç Emirye de “Sırasıyla Ebubekir, Ömer, Hz. Osman” Müsteşarlık yaptı.) bıraktı.

Abdurrahman, kendi görüşünü açıklamak üzere Muhacir ve Ensarı Peygamber’in Mescidinde topladı. O, önce Hz. Ali’ın (aleyhisselem) yanına gitti ve ona şu şartı koştu:

“Hükümet sisteminde, Şeyhaynler (Ömer ve Ebubekir’in) siyasetini devam ettirip onların yöntemine uyacak mısın?!..” Denildiğinde:

Hz. Ali; Ebubekir ve Ömer’in yöntemi üzere, devleti yönetme şartının reddetti ve şöyle buyurdu:

“Ben Allah’ın emrine Peygamber’in sünnetine ve Allah ve Resulünün razı olduğu, kendi yöntemime uyarım! Başkalarının yöntemine değil!..” dedi. Daha sonra Abdurrahman aynı cümleyi Hz. Osman ’a söyledi: Hz. Osman bu öneriyi kabul etti ve yüksek sesle şöyle dedi:

"Allaha yemin olsun ki Şeyhaynler (Ebubekir ve Ömer’in) yolundan çıkmayacağım ve onların yönteminden sapmayacağım!..”

Abdurrahman, Hz. Osman ’a biat etti ve Hz. Osman ’ı Emir tayin etti… Hz. Ali hemen orada Mescidin içinde Hz. Osman ’a biat etti… Akabinde Beni Ümeyye, grup grup gelerek biat etmeye başladılar.

“Eğer üçüncü Emir, (Bu altı kişi arasında adı geçmeyen) Hz. Ebu Ubeyde olsaydı, İslâm toplumunu, muhtemelen, yüzyıllar süren mücadelelere tesir eden Haşimi-Emevî rekabetinden kurtulmuş olurdu…” diye yorumlar yapanların da olduğu görülmektedir.

 Başka Rivayette İse:

Abdurrahman b. Avf, aralarından birinin Emirlik hakkından feragat edip, en çok istenen şahsı Emir seçmek üzere hakemlik yapmasını önerdi. Diğer üyelerin kabul etmediği bu göreve, kendisi talip oldu ve onların onaylamasıyla çalışmalarına başladı.

Üç gün süren bu görüşmelerin ardından, dördüncü gün sabah Namazından sonra, kararını açıklamak üzere, halkı Mescid-i Nebevî’de topladı. Önce Hz. Ali’yi, ardından Hz. Osman ’ı çağırıp ikisinden de Allah’ın kitabına ve Resulünün sünnetine uyma, ayrıca, ilk iki Emirnin siyasetini takip etme hususunda teminat istedi. Hz. Ali’nin:

 “Gücümün ve bilgimin yettiği kadar!” şeklindeki cevabına karşılık;

Hz. Osman’ın tereddütsüz: “Evet!..” cevabı üzerine; Abdurrahman b. Avf: Hz. Osman’ı, Emir olarak ilân ettiğini açıklayıp, ona biat etti. Daha sonra Hz. Ali ve Mescidde bulunanlar da orada, Hz. Osman ’a biat ettiler…

Rivayetler şûra üyelerinden, Talha bin Ubeydullah’ın şûranın teşkili aşamasında, Medine dışında olduğu ve ancak yeni Emir seçildikten sonra, şehre geldiğini haber vermektedir…

Hz. Ali, o tarihlerde, otuz iki (32) yaşında olup, Hz. Osman elli altı (56) olup Muhammed’in amcasının kızının oğlu olup Hz. Ali’den yirmi dört (24) yaş daha büyüktür… Tekraren ifade edecek olursak: o günkü durumda Ebubekir Emir seçildiğinde: Hz. Ebubekir: 60, Hz. Osman: 56, Hz. Ömer: 50, Hz. Ali ise: 32 yaşındadır…

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/20383

 Hz. Osman’ın gençlik dönemlerinden bu yana sürüp gelen bir alışkanlığı ve huyu vardı ki akrabalarına çok düşkündü… Bu sebeple Hz. Osman, Hilafet Makamına seçildikten sonra, Beytülmalı (Devlet Makamlarını) kendi akrabaları arasında, adaletten uzak bir şekilde. dağıtmaya başladı… İslâm topraklarına gönderdiği yöneticileri ve komutanları, Valileri de işinin ehli olup olmadığına bu makamlara layık olup olmadıklarına bakmaksızın, liyakatlerini göz önünde bulundurmadan, kendi akrabalarından seçti…

Diğer bölgelerin Müslümanları, Hilafetteki Hz. Osman ’ın tayin ettiği yöneticilerin haksız tutum ve davranışlarına tahammül edemeyerek, defalarca durumlarını Peygamber’in (s.a.a) Ashabına ve hatta Emir Hz. Osman’ın kendisine şikâyet ettilerse de bu şikâyetler etkili olmadı… Sonunda halk ve Ashap, Emir Hz. Osman ’ı uyarmaya ve eğer etkili olmazsa, onu makamından almaya karar verdiler… Hz. Osman  ve Yakınları, bu tavsiyeleri dinlemeyince, onun yönetimine karşı başkaldırı ve kıyam, ayaklanmalar oluştu!..

Hicri 35. yılda bu başkaldırılar Emir Hz. Osman ’ın evinin kendisinden şikâyet eden halk tarafından, uzun bir süre kuşatılmasına ve sonunda da öldürülmesine kadar yol açtı. Bu olay sonrasında, Müslümanlar Emir olarak Hz. Ali’ye biat ettiler.

İlk üç Emirnin Emirliğini, meşru ve hak gösteren Kuran ve Hadise dayalı herhangi bir delil yoktur!.. Elbette Ehlisünnete göre hilâfet: "Peygamberin yerini geçen kimse sadece toplumun, siyasi ve dünyevi işlerinden sorumlu olduğu" anlamına gelir. Bu sebeple Üç Emirnin, Hilâfeti için Kuran ve Hadisten delil getirmek de mümkün değildir!..

 Hz. Ali (Hz. Ali bin Ebu Talib): İslâm Peygamberi Hz. Muhammed'in damadı ve amcası Ebu Talib'in oğludur. Hz. Ali, Hz. Muhammed'in İslâm'a davetini kabul eden ilk kişidir. Sunnî İslâm'a göre Hz. Ali: Dört (4) Emirin sonuncusu, Şii İslâm'a göre ise imamların ilki ve Hz. Muhammed'in “Gadir i Hum” da işaret ettiği ilk Emiri ve hak vârisidir…

“Bütün Sünnî ve Şiî KaynaklarHazreti Hz. Ali'nin, Müslümanlar arasındaki ilim, takva, ihlas, samimiyet, fedakârlık, şefkat, kahramanlık gibi yüksek ahlâkî ve insanî vasıflar bakımından, müstesna bir mevkiye sahip bulunduğunu, Kuran ve sünneti en iyi bilenlerden biri olduğunu, ittifakla belirtmektedirler.”

 Hz. Ömer'in öldürülmesinden sonra Hz.Ali'nin, Ebu Bekir ve Ömer tarafından oluşturulan “Allah’ın Kitabı, Peygamber’in Sünnetine Göre değil Şeyhaynlerin (Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in her ikisin benimsediği ve gittiği yol)u kerhen kabul etmiş olduğu anlaşılmaktadır.  Şeyhaynlerin (Ebubekir ve Ömer) yolunu; takip ve tatbik ettikleri “Devlet Yönetimi” anlayışlarını beğenmediği ve kabul etmediği için) Emirliği reddettiğine ve Hz. Osman 'ın Emirliğinin onuncu (10.) yılında dahi Emir Hz. Osman ’ın Emirliğin şartlarını yerine getirmemiş olduğuna inanıyordu…

Abdurrahman'ın kararının ardından komite, Hz. Osman 'ı resmî olarak Üçüncü Emir seçti ve diğerlerinin de Hz. Osman ’a biat etmesini istedi. Tabii ki hepsi de itiraz etmeksizin Hz. Osman ’a biat ettiler…

Hz. Osman ’ın Halifeliğinden Şikâyetler ve

Hz. Osman ’ı Halifelik Makamından İndirme Girişimleri:

Halk atanan bu yöneticilerden hiç memnun değildi…Halkın çoğu fakir, aç ve sefil bir durumda iken, yöneticilerin hemen hepsinin, haksız ve usulsüz zenginleşmiş olmalarına isyan ettiler… Bunun üzerine Hz. Osman’ı Emirlikten indirmek için, Emevî Kabilesi ile Haşimî Kabilesi rekabeti başladı. Öte yandan Abdullah b. Sebe’nin, Hz. Ali’nin, Peygamberin, vasîsi olduğu iddiasını ortaya atarak, Emirliğin onun hakkı olduğunu, bu hakkı gasp eden Hz. Osman’ın yerine, onun geçirilmesi gerektiğini ileri sürdüğü rivâyet edilmektedir.

Hz. Osman’ın Emirlik iktidarı döneminde, Kur’ân-ı Kerîm’i bir araya getirilip çoğaltıldıktan sonra, diğer Kuran nüshalarının “asıllarını” yaktırması ayrı bir şikâyet konusu oldu. Fitne hareketinin tehlikeli bir hal aldığını gören Muâviye b. Ebû Süfyân, bu sırada Hz. Osman’ı fitne ateşi sönünceye kadar, Suriye’ye götürmek istediği, Hz. Osman’ın bunu reddetmesi üzerine, kendisini korumak için Suriye’den asker göndermeyi teklif ettiği; ancak Emirnin Medinelileri rahatsız etmemek için bunu da kabul etmediği bildirilmektedir…

İlk önemli baş kaldırı, Valilerin yerlerine dönüşleri esnasında, Kûfe’de oldu. Sürgünden dönenlerden Eşter en-Nehaî ve arkadaşları, Cerea denilen yerde toplanıp, Kûfe’ye dönmekte olan Hz. Ali Saîd b. Âs’ın yolunu keserek, şehre girmesini engellediler...

Hz. Osman’dan, onu görevden alıp yerine Basra’nın eski Valisi Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’yi tayin etmesini istediler. Hz. Osman, olayları yatıştırmak için bu teklifi kabul etti; ancak Kûfe’nin merkezî yönetimin kontrolünden çıkmasına yol açan bu durum, diğer merkezlerdeki muhaliflere de cesaret verdi… Müşterek hareket ettikleri bilinen ve Seyf b. Ömer rivayetine göre:

 

İbn Sebe tarafından yönlendirilen Mısır, Kûfe ve Basra’daki gruplar, Hz. Osman’ı ve Valilerini, açıktan eleştirmeye başladılar. Bazı hatalarını abartmanın yanı sıra, onlara haksız isnatlarda bulunmaktan çekinmediler. Ayrıca:

  Hz. Ali, Zübeyr, Talha ve Hz. Âyşe başta olmak üzere, ashabın büyüklerinin ağzından Emir Hz. Osman’a mektuplar yazarak, onları da bu işin içinde göstermeye çalıştılar. Bütün şehirlere gönderilen ve halkı cihad için Medine’ye çağıran bu mektuplar, büyük yankı uyandırdı.

Mektuplar Medine’de de etkisini gösterdi. Hz. Osman ’a yönelik kişisel kırgınlıklar Medine’deki Hz. Osman ’a karşı, Valisine tepkili olanların sayısını arttırdı…

35. yılının Receb Ayında (Ocak 656) Mısır’dan bir heyet, Emir Oman’la görüşmek için Medine’ye geldi…

Hz. Osman onları bizzat veya Hz. Ali’nin de içinde bulunduğu kalabalık bir heyetle birlikte, dinledi… Hz. Osman, kendisine yöneltilen ithamlara cevap verdi. Bu arada, bazı icraatlarının hata olduğunu kabul etti!.. Ganimet mallarının taksimiyle ilgili isteklerini uygun görüp geri dönmelerini sağladı.

Şevval ayında (Nisan): Mısır, Kûfe ve Basra’dan sayıları 600-1000 arasında gösterilen Emir Hz. Osman’ın bu uygulamalarına itirazcı üç grup, Hacı Kafileleri arasında, bölgeye geldi.

Mekke yerine Medine’ye yönelen bu gruplar, şehir dışında, üç ayrı mevkide konakladı. Gönderdikleri iki temsilciyle Medine’de, kendilerine karşı koyabilecek bir askerî birliğin bulunup bulunmadığını öğrenmek istediler…

Bunlar: Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve Resûl-i Ekrem Peygamberimizin hanımlarından oluşan bir heyet ile görüşerek, Valiler hakkındaki şikâyetlerini aktardılar… Hanımlardan da kendilerini Emirnin huzuruna çıkarmalarını istediler. Teklifleri hanımlar tarafından reddedilince, geri döndüler.

Bütün bunlardan sonra da Mısırlıların Hz. Ali’ye,

Basralıların Talha’ya,

Kûfelilerin de Zübeyr’e heyetler yollayıp, “Emirlik" teklifinde bulundukları; ancak üçünün de bu teklifi şiddetle reddettiği bildirilmektedir…

Bu girişim ve gelişmelerden endişe eden Hz. Ali, oğlu Hasan’ı göndererek Emir Hz. Osman’ı durumdan haberdar etti ve korunmasını üstlendi. Aynı günlerde, Ashabın diğer büyükleri de oğullarını, Emir Hz. Osman ’ı korumak üzere yolladılar.

Hz. Osman’ı Emirlikten indirmekte kararlı olan, kalabalık, silahlı güçler, Hz. Osman’ı savunmak için toplanan Medinelilerin dağılmasını sağlamak ve âni bir baskınla, şehirde kontrolü ele geçirmek için bir plan yaptılar…

Bulundukları mevkileri terk ederek, memleketlerine doğru yola çıktılar.

Bazı rivayetlerde ise onların Emir ile görüşerek, Mısır Valiliğine Hz. Muhammed b. Ebû Bekir’i tayin ettirdikten sonra, Medine’den ayrıldıkları belirtilmektedir…

 

Üç grup halinde, farklı istikametlere gittikleri halde, Şevval (Nisan) ayının son günlerinde ansızın geri döndüler…

Tekbirlerle Medine’ye girip, Emir Hz. Osman’ın evini kuşattılar. Dönüş sebebi olarak da Hz. Osman   tarafından eski Mısır Valisine yazılan ve liderlerinin ölümle cezalandırılmasını emreden bir mektubu, kendileri ele geçirdiklerini söylediler.

Hz. Osman’ın, böyle bir mektup yazmadığını belirtmesine rağmen, evinin etrafında mevzilendiler ve tarafsız kalan Medinelilere dokunmayacaklarını ilân ettiler.

 

Sözü edilen ve geriye dönüşlerini haklı göstermek için uydurdukları anlaşılan bu mektubun, Emirnin bilgisi dışında, Hz. Osman’ın kâtibi Mervân tarafından yazıldığı rivayetleri de vardır…

Hz. Osman, bu durum karşısında, gizlice haber göndererek, Valilerinden yardım istedi…

Emirnin öldürülebileceğini hiç düşünmeyen Medinelilerin çoğu, muhasaranın ilk günlerinden itibaren, evlerine kapanıp, mecbur kalmadıkça, dışarı çıkmadılar. Medine Şehri’nde sayıları oldukça artmış olan köleler ve işsiz güçsüz Bedevîler de isyancılara katılmıştı.

İsyancılar, yirmi gün ile iki ay arasında bir süre, devam ettiği söylenen muhasaranın son on gününe kadar, Emir Hz. Osman’ın Mescide çıkıp, imamlık yapmasına göz yumdular.

Bu günlerde Hz. Osman, kendisine yöneltilen bütün ithamlara cevap verdi ve birçok meselede, onları ikna etmeyi başardı. Bu konuşmalarından birinde:

Hz. Ali’nin tavsiyesine uyup, âsilerin şikâyet ettiği bazı uygulamalarının hata olduğunu kabul etti… Bundan sonra Allah’ın kitabı ve Hz. Peygamber’in sünnetine uygun hareket edeceğine söz vererek, sükûneti sağladı… Buna karşı çıkan Hz. Osman’ın Katibi Mervân’ın, onun izniyle yaptığı konuşma, ortalığı yeniden karıştırdı…

İsyancılar kuşatmanın son on gününde, Hz. Osman’ın evinden çıkmasına izin vermediler. Hz. Osman ’a:

“Emirliği bırakmasını, aksi takdirde öldürüleceğini…” söylediler.

Bu tarihten itibaren, evine su gönderilmesini de yasakladılar. Hz. Osman’ın Katibi Mervân’ın konuşmasına çok öfkelenip, bir kenara çekilen Hz. Ali ve Ümmü Habîbe’nin, Hz. Osman’a su ulaştırma teşebbüslerini de sert bir şekilde engellediler…

İsyancıların, yalnız kendisini öldürmek istediklerini anlayan ve Emirliği bırakmayı da reddeden Hz. Osman, o sırada evinde olup, kendisini savunmak isteyenleri tehlikeye atmak istememiş, onlardan silâh kullanmamaları için kesin söz almıştı!

İçeride 700 kişinin bulunduğu, izin verilmesi durumunda isyancılara üstünlük sağlayabilecekleri, ihtimalinden bahsedilmektedir (İbn Sa‘d, III, 71).

Hz. Peygamber’in hadisi dolayısıyla: “Bir musibetten sonra Şehid edileceğini bilen Hz. Osman, (Buhârî, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 5-7, “Edeb”, 119; Tirmizî, “Menâḳıb”, 19), rüyasında Hz Muhammmed Peygamberin:

 “Yarın birlikte iftar edeceklerini” söylemesinin de etkisiyle, (Ahmed b. Hanbel, I, 497) âsilere boyun eğmeyi reddedip, ölümü beklemeyi tercih etti…

 

İbn Sebe’nin yönlendirdiği: Mısır, Kûfe ve Basra’dan kalkarak Medine’ye kadar gelerek Hz. Osman ’ı kuşatmış olan Müslüman isyancı gruplar, Hac Mevsiminin sona ermesi dolayısıyla, Mekke’den çok sayıda insanın Medine’ye geleceğini düşünerek ve eyaletlerden gönderilen askerî birliklerin de yaklaştığının duyulması üzerine, acele ettiler…

Muhasaranın son gününde, genç Sahâbîlerin savunduğu evin, kapısını yaktılar. Akşam saatlerinde bitişikteki evden içeriye giren birkaç Mısırlı, Kuran okumakta olan Hz. Osman ’ı öldürdü (18 Zilhicce 35 / 17 Haziran 656).

Meşhur rivayetlere göre: Hz. Osman, o sırada, seksen iki (82) yaşındaydı. Bu arada ona kalkan olmak isteyen Hanımı Nâile bint Ferâfisa’nın parmakları da kesilmişti. Ardından evini ve Beytülmâli yağmalayan âsiler, Hz. Osman’ın defnedilmesini de engellediler… Bu sebeple, Emirnin cenazesi, Hanımı Nâile bint Ferâfisa’nın gayretleriyle; ancak akşam-yatsı arasında, çok az kişi tarafından gizlice, kaldırılabildi…

Hatta cenazenin üç gün sonra defnedilebildiği de rivayet edilmiştir. Cenazeye Hz. Osman ’ın iki hanımının yanında, üç ile on yedi arasında, erkeğin katıldığı ve onun Cennetü’l bakī bitişiğindeki Haşşükevkeb denilen yere, defnedildiği bildirilmektedir. Bu yer Muâviye zamanında, mezarlığa dahil edilmiştir.

Öte yandan Hz. Aliliklerden Medine’de Hz. Osman ’ı kurtarmaya gelmek için yola çıkanların, Suriye’den gönderilen yardım birliklerinin, Vâdilkurâ ’ya, Kûfe ve Basra’dan gönderilenlerin de Rebeze’ye geldiklerinde, ölüm haberini duyup geriye döndükleri belirtilmektedir…

Büyük bir ordu ile Medine şehrini işgal eden İbn Sebe’nin yönlendirdiği isyan bayrağının altında toplanmış muhalif gruplar, Hz. Osman ’ı öldürdükten sonra, Medine şehri ve Müslümanlar başsız kalır…

Bunun üzerine, kalabalık bir halk topluluk, Hz. Ali’ye gelerek, kendisinin Emir olması için baskı yaparlar. Hz. Ali, bu görevi önce kabul etmez; fakat halkın kalabalık topluluklar halinde gelerek kendisine biat etmeleri ve elini öpmesi üzerine Emirliğe razı edilir…

Öldürülen Emir, Hz. Osman taraftarları, Hz. Osman ’ın katili bulununcaya kadar, Hz. Ali’yi Emir olarak tanımayacaklarını ve Hz. Ali’ye biat etmeyeceklerini bildirirler.  

Kimisi de Hz. Osman’ın öldürülmesi olayında, Hz. Ayşe’yi suçlar. Hz. Ali ve Hz. Ayşe de suçlamaları kabul etmeyerek reddederler…

Hz. Osman 'a Silahlı İsyan:

Mısır siyaseti, Emirliğe karşı isyanda büyük rol oynadı. Hz. Osman döneminde Mısır Hz. Valisi Abdullah bin Sa'd, Mısırlılar tarafından ağır yönetim ve vergi politikaları nedeniyle eleştirildi.

Mısırlıların talepleri üzerine Hz. Osman, Abdullah İbn S'ad'ı Mısır Valisi olarak görevden aldı ve onun yerine Hz. Muhammed bin Ebu Bekir'i getirdi. 

Görevi aldıktan sonra İbn Ebî Bekir ve Yandaşları Mısır'a giderken yolda Emir'nin elçisine rastladılar. İsyancılar elçinin kişisel eşyalarını aradılar ve Hz. Osman tarafından yazıldığı ve Abdullah İbn Sa'd'a gönderileceği iddia edilen bir mektup buldular. Mektupta, Hz. Osman 'ın, İbn Ebi Bekir ve destekçileri için ölüm cezası verdiği iddia ediliyor.

Mektuba öfkelenen, İbn Ebi Bekir ve Yandaşları, daha sonra Emiryi tehdit etmek için Medine'ye doğru yola çıktılar. Asiler geldikten sonra Hz. Ali, mektubu gördü ve mektuptan haberi olmadığını, iddia eden Hz. Osman ile görüştü.  

Tarihçiler mektubun Hz. Osman 'ın bilgisi dışında Mervan bin Hakem tarafından yazılmış olabileceğini öne sürdüler. 

 Medine'deki İsyancılar

Mısır, Kufe ve Basra'dan, her biri Hz. Osman 'a suikast ve hükûmeti devirme talimatıyla birlikte, yaklaşık 1000 kişilik birlik Medine'ye gönderildi. 

Mısır temsilcileri Hz. Ali'yi bekledi ve ona Emirliği teklif etti; ancak Hz. Ali onları geri çevirdi. Kufe'den gelen birliğin temsilcileri Zübeyr'e, Basra'dan gelenler Talha'ya bir sonraki Emir olarak biatlarını sundu; ancak onlar da reddedildiler.

Bin kişilik silahlı ve tam teçhizatlı grup, Emir olarak Hz. Osman 'a alternatifler önererek, Medine'deki kamuoyunu, Hz. Osman'ın hizbinin artık birleşik bir cephe oluşturamayacağı bir noktaya getirdiler. Hz. Osman, Emevîlerin ve Medine'deki birkaç kişinin aktif desteğine sahipti.

 Hz. Osman'ın Muhalifleri Yatıştırma Girişimleri

655'te Hz. Osman yönetime karşı, herhangi bir şikâyeti olanların yanı sıra, Emirlik boyunca, Valileri ve Emirleri, tüm meşru şikayetlerin giderileceğine söz vererek Hac için Mekke'de toplanmalarını emretti. Buna göre, çeşitli şehirlerden büyük delegasyonlar toplantıdan önce şikayetlerini sunmak için geldiler. Emir Cuma Namazını kıldırdıktan sonra, halkın dertlerini dinleyeceğine söz verdi. İsyancılar tarafından taş yağmuruna tutulduğu halde, vaaz vermek için minareye geldi. 

İsyancılar, Mekke halkının Hz. Osman 'ı desteklediğini ve onları dinlemeye yanaşmadığını anladılar. Bu, Hz. Osman için büyük bir psikolojik zafer anlamına geliyordu.

Sunnî Müslüman rivayetlere göre, Suriye'ye dönmeden önce Hz. Osman'ın kuzeni Hz. Ali, Muaviye'nin, ortam barışçıl olduğu için Hz. Osman'ın onunla Suriye'ye gelmesini önerdiği söyleniyor.

Hz. Osman, Hz. Muhammed’in şehrini terk etmek istemediğini söyleyerek, teklifi reddetti. Muaviye daha sonra Hz. Osman 'ı isyancıların kendisine zarar verme girişimine karşı korumak için Suriye'den, Medine'ye güçlü bir kuvvet göndermesine izin verilmesini önerdi. Hz. Osman da Medine'deki Suriye güçlerinin iç savaşa tahrik olacağını ve böyle bir harekete taraf olamayacağını söyleyerek bunu da reddetti.

 Hz. Osman 'ın Kuşatılması:

Hz. Osman 'ın evinin kuşatmasının ilk aşaması şiddetli değildi; ancak günler geçtikçe isyancılar Hz. Osman 'a karşı baskıyı yoğunlaştırdılar. Hacıların Medine'den Mekke'ye hareket etmesiyle, isyancı konumu daha da güçlendi… Bunun sonucunda, kriz derinleşti. İsyancılar, Hac'dan sonra Müslüman dünyasının her yerinden Mekke'de toplanan Müslümanların, Hz. Osman 'ı rahatlatmak için Medine'ye yürüyebileceklerini anladılar. Bu sebeple, hac bitmeden, Hz. Osman 'a karşı harekete geçmeye karar verdiler.

Kuşatma sırasında, isyancılardan sayıca fazla olan destekçileri, Hz. Osman 'dan savaşmalarına izin vermelerini istedi; ancak Hz. Osman, Müslümanlar arasında kan dökülmesini önlemek için reddetti. Ne yazık ki Hz. Osman için şiddet devam etti. Hz. Osman 'ın evinin kapıları, Hz. Ali'nin oğulları Hasan ve Hüseyin ile birlikte ünlü savaşçı Abdullah ibn el-Zübeyr  tarafından kapatılarak korunmaya alındı…

İsyancılar Hz. Osman 'ı kuşattı ve su almasını engellediler. Hz. Ali'ye haber verildikten sonra, su dolu üç tulum gönderdi ve susamış Emire ulaştı. 

 Hz. Osman’ı Öldürmeleri ve Hz. Osman 'ın Medine El-Baki Mezarlığı'ndaki Kabri:

Haziran 656'da bir grup isyancı Hz. Osman 'ın evinin arkasından tırmanarak kapı muhafızlarından habersiz içeri süzüldüler.  Hz. Osman, Kuran'ı okurken, isyancılar Emirnin odasına daldılar ve kafasına darbeler vurdular ve Hz. Osman daha sonra. 77 ya da 80 yaşlarında öldü. 

8. yüzyıl tarihçisi Sayf ibn Umar, Emiryi elleriyle öldürenler olarak el-Gafiqi bin Harb, Kinana bin Bişr ve Sudan ibn Humran'dan bahseder.  

El-Taberi'ye (ö. 923) göre: “Hz. Osman'ın kölelerinden biri, bir suikastçıyı öldürdü ve daha sonra isyancılar tarafından öldürüldü.  İsyancılar, karısı Na'ila'nın yolunu kesmesine ve parmaklarının kesilmesine rağmen, Hz. Osman'ın cesedinin başını kesmeye çalıştılar. 

Hz.Osman'ın cesedi, eşi Naila tarafından, Emirnin cenazesine yardım etmek için destekçileri eve yaklaşana kadar iki gün evinde tutuldu. El-Taberi:

“Hz. Osman 'ın cesedini Baki Mezarlığına doğru taşıyan dört kişi olarak Ebu Cehm ibn Huzayfa, Hâkim ibn Hizam, Cubayr ibn Mut'im, Niyar bin Mukram'dan” bahseder.  

Cenaze alacakaranlıkta kaldırılmış ve Hz. Osman'ın görevi gereği öldürüldüğü için yıkanmamış ve şehit gömme kurallarına uygun olarak, öldürüldüğü sırada giydiği elbiseyle defnedilmiştir.  Naila cenazeyi bir lambayla takip etti; ancak gizliliği korumak için lambanın söndürülmesi gerekiyordu. Naila'ya (Nâile Binti Ferâfisa) Hz. Osman'ın kızı da dahil olmak üzere bazı kadınlar eşlik etti. Cenaze Namazı Cabir bin Muta'am tarafından kılındı. Küçük bir törenle kabre indirildi. Cenazeden sonra, Naila ve Aişe konuşmak istediler, ancak isyancıların olası tehlikesi nedeniyle, bunu yapmaktan vazgeçtiler. 

İsyancılar, Hz. Osman'ın el-Baki'de defnedilmesine izin vermedikleri için, yandaşları Emiryi komşu Yahudi Kevkab Mezarlığına gömdüler.  Emevî Emirliğinin ilk yıllarında, Muaviye I (h. 661-680) el-Baki'yi Hz. Osman 'ın mezarını da içerecek şekilde genişletti.

 Hz. Osman 'In Görünüm ve Karakteri:

Tarihçi el-Taberi, Hz. Osman 'ın orta boylu, güçlü kemikli ve geniş omuzlu olduğunu ve kambur yürüdüğünü kaydeder. Etli incikleri ve uzun, kıllı önkolları olan büyük uzuvları olduğu söylenir. Genelde çok yakışıklı ve açık tenli olarak tanımlansa da, yakından bakıldığında, yüzünde çocuklukta geçirdiği çiçek hastalığına ait hafif yara izlerinin belirgin olduğu söyleniyordu. Safran  uyguladığı kırmızımsı-kahverengi tam bir sakalı ve önde gerilemesine rağmen kulaklarının ötesine uzanan kalın kıvırcık saçları vardı. Dişleri altın telle bağlanmıştı, öndekilerin özellikle ince olduğu belirtildi. İranAfganistan ve Ermenistan'a fetihler başlamıştı.

 Ömer'in aksine, Hz. Osman yetenekli bir hatip değildi ve Emir olarak ilk konuşması sırasında dili tutulmuştu. Fakir yurttaşları arasında öne çıkan zarif, eğitimli ve kültürlü bir tüccar-prens olarak, diğer yakın Sahabe'den biraz ayrı kaldı. Bu, Hz. Muhammed'in kabul ettiği bir özellikti. Bir rivayete göre Aişe, Hz. Muhammed'in rahatça uzandığını ve Ebu Bekir ve Ömer ile gelişigüzel konuştuğunu fark edince, Hz. Osman 'a hitap ederken neden kıyafetlerini düzgün bir şekilde toplayıp, resmî bir tavır takındığını sordu. Hz. Muhammed:

"Hz. Osman alçakgönüllü ve utangaçtır ve onunla gayrı resmî olsaydım, buraya bir şeyler söylemek için geldiğini söylemezdi!.." dedi.

Hz. Osman, gelişen aile işinin, kendisini zengin etmesine rağmen, Emir olduktan sonra bile sade bir hayat süren, bir aile babasıydı. Hz. Osman'a cahiliye döneminde (İslâm'ın vahyinden önce) bu uygulamaya, bir itirazın olmadığı halde neden şarap içmediği soruldu. O da: "Aklı tamamen kaçırdığını gördüm ve buna yapacak bir şey bilmiyordum ve sonra tam olarak geri döndüm!" dedi. 

Hz. Osman, o kadar büyük bir karaktere sahipti ki Hz. Muhammed kırk kızı olsaydı hepsini Hz. Osman ile evlendireceğini söyledi.  

Sunnî sābiqa doktrininde Hz. Osman, seleflerinden (önce gelen, önde olan) daha aşağı, ancak haleflerinden (sonraki gelen) daha üstün olarak görülür. 

 Değerlendirme ve Miras:

Emevî Kabilesi Soy Ağacı. Hz. Osman yeşil renkle, amcaoğlu Mervan ve ondan gelen Emirler silsilesi mavi renkle, Süfyani Emirleri sarı renkle vurgulanmıştır.

Hz. Osman, kendisinden önceki iki Emir tarafından kullanılan Emir Rasul Allah ('Allah'ın elçisinin vekili') yerine Emir Allah ('Allah'ın vekili') unvanını benimsedi.  Unvan daha sonra Emevî Emirlerinin standardı oldu.  

Madelung: "Emirnin [Hz.Osman ] artık Tanrı'nın lütfu ve O'nun yeryüzündeki temsilcisi tarafından hüküm sürdüğünü, artık Allah'ın Elçisi'nin bir vekili olmadığını" iddia ediyor. 

Yayılmacı bir perspektiften bakıldığında, Şaban, kızgın Arap yerleşimcileri yeni askeri kampanyalara ve genişlemelere yönlendirerek, ısıtılmış ve sorunlu erken Müslüman fethedilen topraklarla nasıl başa çıktığını açıkça gösterdiği gibi, Hz.Osman 'ın çatışmada yetenekli olduğunu düşünüyor.  Bu, yalnızca bu yerleşimlerdeki iç çatışmaların çözülmesiyle sonuçlanmadı, aynı zamanda Râşidîn Emirliği topraklarını güney İberya'ya ve doğuda Sind, Pakistan'a kadar genişletti.

Hz. Osman karşıtı hareketin asıl nedeni Şii ve Sunnî Müslümanlar arasında tartışmalıdır. Sunnî kaynaklara göre:

Disiplini sert bir şekilde koruyan selefi Ömer'in aksine, Hz. Osman daha az titizdi ve daha çok ekonomik refaha odaklanıyordu. Hz. Osman döneminde halk daha müreffeh hale geldi ve siyasi düzlemde daha büyük bir özgürlüğe sahip oldular. Siyasal faaliyeti yönlendirmek için hiçbir kurum tasarlanmamıştı ve onların yokluğunda, daha önceki Emirler tarafından bastırılmış olan İslâm öncesi Kabile kıskançlıkları ve rekabetleri bir kez daha patlak verdi. Halk, Hz. Osman 'ın devlet için bir baş ağrısı haline gelen ve Hz. Osman 'ın suikastıyla sonuçlanan hoşgörüsünden yararlandı.

Tarihçiler genellikle Hz. Osman 'a muhalefetin esas olarak onun adam kayırmacı politikalarından kaynaklandığı sonucuna varırlar. 

RVC Bodley'e Göre:

Hz.Osman: “İslâm ulusunun çoğunu, Hz. Muhammed'in yaşamı boyunca, kısmen lanetlenmiş olan akrabaları, Beni Ümeyye'ye tabi tuttu.

 Wilferd Madelung'a Göre:

Hz. Osman 'ın saltanatı sırasında, keyfi eylemlerine karşı şikayetler, zamanının standartlarına göre önemliydi. Tarihsel kaynaklar, onun suçlandığı suçların, uzun bir anlatımından bahseder. . .

Sunnî ideolojisinde, onu herhangi bir ahdetten aklamak ve onu bir Şehit ve üçüncü Doğru Yoldaki Emir yapmak için gelen, sadece şiddetli ölümü oldu!.."  

 Keaney Heather'a Göre:

Hz. Osman, bir Emir olarak yalnızca kendi iradesine güveniyordu. Bu da Müslüman topluluk içinde, direnişe yol açan kararların alınmasına meydan verdi…  Gerçekten de yönetim tarzı, Hz. Osman 'ı İslâm tarihinin en tartışmalı isimlerinden biri yaptı.

Hz. Osman 'a karşı direniş, Valileri seçerken aile üyelerini tercih etmesi ve bunu yaparak Hilâfetin işleyişi üzerinde, daha fazla etkide bulunabileceğini ve sonuç olarak, kurmaya çalıştığı Kapitalist Sistemi iyileştirebileceğini düşündüğü için ortaya çıktı. Halbuki bunun tersinin doğru olduğu ortaya çıktı!.. Atananları, onun işlerini nasıl yürüttüğü üzerinde başlangıçta planladığından daha fazla kontrole sahipti. 

Eyaletlerine, otoriterliği empoze edecek kadar ileri gittiler. Gerçekten de Hz.Muhammed'in önde gelen yoldaşlarına, Hz. Osman 'ın atadığı Valilerin iddia edilen zorbalığından şikâyet eden birçok isimsiz mektup yazıldı. Ayrıca, Hz. Osman 'ın ailesi tarafından bildirilen iktidarın kötüye kullanıldığına dair farklı illerdeki kamuoyu liderlerine mektuplar gönderildi. Bu, imparatorlukta huzursuzluğa katkıda bulundu ve sonunda Hz. Osman, söylentilerin gerçekliğini tespit etmek amacıyla konuyu araştırmak zorunda kaldı. 

Wilferd Madelung:

Abdullah ibn Sebe'nın Hz. Osman 'a karşı isyanda sözde rolünü gözden düşürür ve modern tarihçilerin çok azının Seyf'in İbn Saba efsanesini kabul edeceğini gözlemler. 

20. yüzyılda yaşamış bir bilgin olan Bernard Lewis, Hz. Osman hakkında şunları söylüyor:

Hz. OsmanMuaviye gibi, Mekke'nin önde gelen Ümeyye ailesinin bir üyesiydi. Gerçekten de Mekkeli soyluların tek temsilcisiydi. Peygamber'in ilk Sahabeler bir aday olarak sıralanmak için yeterli prestije sahip. Hz. Osman 'ın seçilmesi hem onların zaferi hem de onların fırsatıydı. Bu fırsat ihmal edilmedi. Hz. Osman kısa süre sonra, baskın Mekke ailelerinin etkisi altına girdi…Birbiri ardına İmparatorluğun yüksek makamları bu ailelerin üyelerine gitti.

Hz. Osman 'ın zayıflığı ve adam kayırması, bir süredir Arap savaşçılar arasında belirsiz bir şekilde karıştırılan kızgınlığı doruğa çıkardı. Müslüman geleneği, saltanatı sırasında meydana gelen çöküşü, Hz. Osman 'ın kişisel kusurlarına bağlar; ancak, sebepler çok daha derinlerdedir ve Hz.Osman 'ın suçu onları tanımaması, kontrol etmemesi veya düzeltmemesidir.

Hz. Osman 'ın belki de en önemli eylemi, sırasıyla Suriye ve Kuzey Afrika Valileri Muaviye ve Abdullah ibn Saad'ın, Bizans İmparatorluğunun deniz hâkimiyetine rakip olacak şekilde, Akdeniz'deki ilk entegre Müslüman donanmasını oluşturmasına izin vermesiydi.  

İbn Saad'ın İspanya'nın güneydoğu kıyısını fethi, Likya'daki Direkler Savaşı zaferi ve Akdeniz'in diğer kıyılarına yayılması, genellikle göz ardı edilir. Bu başarılar, ilk ayakta duran Müslüman donanmasını doğurmuş, böylece Kıbrıs ve Rodos'un ilk Müslüman deniz fethini mümkün kılmıştır.  Bu, daha sonra Emevî ve Abbasi dönemlerinde Akdeniz'de birkaç Müslüman devletin kurulmasının yolunu açtı…

Sicilya Emirliği  ve onun küçük vasalı Bari Emirliği  ile Girit Emirliği ve Aglabid Hanedanı. Hz. Osman 'ın denizdeki gelişiminin ve onun siyasi mirasının önemi, İslâmi Malî ve Para Politikası'nın yazarı Hz. Muhammed M. Ag tarafından kabul edildi ve Hassan Hz. Ali'nin Tarik al Bahriyya ve Islamiyya fii Misr vel Sham'a ("History of the Monetary of the Monetary Policy") atıfta bulunmasıyla daha da güçlendirildi.

 Hakkındaki Görüşler:

Hz. Osman, Sunnîler tarafından doğru yola sevk edilen (Raşhid) dört Emirden biri olarak kabul edilir. Onların tahta çıkışının kronolojik sırası, Hz.Muhammed'in arkadaşları arasındaki üstünlüklerine uygundur. 

Sunnî Müslüman cemaatinin ve Sunnî tarihçilerin Hz.Osman 'ın yönetimine ilişkin genel görüşü, özellikle onun hoşgörüsü konusunda olumluydu… Onların görüşüne göre, onun sözde kayırmacılığı, Muaviye ve Abdullah bin Amir gibi atadığı akrabalarıyla ilgiliydi. Bunların hem askerî hem de siyasî yönetimde etkili olduğu kanıtlandı. Zaki Hz. Muhammed gibi tarihçiler, özellikle Welid bin Ukba durumunda, Hz. Osman 'ı yolsuzlukla suçladılar.

 Hz. Osman'ın Uygulamaları Sebebiyle Devlette Toplumsal Çürüme Oluştu:

Yönetim Liyakatsiz kişilerin eline geçti. İdarî sistem çürüdü. İnsanlardaki Allah korkusu, dünya hadiselerinin benzeri olan, bin türlü hadiselerin korkusuna bağlandı. Sarıklı, Cübbeli, Eli Bastonlu, Kirli Sakallı, genç ihtiyar onlarca insan kimi azgın, çatık kaşlı ve yabani bakışlarla o birkaç yılda, birdenbire türediler.  

Bütün bu kirlerin üstüne dindarlık elbisesi giyenler, din hayatının sarrafları veya karaborsacıları kesildiler. Bunlar bu dünyada mallarının sürümlerini sağlayanlara, Cenneti peşkeş çektiler... Kendileri ile alışveriş yapmayanları ise Cehenneme gönderdiler. Sanki kendileri, Allah'ın umumî vekâletine sahiplermiş gibi iman ile isyanın sınırlarını sımsıkı ayırdılar. 

Sosyal Çürüme:

"Sosyal Çürüme" ile koca bir toplumun norm değerleri, sosyal dengesini, toplum ayarlarını, inanç ve ibadetini bozdular... Halkın sığındığı, inandığı ne varsa katlettiler, Halkı: "İbadet Yapma, Namaz Kılma, Başörtüsü, Cumalara Gitme, Umre, Haç Ziyaretleri, "Dillere Peleseng olmuş her açılış ve törenlerde Kuran okuma, 'Ya Allah Ya Bismillah!' “Selâ Verdirme” söylem ve davranışlarıyla kandırdılar…' Allah', "Cennet, Cehennem” ile korkutup, aldattılar... Toplumun top yekûn inanlarının kaybolmasına, değerlerinin çürümesine, "Toplumsal Çürüme, Sosyal Çürüme" sine sebep oldular... 

Bir toplumda ekonomi, iktisat, mali durum kökten çökse, tarumar olsa da düzelebilir. Ekonomi batsa ayağa kalkar. Para yok olsa, bir gün mutlak bulunur; fakat bir toplumda "Toplumsal Çürüme, Sosyal Çürüme" başladı mı, onun düzeltilmesi yılları, hatta yüz yılları alır…

Kanunların işlememesi, adaletin yürümemesi... Esnafın, sanatkârın, ticaret erbabının birbirlerinin aldatıp kandırması... Haksız kazanç elde etme... Kolay para kazanma... Köşe dönme... Kara para aklama... Güvenlik kuvvetlerinin yerini Mafyanın ve adaletin yerini “Güç” ün  alması, kuvvetlinin zayıfı ezmesi alması... Adaleti adliyede bulamayanların, adaleti kendi gücü ile yerine getirmek üzere silahlanması; çarşıda, pazarda, sokakta adam öldürüp, insanları katledip hak araması... Güçlünün zayıfı döverek, boğazlayarak öldürmesi... Faili meçhul cinayetlerin artması... Devletin Mafya ile çalışması, ortaklık kurması... Devletin veya Mafyanın varlıklı, zengin  vatandaşların malına mülküne çöreklenmesi, çökmesi... Doğrudan veya dolaylı el koyması... Ülkede birileri servet içinde yüzerken; diğerinin bir lokma ekmeğe muhtaç, çöp bidonlarını, pazar artıklarını karıştırarak yiyeceğe uluşmak durumunda bırakılması, yürekleri parçalamakta, gururları incitmektedir.

Borçlunun borcunu ödeyememesi... Alacaklının alacağını alamaması, buna bağlı olarak fakirleşmenin artması, Türk Aile Yapısının Bozulması, Gayrimeşru ilişkilere kapı açılması, boşanmaların hızının artması, mafyanın çoğalması, insanların birbirlerini öldürmesi, kavgalı ve küs durumların çoğalması, buna bağlı olarak aile yuvalarının bozulup dağılması, fuhşun tavan yapması... İşsiz güçsüz, boş ve aç insan sayısının çoğalması, sokaklarda kaosun başlaması...

Doğumevleri veya hastanelerde yeni doğan çocukların hastanelerden kaçırılmaları… Daha beş-altı yaşlarındaki çocukların Yetiştirme Yurtlarında, Vakıf Yurtlarında tecavüze uğraması (Karaman Ensar Vakfında 45 tane 10 yaşının altındaki 45 erkek çocuğuna tecavüz edildiği haberleri basında yer aldı!..) Çocuk yaşlarındaki kızların evlendirilmeleri... Yetiştirme Yurtlarına gönderilmiş vatandaşlarımıza ait kimsesiz kız çocukların Yurt Yönetimi, İdarecileri, çalışanları veya internet tuzağı kanallarıyla, bürokratlara sunulup peşkeş çekilmeleri... Pavyon ve Randevu Evlerinde çalıştırılmaları... Özel Hastanelerde   daha fazla para kazanmak amaçlı yenidoğan bölümlerinde sağlam beklerin uzun süre küvetlerde yatırılarak ve aç bırakılarak sağlıklarının bozulması ve bebek ölümleri bebeklerin kanından adrenalin alınarak satılarak ticaret yapılması.. Baştakiler ilgili yöneticiler olmak üzere, aydınların ve halkın, bütün bu olan ve yaşananları umursamamazlıktan gelerek, "Normal Bir Durum!.." olarak görmeğe başlaması... 

Baştaki bütün yöneticiler: Cumhurbaşkanının, Başbakanın, Vekillerin, en üst düzeydeki bürokratların; eğitimcilerin, Hacıların Hocaların; anne ve babaların; esnaf, sanatkâr ve tüccarların: "Daha yeni Namaz kıldım. Abdesimle duruyorum!.." dedikten, hemen sonraki alışverişte: "Daha ilk siftah Bismillah!.." diyerek vatandaşa on misli kazık atması; "Dinle, Allah" ile aldatma, dini suiistimaller. İnsanları kandırmaları, aldatmaları... Kısaca her kesimden herkesin, yapılan yanlışlıkları gördüğü halde, kılını dahi kıpırdatmaması, inadına olup bitenlere seyirci kalmak ile yetinmeyip, bu usulsüzlüğe alkış tutması...vb. bir "Toplumsal Çürüme" nin en önemli göstergelerindendir... 

Müslümanlarda, Emir Hz. Osman Döneminde böyle çürüme olmuş ve bu çürüme Müslüman’ın Müslümanlarla hatta en önemlisi, Sahabiler, Emirler ve Emirlerin birbirleri ile savaşıp binlerce Müslüman’ın ölmesine sebep olduğu büyük bir “Sosyal Çürüme” olmuşturEmir Hz. Osman'ın uygulama ve adaletine karşı ayaklanan yine Müslüman Gruplar Emir Hz. Osman 'ın evini kuşatarak, Emiri öldürmesinden hemen sonra zorlamayla Emirliğe getirilen Hz. Ali ve sonrasında dahi gelenler bu çürümeyi düzeltememişlerdir. Halk birbirine girmiş, Sahabiler dahi kamplara bölünmüş, Kabile Kabile, grup grup, Meshep Meshep ayrışmışlar; kardeş kardeşe düşman olarak birbirlerini yemiş, Binlerce Sahabi, Peygamber Hanımları, oğulları, kızları, torunları, akrabaları, kardeş, eş dost, boşu boşuna, Makam Mevki ve İktidar olma yolunda bir hiç uğruna öldürülmüşlerdir... 

 Üçüncü Emir Hz. Osman Dönemi böyle çürümüştür!.. Selçuklularda böyle bir çürüme olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu Kanûnî Devrinden Kurtuluş Savaşına kadar bu çürümenin içindedir. Çürüye çürüye devam etmiştir. Bugün Türkiye'de Ali Adnan Menderes  on (10 Yıl) ile başlayan bu "Toplumsal Çürüme" Demirel (33 Yıl), Özal (15 yıl), Milliyetçi Cephe Hükümetleri beş (5 Yıl) Recep Tayyip Erdoğan İktidarı (23 Yıl) toplamda: Seksen altı (86) yıl bizi koyun sürüsü gibi güttüler. Milliyetçi iktidarlar ve özellikle de Recep Tayyip ERDOĞAN döneminde bu "Toplumsal Çürüme" zirveye çıkarılmıştır... 

Yıkılan, yok olan üstün medeniyetlerde de "Sosyal Çürüme", Zamanın En Gözde Medeniyetlerini, yerle bir etmiş, tarihin çöplüğüne, tozlu raflarına atmaktan asla çekinmemiştir!.. 

İrem Kavmi, Semut Kavmi, Sadom ve Gomore, Uhut, Etiler, Sümerler, Hititler, Akadlar, Uygurlar, Babiller, Grekler, Tarakyalılar, bunlardan sadece bir kaçıdır. 

Tekrar tekrar tarihin tozlu raflarına atılmak istemiyorsak, Din ve Devlet İşleri ayrı kalmaya devam etmelidir... Din ve Devlet işleri Selçukluda Osmanlıda ayrıydı. Ne zaman ki Din ve Devlet işleri birbirine karıştı Allah ile Din ile aldatıldılar. Din ve Allah ile aldatanların esiri oldular ve bu koca koca devletler, boş bir çuval gibi yıkıldılar; fakat gövde nasıl devrildiğinin farkına varamadı... 

Din, iman ve inanç; insan beyninde, ruhunda, vicdanında ve davranışlarına yansımış uygulamalar bütünüdür.

Dini: Kılık, kıyafet, saç, sakal, bıyık veya çarşaf, burka, abiye; kısa etek, şort, pantolon...vb. örtülerde ve şekillerde “Din ve İnanç” aramak Allah'ın Emirlerine aykırıdır. Abes ile iştigaldir. Allah insanı elbisesiyle, çarşafıyla, kılık kıyafeti; saç ve sakallarıyla yaratmamıştır. Bunlarda keramet aramak da boşunadır. Peygamber sonrasında kişiler ve liderler ilahlaştırıldı. Kutsallar arasında ilk sıraya, Allah gelmesi gerekirken Emir, Halife, Padişah Lider geldi.  Ne yazık ki insanlarımız: İndirilen dini değil, "uydurulan dini" yaşamayı tercih etti. İnsanlara: 

Dinin ne? 

Namaz kılıyor musun?

Oruç tutuyor musun? 

...vb. gibi Allah'ın soracağı soruları sormayacaksın.

Aç mısın?

Bir ihtiyacın var mı?

Sana nasıl yardımcı olabilirim? ...vb. gibi, kulun kula soracağı, sorular soracaksınız.

 İnsan: İnsan olmanın kutsallığını, ruhunda, kalbinde taşıyan; hak, hukuk, adalet, kanun önünde eşitliği kendisine ilke edinmiş: Din, dil, ırk, renk, farkı gözetmeden, temelinde insan sevgisi bulunan, dine, mezhebe, inanca, renge, ırka, cinse, tabiatın bütün yaratıklarına, hoşgörü ile bakıp, onların bütününe saygılı varlıktır…

 İnsan: Kuran’a göre Allah’ın: “Kendi ruhundan üfledim, Kendi ruhumdan ruh verdim!..” Diyerek bütün Meleklerini yarattığı bu kula (İnsan) secde etmesini istediği, en kutsal varlıktır… Bu söz ile: İnsana hizmet, Allah’a hizmettir ve insana hizmet, ibadetlerin en kutsalıdır! Allah: “Bir insanı öldürmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir. Bir insanı kurtarmak da bütün insanlığı kurtarmak gibidir!..” diyerek insanı, diğer varlıklardan ayırmış ve Eşref i Mahlûk (Varlıkların En Şereflisi) yapmıştır… Bütün Melekleri de ona secde etmeye çağırmıştır. Yani Allah’ın da bulunduğu insanın önünde:

Cebrail, Azrail, İsrafil, Mikail, Harut, Marut, İfrit …vb. “İblis” hariç, bütün Melekler "İnsana" secde etmiştir!.. Bütün Meleklerin kendisine secde ettiği bu varlık varlıkların en şereflisi olan eşrefi mahlukattır. İnsandan beklenen de kendisine yakışan olmalıdır…

Bu modern çağda; çağdaş uygarlık seviyesine çıkabilmemiz için yeryüzünün en şerefli varlıkları "İnsan" olarak; akla, bilime dayalı; soran, sorgulayan. İtiraz eden; uygulamaya dayalı, sahada: Görerek, işiterek, dokunarak, bilgisayarlı, laboratuvarlı, teknolojinin en son icatlarının kullanıldığı Eğitim ve Öğretime dönmediğimiz takdirde: 

"Din Eksenli, Hacılar, Hocalar, Tarikat, Cemaat, Gavs, Şeyh, Şıh...vb." lerinin gölgesinde gideceğimiz yer, eski ve yakın örnekleri olduğu gibi tarihin tozlu raflarıdır...

Durum:

Hz. Ebubekir, dört (4) yıl, dokuz (9) ay, yani yaklaşık beş (5) yıl, Emirlik yapıyor. Peygamberin sünnetine uyuyor, Toplumun her kesiminin hayat kalitesini yükseltiyor.

Hz. Muhammed Peygamberin on beş (15) yaşındaki eşi Ayşe’nin (İlk Müslümanlardan ve Sahabe Hz. Ebubekir’ in kızı), bir sefer dönüşünde, kocası Hz. Muhammed’i, genç bir Müslüman asker ile aldattığı iddiasıyla karşılaşıyor. İddia, Müslümanlar arasında yayıldığında, Hz. Ali’nin bu olay üzerine, Peygambere: “Ey Allah’ın Resulü. Ayşe’yi boşa! Sana Hanım mı yok?” demiş olduğu rivayetinden, “Ayşe’ye aldığı tavır sebebiyle, Ayşe. Hz. Ali’ye kırılmıştır.

 İşte bu sebepten, Hz. Ali’nin Emirliğine karşı çıktığı ve Peygamber’in dul eşi Ayşe de etrafına topladığı Sahabeler’den Talha bin Ubeydullah ve Zübeyr bin Avvam gibi İslâm’ın tanınmış şahsiyetlerinin başlarını çektiği ordu birlikleri ve Ayşe’nin emrinde bulunan birlikler ile birlikte, Basra’da (8 Aralık 656) Hz. Ali ile savaşa tutuşuyorlar. Sahabeler’ den Talha ve Zübeyr orada öldürülüyor. Hz. Ali, rahmetli Peygamber’in eşi Ayşe’ye dokunulmaması konusunda Emir veriyor. Savaşta 20.000. Müslüman birbirini öldürdü… Ayşe, Medine’ye gönderildi… Hadise develerin etrafında geliştiği için, bu olaya Deve (Cemel) Vakası, Savaşı adı veriliyor. Bu savaş niçin? Seçilmiş Emir’nin yerine sen iktidar olacaksın ben olacağım!..

Sunnîlerin:

Emir Hz. Ebubekir (Doğum Tarihi: 571-634) Emirliği (632-634) iki (2) yıl,

Emir Hz. Ömer (Doğum Tarihi 582-644) Emirliği (634-644) on (10) yıl,

Emir Hz. Osman (Doğum Tarihi 575-656) Emirliği (644-656) on iki (12) yıl ve (Doğum Tarihi: 21 Mart 599-656) 

Emir Hz. Ali, elli yedi (57) yaşında, Emirliği (656-661) beş (5) yıl sürüyor!.. Ebubekir, Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali belirtilen bu süreler içinde Emir olarak kaldılar

 Kadir i Hum: Hicretin 10.yılında Peygamberin on binlerce Müslüman ile beraber gittiği Hacdan dönerken konakladığı ve Hz. Ali (a.s)'ın, kendisinden sonra imamet ve “Müminlerin Emirliği”ni, Allah'ın izniyle ilan ettiği yerin adıdır.

Kadir i Hum Olayına göre ilk Emir olması gereken Hz. Ali, Arap Muaviye Kabilesi tarafından dışlanıp “Müminlerin Emiri” olması, uzun süre engellenmiş olduğunu, bu tarihi belge ve olaylardan anlıyoruz!..

Çoğu İslâm toplulukları, Dört (4) Emir Dönemini kabul eder. Bunları önemli bulup, bu Dört Emirye saygı duyarlar. Hz. Ali taraftarları (Alevîler) ise bu üç Emir’ye, Hz. Ali’nin hakkını gasp edenler, olarak bakarlar ve bu sebeple, onların Emirliklerini kabul etmezler… Hz. Ali ve Oğulları soyundan gelen On İki (12) İmamı, İmam olarak görüp Emir olarak da kabul eder ve benimserler…

 Hz. Ali Bin Ebu Talib’in Halife Olması: (R. 656–661):

Hz. Muhammed'in amcasıoğlu ve damadıydı. Mekke'de genç bir erkek olarak, İslâm'ı benimseyen ve Hz. Muhammed'e desteğini sunan kişiydi. Daha sonra, hayatını riske atarak Hz. Muhammed'in Medine'ye güvenli bir şekilde kaçışını kolaylaştırdı. 

Medine'de, Hz. Muhammed ile bir kardeşlik anlaşmasına yemin etti ve Hz. Muhammed, kızı Fatma'yı. onunla evlendirdi.  Hz. Ali, Hudeybiye Antlaşması'nda Hz. Muhammed’in sekreteriydi ve Tebük Seferi sırasında, Hz. Muhammed'in yardımcısı olarak görev yaptı.

Hz. Ali genellikle, Hz. Muhammed'in ordusundaki en yetenekli savaşçı olarak kabul edilir ve ikisi, Nacran'dan bir Hristiyan Delegasyonuna karşı, İslâm'ı temsil eden tek Müslüman erkekti. 

Hz. Ali'nin İslâm'ın merkezi, metni olan Kuran'ın toplanmasındaki rolü, onun en önemli katkılarından biri olarak kabul edilir.  Hz. Ali’nin Şii İslâm'da, “Gâdir-î Hum Olayı” nda Hz. Muhammed'in meşru halefi olarak atandığı kabul edilir.

 Hz. Osman 'ın Medine'de öldürülmesinden kısa bir süre sonra, kalabalıklar, liderlik için Hz. Ali'ye döndü; fakat Hz. Ali bu teklifi ilk zamanlar reddetti… Will Durant'in. Hz. Ali'nin başlangıçtaki isteksizliğine ilişkin açıklaması şuydu:

"Güler yüzlü ve yardımsever, düşünceli ve çekingen; [Hz. Ali] dinin yerini siyasetin ve bağlılığın, entrikalarla değiştirildiği dıramalardan kaçındı." 

Herhangi bir ciddî muhalefetin olmaması ve özellikle Ensar ve Irak Delegesyonlarının ısrarı üzerine, Hz. Ali sonunda 25 Zilhicce'nin (MS 656) mantosunu aldı ve Müslümanlar Mescid-i Nebevi'yi ve avlusunu doldurarak ona biat ettiler.

Hz. Ali'nin, Hz. Osman 'ın saltanatının ciddi, iç sorunlarını miras aldığı ileri sürülmüştür.  Hz. Ali, Emir olarak atanmasının ardından, başkentini Medine'den günümüz Irak'ındaki Müslüman garnizon şehri olan, Kûfe'ye nakletti. Hz. Ali ayrıca, Hz. Osman 'ın amcasıoğlu, Hz. Muhammed’in gayınbiladeri Şam Valisi Muaviye de dahil olmak üzere, yozlaşmış olduğunu düşündüğü Hz. Osman 'ın Valilerinin çoğunu görevden aldı… 

 Muaviye, hoşgörülü bir Hz. Osman döneminde, Şam'da, Madelung'a Göre: 

Roma Bizans imparatorluğunun despotizmini yansıtan paralel bir güç yapısı inşa etmişti!..” 

Hz.Osman 'ın amcasıoğlu, Hz. Muhammed’in gayınbiladeri olan Muaviye, Emir seçilmiş olan, Hz. Ali'nin Emirlerine karşı geldi!.. Ona biat etmedi ve yapılan bütün müzakereler başarısız olunca, iki taraf, “Birinci Fitne olarak bilinen kanlı ve uzun bir iç savaşa girdi… (Müslümanın Müslümanı katletmesi…)

Hz. Ali'nin MS 661'de Irak’taki Başkent Kufe Camii'nde öldürülmesinden sonra, oğlu Hasan, Müslümanların Emiri seçilmiş ve Muaviye'ye karşı, benzer bir yaklaşımı benimsemiştir; ancak Muaviye, askerî komutanların ve Aşiret Reislerinin Sadakatini, satın almaya başlayınca, Hasan'ın askerî harekâtı, çok sayıda ilticaya uğradı.  Hayatına yöneltilen başarısız bir suikast girişiminden son anda yaralı olarak kurtulan Hasan, Emirliği Şam Valisi Muâviye b. Ebî Süfyan'a devretti…

İlk dört Emir, modern İslâm içi tartışmalar için özellikle önemlidir: Sünnî Müslümanlar için onlar adil yönetimin modelleridir… 

Şiî Müslümanlar için dört kişiden ilk üçü gaspçıydı. Hem Sünnî hem de Şiî Müslümanların kabul edilen gelenekleri, doğru yönlendirilmiş dört Emir arasındaki anlaşmazlıkları ve gerilimleri detaylandırıyor. 

 Sünnî Görüş:

Sünnî İslâm'da, ilk Emirlere 'doğru yoldaki' etiketinin uygulanması, onların eylem ve görüşleri (Arapça: Sunna) dinî bir bakış açısıyla, takip edilmesi ve taklit edilmesi gereken modeller olarak, statülerini ifade eder. Bu anlamda, hem 'doğru yolda' hem de 'doğru yol göstericiydiler’.

Sünnî görüşe göre Onların hayatlarıyla ilgili anlatılar, doğru inanca kılavuzluk ediyordu.

 “Müminlerin Emirlerinin” Akrabalık Dereceleri ve Yönetim Anlayışları:

“Müminlerin Emiri” olan bu dört insanın hepsi Hz. Muhammed'in yakın arkadaşları ve akrabalarıydı: Sırasıyla Ebu Bekir (kızı Ayşe) ve Ömer (kızı Hafsa) 'in kızı, Hz. Muhammed ile evlendi…

Hz. Muhammed'in amcasının kızının oğlu olan Osman, Peygamberin (iki kızı Rukiye, Rukiye öldüğünde de Ümmü Gülsüm), iki zkızı ile evlendi… Başka bir kızı da Peygamberin yeğeni Hz. Ali (Fatma) ile evlendirildi. Hiçbirinin Emirliği (Müminlerin Emiri) kalıtsal değildi…. Emirliklerini halk veya “Şura Kararı” belirledi…

Sünnîler, uzun süre, Raşidlerin (Doğru Uygulamalı Emirler: Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali Dönemlerini, örnek almaya çalıştılar. Bu yönetimi, İslâmî doğruluk ve liyakate dayalı, örnek bir yönetim sistemi olarak gördüler. Sunnîler de bu sistemi, Kuran'da ve hadislerde, Allah’ın rızasını gözetmiş Müslümanlara vaat ettiği, dünyevi başarıya benzetirler. Bu muhteşem başarı, Raşidlerin (Doğru Uygulamalı Emirler (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali)) Dönemine özenme, çekiciliğini daha da artırdı… Bununla birlikte aynı zamanda: 

Ömer Döneminde Araplar'ın, Arap olmayanlar üzerinde hâkimiyet sağlama, “Etnik Temelde Hâkimiyeti…”

Hz. Osman 'ın Emirliğinin eş dost, akrabaları Vali Olarak ve Yetkili sıfatıyla Devletin başına atayarak, yaygın kayırmacılığının, İslâm'ın esas amacı ve çağrısıyla gerçek bir çelişki içinde olduğuna, dikkat çekilmiştir…

 Hz. Ali, Peygamberin kızı Fatma ile evlendiğinde Hz. Osman, Hz. Ali'nin kalkanını beş yüz dirheme satın aldı. Fatma'nın nikahı için dört yüzü, mehir olarak ayrıldı. Yüz dirhemi de diğer tüm masraflar için kaldı. Daha sonra Hz. Osman zırhı, Hz. Ali'ye düğün hediyesi olarak geri verdi!...

Hz. Osman’ın Emir olarak bulunduğu sırada, Hz. Osman’ın adaletsiz yönetimine karşı çıkarak; Medine Şehrinde halktan büyük bir grup, Müslüman olan İbn Sebe’nin önderliği ve yönlendirmesinde: Mısır, Kûfe ve Basra’daki Müslüman halklar, Hz. Osman’ı ve ailesini açıktan eleştirmeye başlamışlardı. İbn Sebe’nin önderliğindekiler, bütün bunları yaptıkları gibi; ayrıca haksız ve anlamsız isnatlarda da bulunuyorlardı.  

İbn Sebe’nin önderliğindekiler Hz. Ali, Hz. Zübeyr, Hz. Talha ve Hz. Âyşe başta olmak üzere, Ashabın büyüklerinin ağzından, asılsız mektuplar yazarak: Bahsedilen yörelerdeki halkı “Cihat” için Medine’ye çağırmışlardı… 

 

 Medine’ye yürüyerek giden ve giderek de yolda çoğalan bu kalabalık, Müminlerin Emiri Hz. Osman’ın Yönetimine karşı şikâyetçi olan gruplar, Hz. Osman’ın Medine’de bulunan evini kuşatarak, Hz. Osman’ı muhasara altına alıyor… Bu muhasara sonucunda, önceleri Müslümanların Emiri Hz. Osman’ın evine suyun girişinin yasaklanması, sonrasında da öldürülmesi ile ülkede isyanlar, öldürmeler, büyük bir kaos ve karışıklık başlıyor… Bunun üzerine, bu olayları durdurabilecek ve huzursuzluğa son verecek tek kişi olarak Hz. Ali’den başkasının olamayacağı görüşü ağır basıyor… Bu inancı taşıyan halk, köşesine çekilmiş, dinî ibadetiyle meşgul bulunan elli yedi (57) yaşındaki Hz. Ali’ye, yığınlar halinde gelerek ricada bulunuyorlar… Rica etmek fayda vermeyince, “Müminlerin Emiri” olması yolunda çok fazla ısrar ve baskı yapıyorlar….

 Hz. Ali bu teklifi, önce kabul etmiyor!.. Sonunda kendi isteği ile değil, Müslüman halkın, Hz. Ali’ye ısrarla biat etmesi, evinin etrafında büyük kalabalıklar oluşturarak tek tek gelip elini öpmeleri ve kendisine “Müminlerin Emiri” olması konusunda ısrarlı, baskıları sonunda, Hz. Ali Mescide gider. Elbisesini giyerek, halkın kendisine biatını, kabul eder!..

Müslümanlar arasında oluşan bu nifahı, husumeti ve savaşı ancak kendisinin durdurabileceğinin, halk tarafından söylenmesi ve bu konudaki ısrarı üzerine, “Müminlerin Emirliğini” kabul etmek zorunda bırakılır…

Hz. Ali, halktaki bu taşkınlığı gidermek, öldürmeleri durdurmak, “Müminlerin Emiri Hz. Osman ’ı” katleden suçluları cezalandırmak için girişimde bulunur; fakat suçlular çok büyük kalabalıklar olup: “Hep bir ağızdan Hz. Osman ’ı hepimiz öldürdük!” diye bağırırlar. Bu kalabalığı cezalandırmak mümkün gözükmemekle birlikte, daha da büyük bir kaosa sebep olacağı aşikârdır. Bu durumda taşkın kalabalığı sükûna erdirmek ve suçluları cezalandırmak, büyük bir gizlilik, derin bir araştırma, biraz da zaman ister…

Medine’de, Halk tarafından Müslümanlar’ın Emiri seçilmiş bulunan Hz. Ali’nin; Hz. Osman’ın akrabaları olan bazı Valileri de görevden alacağı etrafta duyulunca, bu Valiler makam ve mevkilerini kaybedecekleri konusunda endişelenerek, yerlerini terk ederek, şehirdeki bütün mal, erzak ve hazineleri de alarak, Medine’ye doğru hareket ederler... Hz. Osman ’ın katilleri bulunmadan, yeni Müminlerin Emiri Hz. Ali’ye biat etmeyeceklerini ilan ederler… Biat etmeyen bu gruplar, Hacdan kendi kafilesiyle yeni dönmekte olan Hz. Muhammed’in en genç eşi Hz. Ayşe’yi de yolda karşılayıp birleşerek, “Müminlerin Yeni Emiri  Hz. Ali’ye savaş açarlar…

 Hz. Ali bin Ebu TalibHz. Muhammed’in amcasının oğluydu. Altı (6) yaşından ölümüne kadar, Hz. Muhammed’in yanında bulunmuş, Hz. Muhammed’in kızı Fatma ile de evliydi.

Bundan da anlaşılmaktadır ki bu dört Emir (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali) olmak üzere:

Hz. Peygamber de dahil, birbirlerinin damadı, kayınbabası, bacanağı, eniştesi, dünürü, damadı, amcasının oğlu, amcasının kızının oğlu, kayınbiraderi, akrabası ve hısımıdır. Buna rağmen, Makam ve mevki “Müminlerin Emiri” olma konusunda, Müslüman gruplar, birbirlerine düşmüş, ayrışmış: Kabile Kabile, Grup Grup, Meshep Meshep bölünerek, çatışmaları günümüze kadar getirmiş ve tartışmalar hâlâ bitmemiştir…

Hz. Muhammed'in Allah’ın Elçisi, “Müminlerin Emiri” olmasından sonra gelecek Emirin kim olacağı meselesi)  Müslüman toplumu bölen, temel meseledir. Yazar Carl Ernst'e Göre: 

Sunnî İslâm: Adaletine bakılmaksızın, haleflerinin siyasî statükosunu kabul ederken, Şii Müslümanlar, ilk üç Emirin meşruiyetini, büyük ölçüde reddediyor ve Hz. Muhammed'in, Hz. Ali'yi Emir olarak atadığını iddia ve Hz. Ali’nin “Müminlerin Emiri” olma hakkının gasp edildiğini kabul ediyor ve bu gasp edilişe inanıyorlar.

Müminlerin Emirliğine Getirilen Hz. Ali’ye, Karşı Çıkanlar:

Hz. Osman Döneminde, Osman’ın Emirliği ve talimatıyla tayin edilip atanan ve bizzat Hz. Osman’ın akrabaları, eş ve dostları durumunda olan bu Emevî Valileri bir araya geldiler. “Müminlerin Emirliği” makamına getirilen Hz. Ali’nin ilk icraat olarak, şikâyet edilen ve adı çıkan Valileri görevden alacağının duyurulması ve bir kısmının görevden alınması ile birlikte, Hz. Ali’nin Müminlerin Emiri olmasını kabul etmemek işlerine geldi. Bu bahaneyle, isyan ederek, Hz. Ali’nin bulunduğu şehir Medine’ye, Valisi bulundukları şehrin bütün zenginliklerini, hazinelerini de yanlarına alarak, teçhizatlı ordularıyla hareket ederler…

Hz. Muhammed Peygamberin en genç hanımı Ayşe (Aişe bint Ebu Bekir) dahil, Hz.  Osman’ın akrabalarından ve Hz. Osman’ın atadığı Valilerden, Emevî Valilerinin yanında yer alarak halk tarafından meşru olarak seçilmiş, Müminlerin Emiri Hz. Ali’ye karşı savaş açarak isyancıların tarafında yer almış olan kişiler şunlardı:

1)      Hz. Muhammed’in 15 yaşındaki en genç eşi, Hz. Ebubekir’in kızı Ayşe (Aişe bint Ebu Bekir)

2)      Şam Valisi Muaviye bin Ebi Süfyan

3)      Humus ve Suriye'ye bağlı olarak Muaviye'nin maiyetinde Abdurrahman bin Halid

4)      Kınnesrin Emiri, Habib bin Mesleme el-Fihri,

5)      Ürdün Emiri Ebu'l A'var es-Sülemi,

6) Filistin Emiri Alkama bin Hâkim et-Kinanî birlikte, karşı cephe olarak yan yana bulunmaktaydılar.

1.      Hz. Ali'nin ilk eşi Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in kızı Hz. Fatıma olmuştur. Hz. Ali’nin, Hz. Fatıma’dan üç (3) erkek iki (2) kız çocuğu olmuştur…  Hz. Fatıma ölene kadar da başka kimseyle evlenmemiştir.

2.      İkinci Eşi Ümmü'l Benin, Amir b. Kilab Kabilesindendi.  Bu hanımdan: El-Abbas, Cafer, Osman ve Abdullah adında dört (4) çocuğu olmuştur.

3.      Üçüncü Eşi Leyla bint-i Mes'ud’du.  Bu hanım ise Temim Kabilesindendir. Bu hanımdan da: Abdullah ve Ebu Bekir olmak üzere iki (2) çocuğu olmuştur.

4.      Dördüncü Eşi Ümame, Hz. Muhammed'in damatlarından olan Ebu'l As b Rebi’nin kızıydı. Hz. Ali’nin, Peygamberin torunu Ümame isimli eşinden de: Muhammedu'l Evsat bir (1) çocuğu dünyaya gelmiştir.

5.      Beşinci Eşi: Havlet Bint Cafer idi. Bu eşinden de bir (1) çocuğu Muhammed Bin El Haniffiye isimli çocuğu olmuştur.

6.      Altıncı Eşi: Ümmü Said idi. Bu eşinden ise Ümmü Hüseyin ile Büyük Remle isimli iki (2) çocuğu olmuştur.

 

Süfyan bin Uyeyne'ye Göre:

Hz. Ali'nin eşlerinin dışında, on yedi (17) de Cariyesi olmuştur.

Eşlerinden on dört (14) tane erkek, on sekiz (18) tane de kız çocuğu olup bilinen bu bilgilere göre Hz. Ali’nin toplam otuz iki (32) çocuğu bulunmaktaydı…

Cariyelerinden olan çocukları hakkında bilgiler bulunamamıştır; çünkü İslâm kültüründe Cariye, Savaş Esiri, Köle Kadınlar, evlilik olarak kaydedilir; fakat statüleri, nikahlı eşlerden çok farklı olup; bunlarla, cinsel beraberlik için nikâh dahi yapılmaz, çocukları, diğer çocuklar gibi çocuk olarak sayılara dahil edilmezlerdi, babalarının mirasını sahiplenemezlerdi… “İslâm Adaleti” diye bize yutturulan  “Hak, Hukuk, adalet ve eşitlikçi”  Din  anlayışı.…

KAYNAK:

https://www.cnnturk.com/yasam/hz-alinin-cocuklari-kimlerdir-hz-alinin-eslerinin-ve-cocuklarinin-isimleri-nelerdir

https://dmjoy.com.tr/hz-alinin-cocuklari-kimlerdir-hz-alinin-eslerinin-ve-cocuklarinin-isimleri-nelerdir/

https://www.milliyet.com.tr/ramazan/dini-bilgiler/hz-alinin-esi-ve-cocuklari-kimlerdir-kisaca-isimleri-ve-hayatlari-6934226

Hakem Olayı:

Hz. Ali’nin “Ebû Musa Eşârî” ’yi; Muaviye b.Ebu Süfyan’ın da: “Amr b. El-Âs” ’ı hakem olarak tayin ettikleri ve adı geçenlerin Şubat 657 tarihinde, ortak bir karara varmak için bir araya gelip, bu konuda hüküm vermek için anlaştıkları olayın adıdır.

Onlar sulhun böyle devam edemeyeceğini, hem Hz. Ali hem de Muâviye'ye Biat edilmemesi gerektiğine inanarak, fikir birliğine vardılar…

O halde yeni Emir, Müslümanlar tarafından seçilmeliydi. Şimdi yapılacak iş, bu kararlarını Müslümanlara bildirmeye gelmişti. Bu kararı cemaate açıklamak üzere Ebû Musa el Eş’arî minbere çıktı ve Allah'a hamd ve senadan sonra:

"Ey nas! Biz Ümmetin durumunu düşünüp bir formül bulmakta epey zorlandık. Hem benim hem de Amr'ın görüşü şudur: Hz. Ali ve Muâviye'yi hilâfetten uzaklaştırmak ve Ümmetin kendisinin istediği birisini, Emir tayin etmelerini sağlamak gerekir. Bundan dolayı ben, Hz. Ali ve Muâviye’yi hilâfet görevinden alıyorum!" dedi. Sıra Amr bin As'a gelince, Amr bin As da minbere çıktı ve şöyle konuştu:

"Şüphesiz Ebû Musa el Eş’arî 'nin söylediklerini duydunuz. Ebû Musa el Eş’arî, Ali'yi görevden almıştır. Ben de onun yerine Muâviye'yi Emir tayin ettim!.." deyince herkes şaşkınlıktan ne yapacağını ne diyeceğini bilemedi. Bu karara Ebû Musa derhal itiraz ederek:

"Sana ne oluyor ki anlaşmaya ihanet ediyorsun, sen facir oldun. Allah seni başarıya ulaştırmasın!.." diyerek orayı terketti. (İbnü'l-Esîr a.g.e 340).

 Ebû Musa el Eş’arî, bu olaydan duyduğu utanç ve üzüntü üzerine, insanlardan uzaklaşmak amacıyla, Mekke'ye giderek orada yalnız başına yaşamayı tercih etti. Bu olay üzerine Müslümanlar dağılmış, Muâviye kendisini meşrü Emir ilan ederek, İslâm tarihinde çift Emir dönemi başlamıştır. Bu durum Hz. Hasan'ın Emirliği kendi rızasıyla vermesine kadar, devam etmiştir. Hz. Ali hiçbir zaman Muâviye'yi meşru Emir olarak tanımamış, Şehîd edilinceye kadar Şam hariç, bütün Müslümanlarca Emir olarak kabul edilmiştir.

 Bu savaşta 90 bin ile 120 bin Müslüman yine birbirleriyle savaşıp, birbirlerini öldürmüşlerdir... Buna rağmen bir sonuç alınamamıştır.

Hakem Olayı'nda Muaviye’nin hakemi hileli bir yolla Hz. Ali’nin “Müminlerin Emirliği Makamına” son verdi...

İki tarafa da karşı çıkan “Hariciler” denen bir grup ortaya çıktı... Daha sonra Hz. Ali bunlarla da mücadele etmek zorunda kaldı...

Yıl 657: Sıffin Savaşı, Hz. Ali ile onun “Müminlerin Emirliği” ni tanımayan Hz. Ayşe ile Zübeyr, Tâlha (Bizzat istedikleri halde kendilerine Hz. Ali tarafından Valilik Görevi verilmeyenler) ve Şam Valisi Muaviye (Alınacak valiler arasında bulunanlar) arasında oldu. Hz. Ali'ye Biat etmeyenlerin başında geliyorlardı.

 Yıl 661: Ramazan ayının 15’inde, Mescitte, Hariciler tarafından Hz. Ali suikaste uğradı. Üç gün sonra da vefat etti. Yerine büyük oğlu Hasan’a biat edilerek “Müslümanların Emiri” ilan edildi.

Hasan ve Muaviye arasında Emirlik savaşı başladı. Hasan bu Müslüman savaşına son vermek için bir anlaşma yaptı; fakat bir kısım Müslüman toplulukları bu anlaşmaya itiraz ettiler…

 Yıl 670: Hz. Ali’nin büyük oğlu Hasan, hanımı, Cade binti el Eş’as b. Kays, rivayete göre Yezîd b. Muâviye ile evlendirilmek vaadiyle kandırılarak, Hasan zehirletildi ve (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 460; a.mlf., Üsdü'l-ġābe, II, 15; Süyûtî, s. 192) ve 28 Safer 49 (7 Nisan 669) tarihinde vefat etti.

Ölmeden önce kardeşi Hüseyin'e Resûl-i Ekrem'in (Peygamberimiz) yanına, bu mümkün olmadığı takdirde, Cennetü'l-Bakī'da annesinin yanına gömülmesini vasiyet etmiştir. Mervân b. Hakem birinci teklife karşı çıktığı için Medine Valisi Saîd b. Âs'ın kıldırdığı cenaze, Namazından sonra, Cennetü'l-Bakī'de annesinin mezarı yanına defnedilmiştir…

 Yıl 680: Muaviye’nin Oğlu Yezit, Emevî Devletinin Muaviye’den sonra gelen 2. Emiri oldu. İslâm dünyasında saltanat başladı. Bunu kabul etmeyen Peygamber torunu Hüseyin, yetmiş iki (72) aile ve ashabıyla Kufe’ye giderken, Irak’ta, Bağdat’ın 100 km güneybatısında bulunan Kerbela denilen yerde, Yezid’in askerleri tarafından ailesi ile beraber Katledildi…

 Yıl 683: Yezit kendisine biat etmeyen Medinelilere, Müslim bin Ukbe Komutanlığında, Rum destekli bir ordu gönderdi.

Medine Müslümanlardan  Alındı. 10.700 veya 11.700 Müslüman öldürüldü. Üç gün boyunca evler yağmalandı, Peygamberin Hanımları, Akrabaları, Hz. Ali ve Hz. Osman ve Ünlü Sahabelerine kız ve hanımlarına tecavüz edildi, işkence yapıldı. Bu utanç tablosu tarihte, Yezit bin Muaviye Döneminde ‘’Harre Olayı’’ olarak geçmiştir. Bu vakadan doğan çocuklara da: “Evlâddü’l Harre” çocukları ismi verilmiştir… Kerbelâ Katliamı, Harre Katliamı, Mekke’nin Kuşatmasında, Mekke’nin yakılarak, Kabe “Haccac” Mancınıklarla taşa tutularak yıkılmış, isabet alan Karataş üç parçaya bölünmüştür… Şehir Yezit ’in askerlerince Mancınıkların attıkları yağlı taşlar ile yakılmıştır.

 Yıl 692: Abdülmelik b. Mervan, komutan Haccac’ı (Zalim Haccac) Mekke’yi alması için gönderdi. Emevî Ordusu yedi ay boyunca Mekke’yi kuşatma altına aldı ve mancılıklarla Müslüman şehir taşlandı, Kabirlere değen taşlarla kabirler de yerle bir edildi… Karataş üçe ayrıldıKabe’nin büyük bölümü yıkıldı!.. Peygamberin eşleri, torunları, Ehli Beyt çocukları, hanımları, çocukları, Sahabeler, mezar üzerine yatırılarak boğazlandılar…  Çok acı ve trajedik durumlar yaşandı.

Öncü Sahabilerden Abdullah bin Zübeyr ve Sahabelerden Zübeyr bin Avvam ile ilk Emir Ebu Bekir'in kızı Esma bint Ebu Bekir'in oğlu, Hz. Muhammed'in eşlerinden biri olan Ayşe bint Ebu Bekir'in de yeğenidir, on binlerce kişi ve Sahabe öldürüldü, Emevîler, Mekke’yi yeniden aldılar...

İşte hadisler, böyle bir ortamda toplandı. Bu şartlarda hadislerin ne kadarı sahih olabilir?..

Dede Kasım Güvercin’e Göre, Alevilik Nedir?

Bektaşilik, Kızılbaşlık alt gruplarından sonra, üst derece olan Alevîlik’tir.

Alevilik (Kızılbaş): Allah’ı ve Resulü uğruna kendini adamış, onların yolunda, canından ve malından vazgeçmiş, “Bu yolda ölmek var, dönmek yoktur!” yeminini, başına sardığı, kırmızı sarık ile ilan etmiş kişidir.

Alevilik: Allah, Hz. Muhammed, Hz. Ali kutsallığını, kalbinde taşıyan, Hz. Ali’nin adaletinden ayrılmayan, temelinde insan sevgisi bulunan, her dine, mezhebe, her inanca saygı duyan ve hoşgörü ile bakan bir görüşün adıdır. Bu görüş mensupları, bütün topluluğa: Dil, din, ırk, renk, farkı gözetmeyen, Hace Bektaşî Veli Sözü: “Eline, Beline, Diline” sahip olma ilkelerini, her kesime şart koşan, bir anlayışın adıdır.

“El, Bel, Dil”

Genel Kabule Göre: Ahlâklı olmak anlamında kullanılan: "Eline, Beline, Diline Sahip Ol!.." sözü, söylendiği döneme göre, başka anlamları yansıtmaktadır.

Diline sahip ol: Kötü söz söyleme!

Beline sahip ol: Zina yapma! Bugünkü anlamlarını belirtiyor gibi olsa da Aslı ve İzahı Şudur:

"Eline sahip çık" ifadesindeki "El": "İl, Yurt, Vatan, Memleket’tir. Yani bu söz ile iline, yurt, vatanına sahip çık. Demiştir.

"Beline sahip çık": "Bel", "Toprak, ekilen, ürün alınan yer"dir...Toprak, bütün Türkler için kutsaldır. Toprak sürülür, bellenir, çabalanır, işlenir, ekilirse ürün verir. Toprağını boş bırakma! İş, uğraşından geri kalma! Toprağını işle, toprağına sahip çık!” demektedir.

"Diline sahip çık" ifadesindeki "Dil": Ağzımızın içindeki organ değil, konuştuğumuz dildir. Anlaştığımız, şarkılarımız, türkülerimiz, mâni, ninni, bilmece, bulmaca, masal, tekerleme, fıkralar söylediğimiz lisanımız,  Türkçedir…Ana dilimiz güzel Türkçemize sahip çıkın ki Arapça, Farsçanın, İngilizce ve diğer kullandığımız ve artık neredeyse örf, adet, gelenek, görenek, kısa bütün bir Türk Kültürümüzü alıp götürmüş ve sadece o dili Namazda, niyazda, kullandığımız ve kutsal diye çocuklarımıza verdiğimiz adlarda, çarşıda pazarda, açtığımız tezgâhlarda, kullandığımız tabela, levha mağaza, dükkan, fırın, berber, kuaför, terzi, manav dükkânlara isim olarak verdiğimiz ve  kullanır olduğumuz için kültürümüz yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Bu sebeple, özellikle Arapça, Farsça ve İngilizce karşısında Türkçe kelimelerimiz buz gibi eriyip kaybolmasın!.. “Diline sahip çık!” örfün âdetin, geleneklerin, kendine ait olanlar, öz benliğin topyekûn Türk kimliğin ve Türk kültürün devam edebilsin denmiştir…

Kendine Gelmek:

Kendine gelmek, kendini bulmak, kendi kendi ile barışık olarak, kendine gelmek isteyen insanları, bir çatı altına toplayarak, manevî susuzluklarını gidermektir. İnsanları yaşadıkları ortam ve toplumda, kendi istekleri ve vicdanî muhasebeleriyle, kendi kendilerini yargılamalarını sağlayan, bir görüşün adıdır. Bu anlayış: Laik, demokrat, eşitlikçi, katılımcı, paylaşımcı düşünceyi savunan, görüş olarak karşımıza çıkar.

 Alevilikte İslâm Anlayışı Nedir?

Bu anlayış Allah’ın Peygamberi Hz. Muhammed, amcası oğlu ve damadı Hz. Ali’nin yoludur!..

Alevilik de: Zalime ve zulme karşı gelen, mazlumun yanında olan, şeriat adı altında yobazlığa, bağnazlığa, cahiliye devrinin pagan kurallarına bağlı olmayan ve bu çağdışı uygulamaları reddeden anlayıştır. Bu anlayış:

İslâm dinine, kendine göre ve Sunnî inancın dışında ve daha farklı olarak bakar ve daha farklı olarak yorumlar.

Hz. Ali: Hz. Muhammed’in damadı, amcasının oğlu ve de daha altı (6) yaşından bu yana ve ölünceye kadar, Hz. Muhamed’in yanından ayrılmayarak, âlemlerin Peygamberinin, her türdeki öğreti ve uygulamalarını, gözleriyle görüp kulakları ile işitmiş ve birlikte uygulamıştır…

Hz. Ali’nin tavır, davranış ve İslâm prensiplerini, gerçek hayata uygulayışı, örnek alınacak, asıl ve gerçek uygulamalardır… Bu anlayış, Hz. Muhammed Peygamberin Allah’ın Emirlerini uygulama ve davranış halinde gösterme, bilgi, beceri, kabiliyet çerçevesinde sentezleyip özümsemiştir.

Hz. Muhammed’in bütün uygulamalarının, olay ve durumlar karşısındaki tavır ve davranışlarını, konuşmalarını, meseleler karşısındaki tutumu ve nasıl uyguladığına yakından tanık olmuş ve çok tabii olarak, en iyi bilen ve gerçek hayata uygulayan, yorumlayan kişi, şüphesiz Hz. Ali olacaktır… Öyleyse Hz. Ali’nin söyledikleri ve bildikleri, diğerlerine göre daha doğru ve Hak’tır. Yol bu yol ve Hak bu Hak’tır!..

3. Emir seçimi yapılırken; Abdurrahman b. Avf, Hz. Ali’ye:

“Hükümet sisteminde, Allah’ın kitabı, Peygamber’in sünneti ve Şeyhaynler (Ömer ve Ebubekir’in) takip ettiği yola, yöntemine uyacak mısın?!..” Dediğinde, Hz. Ali:

 “Ben Allah’ın emrine, Peygamber’in sünnetine, Allah ve Resulünün razı olduğu, kendi yöntemime uyarım! Başkalarının yöntemine değil!..” demiştir…

 İşte bunun içindir ki: Şia, Hz. Ali taraftarları Alevîler ile Şeyhaynler (Ömer ve Ebubekir ve sonra da Hz. Osman) taraftarları Sunnîleri, Alevilerden ayıran nokta da burası olmuştur!..

Hz. Muhammed Öldükten Sonra, Sırasıyla:

Emir Hz. Ebubekir,

Emir Hz. Ömer

Osman İslâm Devletine Emir olmuşlardır. Hz. Osman da Emirliğinin özellikle son dönem İslâmî uygulamalarında, Peygamber’in Hanımları:

 (Hz. Hatice Binti, Hz. Sevde, Hz. Ayşe, Hz. Hafsa Binti Ömer (İslâm’ın ikinci Emiri Hz .Ömer’in Kızı), Hz. Zeynep Binti Huzeyme, Hz. Ümmü Seleme, Hz. Zeynep Binti Cahş, Hz. Cüveyriye,  Hz. Ümmü Habibe, Hz. Safiye, Hz. Meymûne, Hz. Mariye ) Bunlardan Hz. Muhammed’in en genç hanımı Ayşe (Peygamberin Kayınbabası İlk Emir Hz Ebubekir’in Kızı) tarafından Emir Ebubekir’in gerçek hayattaki uygulamalarının, bu yönde olmadığı ve Hz. Osman’ın yanlış yönde olduğu konusunda, Emir Hz. Osman’ı çeşitli vesilelerle eleştirilmişlerdir…

Emir Hz. Osman ’ı sert dille eleştiren Ayşe’ye Emir Hz. Osman, güvenlik açısından şehri terk etmemesini söylenmiş; fakat Ayşe bunu yapmak yerine, Medine’de bir isyan başladıktan sonra, etrafındakilerle Hac için Mekke’ye geçmiştir!.. Ayşe, Mekke’den Hacdan dönerken, yolda, Emirlik makamında bulunan: “Hz. Osman’ın uygulamalarına karşı çıkarak, Medine’ye kadar kalabalık gruplar oluşturarak ve bu kalabalıkların yollardaki katılmalar sebebiyle giderek artarak, Medine’ye kadar ulaştığı ve bu Muhalif Müslüman Halk Kalabalığı, tarafından, Emir Hz. Osman’ın öldürüldüğünü ve yerine Hz. Ali’nin, halk tarafından Emirlik makamına getirdiği…” haberini alır.

Emirlik makamına oturan Hz. Ali, Hz. Osman ’ın katillerini cezalandırmak ister; fakat: “Hz. Osman ’ı hepimiz öldürdük!..” diyen isyancı topluluğu ile karşılaşır. Bu topluluk, bütün şehre hâkimdir…Şehre hâkim olan bu toplulukla, bir anda başa çıkmak, mümkün değildir!

 Hz. Osman’ın isyancılar tarafından öldürülmesinden sonra Emevî Ailesi ile Hz. Osman’ın tayin ettiği Basra (Abdullah bin Amir), Yemen (Muaz bin Cebel) ve Küfe (Velid bin Ukbe) Valileri, görevli oldukları illerin Devlet Hazinesindeki Para ve Savaş Malzemeleriyle Hz. Ayşe’ye katılırlar… Umre’ye gitmek üzere yola çıkmış bulunan Talha (Talha bin Ubeydullah, Hz. Ali’den Basra Valiliğini istemiş; fakat bu isteği kabul edilmemiştir.) ve Zübeyr (Zübeyir bin Avvam da Hz. Ali’den Küfe Valiliğini istemiş; fakat bunun da isteği kabul edilmemiştir.) bu sebeple, Mekke’ye giderek Peygâmberin yaş bakımından en genç eşi (Peygamberin Kayınbabası İlk Emir Hz. Ebubekir’in Kızı) Ayşe’ye katılıyor…

 Medine’de, Hz Ebubekir’in, Emir ilan edildiği dönemden başlayarak, devam edegelen Hz. Ali taraftarlığının küçümsenmesi, aşağılanması ve Emevî üstünlüğü, daha Sahabiler Döneminde ve Hz. Muhammed’in Hanımı 15 yaşındaki Hz. Ayşe’nin Hz. Ali ve etrafındakilere karşı savaş açmasıyla başlamıştır:  

 “Cemel Vakası, Sıttin Savaşı” ile ötekileştirme ve ayrıştırma derinleşmiştir. Emirin kim olacağı, makam, mevki ve saltanat Müslümanları bölmüş ve tartışması büyümüştür!..  

Aslında Emirin kim olacağı Peygamber Hz. Muhammed Döneminden beri bellidir!.. Bu Hz. Muhammed’in damadı, amcasının oğlu ve de daha altı yaşından bu yana ve ölünceye kadar, Hz. Muhamed’in yanında bulunarak, âlemlerin Peygamberinin her türdeki öğreti ve uygulamalarını gözleriyle görüp, kulakları ile işitmiş olan Hz. Ali’dir…

Aslı, doğruluk; kemâli, dostluk; cevheri, merhamet; görüşü, eşitlik; hazinesi, bilgi; meyvesi, sevgi hamuru ile yoğrulmuş, insanı kâmil ve erdemli insan olmayı hedefler…  Bu anlayışta Allah ile korkutma yoktur!.. Korkuyu aşıp, sevgi ve aşk ile Tanrı’ya ulaşma ve yönelme kadın ve erkek bütün kullarda adalet ve eşitlik, sevgi ve barış anlayışı, esas unsurdur; ancak Sahabi unvanı ve üstünlüğüne mashar olan bu kişiler, adaletten ayrılmış, Kabilecilik ve benden olsun, ne olursa olsun benciliğine esir olmuşlardır… İslâm dinine ikilik ve fitnelik sokmuşlardır!..

Sonraki zamanlarda bu daha da derinleşecek, birçok yerde İslâm Dininin kurallarını en iyi kendisinin anlayıp uyguladığını iddia eden İmamları: (İnanç açısından Maturidilik ve Eşarîlik, fıkhî açıdan da Hanefi, Şafii, Malikî, Hanbelî ve bazen de Caferî Mezheplerine bağlıdırlar. Bu dört mezhepten ilki olan Hanefî Mezhebi itikat olarak Maturidiliğe bağlıdır. Diğer üç Mezhep ise Eşariliğe bağlıdırlar.) takip eden taraftarlar sebebiyle, yine taraftarlar arasında, Dinde, Mezhep Kavgaları baş göstermiştir…

 Alevilik:

Enel-Hak ile insanın özünde Tanrı’yı gören, yaradan ile yaratılan ikiliğinden Varlık Birliğine varan, edep ve ahlâklılığı yaşamın temeline oturtan, insanı yüceltendir. Hamurunda hem ilâhiliğin hem de irfaniliğin mayası bulunur. Kişinin ahlâklı ve karakterli yaşam ilkelerini belirleyen, Hz. Muhammed ve Hz. Ali’den gelen neslin, imametini: Teberra ve Tebelle ilkesi ile sahiplenen anlayış olarak kabul edilmektedir.

Dini, biçim ve şekil olarak değil, gerçek anlamıyla algılar. Dini, bağımsız bir irade gücü ve batınî özelliği ile evrimleştiren, akıl ve iman bütünlüğünde birleştiren ve bütün bunları Kırklar Cemi ile yürüten bir inanç sistemi olarak görür…

Bu durum, Batınî görüşün, Sufî geleneklerin en ilginç ve önemli göstergesidir. Bu inanç sitemi ise İslâmiyet’in ta kendisidir. Peygamberimiz DönemindeMezhepler” yoktur!.. Bu sebeple ayırımcılık da yoktur!.. Bu ayrımlaşmalar, Peygamberimizden sonra, dinî uygulamalardaki farklı görüş ve düşünüş sebebiyle ortaya çıkmıştır. Bu ise ideolojiktir. İktidarı elde bulundurma, menfaat ve çıkar ilişkileri, siyasî amaçlı gruplar tarafından çıkartılmış, bir sistem olarak değişerek ayrışarak, farklılaşarak da bugünlere kadar devam edegelmiştir.

 MS 26 Tem 657 – MS 28 Tem 657, Nasr b. Müzâhim el-Minkârî’nin, Kitâbu Vak’ati Sıffîn’i, Hz. Ali ile Muâviye arasında Sıffîn’deki savaşa, mücadeleye dair, en önemli kitaplardan biridir. Bu mücadeleye dair en eski kitap ise: Ebû Mıhnef’in “Kitâbu Sıffîn” ’dir.

Ebû Mıhnef’in bu özel vak’a ile ilgili kitabının büyük kısmı, Taberî’nin Târîhi’nde, 36/657 ve 37/658 yılları olaylarında, aktarmalar yapılarak bize ulaştırılmıştır. İbnü’n-Nedîm’in el-Fihrist’ine göre:

İbn Müzâhim el-Minkârî, Ebû Mıhnef’in muasırı idi. İbn Müzâhim’in başlıca kaynakları Ebû Mıhnef, eş-Şa’bî, Seyf b. Ömer, Ebû Ravk ve Şakîk b. Seleme’dir.

İbn Müzâhim, Şiî eğilimine rağmen Sıffîn’deki olayları, önyargılı bir şekilde tasvir etmeye kalkışmamış; rivayetleri de Taberî ve Belâzurî’nin rivâyetlerinde gördüğümüz bilgi ile çelişmeden açık, beliğ, bariz bir tarzda ortaya koymuştur.

Cemel Vakası’nın bir şekilde üstesinden gelinmesine rağmen, Şam Valisi Muâviye bin Ebî Süfyan’ın kendisi yeni Emir Hz. Ali’ye biat etmeyi reddetmesi üzerine, kaçınılmaz olarak ortaya çıkan “Sıffîn Savaşı” somut bir netice elde edilmeden sonlandırılmıştır.

Hz. Osman’dan sonra Emir olan Hz. Ali ile Şam Valisi Muâviye arasında meydana gelen Sıffîn Savaşı, Şam Valisi Muâviye bin Ebî Süfyan’ın akıllı manevrası ile neticelenmiş, sorunun çözümü tahkime havale edilmiştir. Tahkimden somut bir çözüm çıkmadığı gibi ardından, girişilen bölgesel çarpışmalar da ihtilafa çare olmamıştır.  

Hz. Ali Cephesinin, Hâricî İsyanı (Hz. Muhamed ve Hz. Ali dönemlerde Müslüman Arap Bedeviler, içinden çıkan Haricîlerin ayrılmasına sebep olmuştur!..) ile bölünmesi ve Şam tarafı için ciddî bir tehdit teşkil eden Bizans’ın, kuzeyden hareketlenmesi sebebiyle, Sıffîn’de çarpışan tarafların, zorunlu olarak, bir saldırmazlık anlaşması imzalamaları ile neticelenmiştir. Söz konusu “Sıffîn Anlaşması”, her nedense, tarihin tozlu rafları arasında kalmış ve gün yüzüne çıkmamıştır…

 Hariciler, Hz. Ali döneminde meydana gelen Sıffin Savaşı’ndan sonra, ortaya çıkarlar. Hz. Ali ve Muaviye taraftarları arasında meydana gelen bu savaşta, Muaviye taraftarları yenileceklerini anlayınca mızraklarının ucuna Kuran sayfaları takarlar, "Aramızda Kuran hakem olsun." dediler. Bunun üzerine çatışmalar durur, görüşmeler başlar.

İşte bu "Hakem Olayından" sonra bir kısım insanlar Hz. Ali'ye: "Hariciler: Sen insanları hakem olarak kabul ettin. Halbuki hüküm ancak Allah’ındır." diyerek Hz. Ali'nin saflarından ayrılırlar. (1) Bunlara "Hariciler" denir.

"Hüküm ancak Allah'ındır."(2) cümlesi, Haricilerin sloganı haline gelir. Hatta bir gün Hz. Ali halka hitap ederken Haricilerden biri kalkar,

"Ey Hz. Ali! Allah’ın dinine insanları ortak kıldın. Hüküm ancak Allah’ındır." der. Bunun üzerine her taraftan: "Hüküm ancak Allah'ın!", "Hüküm ancak Allah'ın!" sesleri yükselir. Hz. Ali buna mukabil şöyle der:

"Söz, hak bir söz, fakat bununla batıl murat ediliyor."(3)

Bir gün Hz. Peygamber (asm) ganimet dağıtırken biri çıkar: "Ya Hz. Muhammed, adil ol! Adaletle dağıtmadın!" der. Kıpkırmızı olan Hz. Peygamber: "Ben adil olmazsam daha kim adil olur?" der ve şunu bildirir:

"Dikkat edin, bunun neslinden (bu cinsten) ilerde bir kavim zuhur edecek. Okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar."(4)

İşte hariciler bu hadisin çizdiği çerçevede insanlardır. İslâm kahramanı Hz. Ali'yi bile tekfirden çekinmemişlerdir. Aslında ibadete düşkündürler. Hz. Peygamber (asm)'in tarifiyle:

"Sizden biri, onların Namazı yanında, kendi Namazını, onların orucu yanında, kendi orucunu, küçük görür; lâkin onların imanı boğazlarını aşmaz."(5)

Şatıbî'nin yorumuyla: “Yani okuduklarını anlamazlar!” (6)

 Kaynak eserler içerisinde sadece: Taberî Tarihinde bu anlaşmaya yer vermiştir. Böylesine önemli bir anlaşmanın es geçilmesi, doğrusu ilginç bir durumdur.

 Hz. Ali’nin oğlu ve ondan sonra Emir seçilen Hasan ile Şam Valisi Muâviye b. Ebî Süfyan arasında yapılan anlaşma, hemen hemen tüm kaynaklarda yer almıştır.

Hz. Ali ile Şam Valisi Muâviye b. Ebî Süfyan arasında gerçekleştirilen söz konusu mütarekenin görmezlikten gelinmesi, kaynaklar tarafından kaydedilmemesi, doğrusu ilginç bir durumdur. Aynı zamanda, bu izaha muhtaç bir konudur. Her şeye rağmen, mevcut şartlar ve gelişmeler muvacehesinde böyle bir mütarekenin gerçekleştirilmiş olması, sürpriz sayılmamalıdır. Zira ne sıcak savaş ne tahkim ve ne de bölgesel çatışmalar, gerek Irak gerekse Şam tarafı için tatminkâr sonuç doğurmamıştır. Üstelik Sıffîn Savaşı zamanlaması içerisinde, dışarıdan gelmesi muhtemel tehlikeler de kendisini hissettirmeye başlamıştır.

 Şam yönetiminin Bizans ile yapmış olduğu anlaşmaların süresi bitmiş, Şam Valisi Muâviye b. Ebî Süfyan’ın Bizans’ı durdurmak ve bir süreliğine de olsa, onları idare etmek için ödemiş olduğu vergiler, malî olarak ağır bir yük teşkil edecek duruma gelmiştir. Anlaşmaları yenilemek, bu malî ağırlık ve içeride bulunan Emevî taraftarlığı ve Hz. Ali taraftarlığı gibi iki kutuplaşma sebebiyle neredeyse imkansızlaşmıştır.

Hz. Ali’nin hüküm sürdüğü Irak Bölgesinin, kendi içinde bölünmesiyle, Şam üzerindeki hegemon etki azalmıştır. Ayrıca beklenmedik bir şekilde, hem Şam hem de Irak için tehdit teşkil eden bir Harici tehlikesi baş göstermiştir.

 Sonuç Olarak:

Bütün bu olaylar ve gelişmeler, Sıffîn’de savaşan güçleri, sonraki dönemde, barış yönünde adım atmaya sevk etmiştir.

(Sıffin ve Sıffin Savaşı, günümüzde Suriye'nin Fırat Nehri boyunda Rakka ilinin doğusunda kalan bir bölge ve bölgede meydana gelmiştir.)

Hz. Ali ile Şam Valisi Muâviye b. Ebî Süfyan arasında meydana gelen, Sıffîn Savaşı, İslâm tarihinin önemli dönüm noktalarından birini teşkil etmektedir.

Hz. Osman’ın “Müminlerin Emirliği”nin son yıllarında başlayan ihtilafların, giderek derinleşmesi neticesinde, Emir Hz. Osman ’ın asiler tarafından şehit edilmesi ve onun ardından Hz. Ali’nin halk tarafından, Emir seçilmesi, kısa bir süre sükuneti temin etmiş olsa da önde gelen iki Sahâbî Talha b. Ubeydullah ve Zübeyir b. Avvam’ın, Hz. Ali’nin “Müminlerin Emiri” seçilmesine karşı bayrak açmaları, bu sükûneti bozmuştur. Bundan sonraki dönemlerde de sükûnet bozulmuş ve istikrar, hiçbir şekilde sağlanamamıştır.

 Unvanı Sahabe olan ve Peygamberi ve Dönemini görmüş, yaşamış olan bu mübarek zatlar, binlerce Müslüman’ın boşu boşuna katledilmesine sadece egoları yüzünden rıza gösterdikleri anlaşılamamaktadır.

Cemel (Deve) Vakası ’nın, bir şekilde üstesinden gelinmiştir; ancak ardından, yaklaşık bir yıl sonra, bu sefer de Hz. Osman Döneminde tayin edilmiş bulunan, Şam Valisi Muâviye b. Ebû Süfyan’ın, Hz. Ali’ye biat etmeyi kabul etmeyerek, ikinci iç savaş: Sıffîn’e gidişin, önünü açmıştır…

Sıffîn Savaşı’nın sonuçları ağır olmuştur. Bu savaş, İslâm toplumu üzerinde tedavisi zor yaralar açmış, derin izler bırakmıştır. Sahabilerin de içinde yer aldığı bu savaş: Bir makam elde etme, mevkii kapma ve bir iktidar savaşı olması sebebiyle, Müslümanlar ve Müslümanlık (İslâm Dini) üzerindeki, güven duygusunu zedelemiştir.

Cemel Vak'asından sonra Kufe'ye yönelen Hz. Ali (r.a), Cerir b. Abdullah el-Bâcelî'yi, Hz. Muaviye'ye göndererek, Muhâcirlerin ve Ensar’ın kendisine Biat ettiklerini; onun da Muhacirler ve Ensâr gibi Biat edip itâatini bildirmesini istedi… (İbnul-Esîr, el-Kamilu't-Tarih, Beyrut 1979, III, 276).

Muaviye, kendisine elçi olarak gelen Cerir bin Abdullah’ı oyalayarak Amr bin el-Âs ile istişarede bulundu ve Hz. Osman’ın kàtilleri derhal cezalandırılmadığı takdirde ordusuyla üzerine yürüyeceğini belirtti. Muaviye seksen beş bin kişilik bir orduyla Şam’dan yola çıktı. Hz. Ali ise doksan bin kişiden oluşan ordusuyla, Kûfe’den Sıffin’e doğru harekete geçti.

Ali, Muaviye’ye elçiler göndererek, onu bu tutumundan vazgeçirmek istedi; ancak olumlu bir cevap alamadı. İki ordu birlikleri arasında bazı ufak çarpışmalar sürerken, Hicretin 37. senesi Muharrem ayının sonuna kadar, anlaşma yapılabilmesi için elçiler gidip geldi; ancak barış yolunda bir gelişme sağlanamadı. Safer ayının ilk günü, savaş tekrar başladı.

Hz. Ali’nin şiddetli bir taarruzu ile Şam Ordusu dağılma noktasına geldi. Savaş kazanılmak üzereydi ki, Amr bin el-Âs, Şamlı askerlere:

 “Her kimin yanında Mushaf varsa, onu mızrağının ucuna takarak yukarı kaldırsın.” dedi. Bu emri yerine getiren askerler Hz. Ali tarafına: 

“Aramızda Allah’ın kitabı hakem olsun.” diye seslendiler. Amr bin el-Âs’ın tedbiri etkisini göstermiş, Iraklı Askerler: 

“Allah’ın kitabına yapılan çağrıya, icabet edelim. demeye başlamışlardı.

Hz. Ali (r.a.) Kuran sayfalarının mızrakların ucuna geçirilmesinin, bir tuzak bir savaş hilesi olduğunu, askerlerine anlatmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Her iki taraftan birer hakem seçilerek, Kur’ân’a uygun kararın çıkartılması istendi. Hz. Ali’nin tarafında bulunanlar bunu memnuniyetle karşıladılar. Şamlılar, Amr bin el-Âs’ı, Hz. Ali tarafındaki Iraklılar da Ebu Mûsâ el-Eş’arî’yi hakem tayin ettiler.

37. yılın Safer ayında Düvmetü’l-Cendel’de bir araya gelerek, karar verirken esas alınacak prensipleri içeren: “Tahkimnâme”yi kaleme aldılar. Bu olaya İslâm tarihinde: “Hakem Olayı” denir.  (https://sorularlaİslâmiyet.com/kaynak/siffin-savasi)

“Hakem Olayı” sonrasında kendilerine hile yapıldığını gören Ali bin Ebû Talip (17 Mart 599-661) taraftarları ve 1.Muaviye Ebu Süfyan (661-680) ve taraftarlarınca Hz. Ali’nin Halifeliğine biat etmeyen Muaviye taraftarlarınca ve hileli Hakem Olayınca, Halife ilan edilince her ikisi de İslâm’ın Emiri olarak kabul edilmiş oldular… O coğrafyada iki baş ve iki Halife doğmuş oldu!..

Ali bin Ebû Talip (17 Mart 599-661) ve 1.Muaviye Ebu Süfyan (661-680), Bir müddet sonra Halifeliğin kendi sülalesinden çıkma endişesine karşı Muaviye oğlu Yezit bin Muaviye (660-684)’yi daha sağlığında Şam’da “Müminlerin Emiri” olarak ilan etti (679).

Hüseyin (İslâm Peygamberi Muhammed’in torunu; Muhammed’in kızı Fatma’nın ve amcasının oğlu Ali’nin oğludur.) ve Abdullah bin Zübeyr’in (İlk on Müslümanlardan biri olan ünlü savaşçı Sahabe Hz. Muhammed’in Eşi Hatice’nin kardeşinin oğlu Zübeyr bin el Avvam’ın oğlu “624-692”) karşı çıkmalarına rağmen, Muaviye, onların da oğlu Yezit’e, biat etmelerini istedi; ancak bunlar biat etmediler… Kaynakları araştırırsak Hz. Hüseyin’in: “Küfe, Basra, Irak, Horasan, Mekke, Medine, Yemen” ahalisine bir müddet Emirlik etmiş olduğu görülmektedir. 

Emir Muaviye, ölmeden önce oğlu Yezit’in, kendi yerine geçirip devleti, yönetmesi için halkın büyük bölümünün biatını zorlamalarla da olsa almıştı… Bu sebeple Yezit, babası Muaviye’nin ölümünden hemen sonra, Şam’da kendisini “Müminlerin Emiri” değil: “Müminlerin Halifesi” ilan etti!..

Hz. Ali katledilinceye kadar yöneticiler: "Emir'ül Müminin" (Müminlerin Emiri) sıfatını kullanıyorlardı. Hz. Ali kadledilince, Muaviye ulemayı topladı ve dedi ki:

"Bundan sonra 'Halife' sıfatını kullanacağım. Allah ile benim aramdaki konumum ne olacak?

Ulema: "Siz, Zillullah - fil-âlem" yani: Allah'ın yeryüzündeki gölgesisiniz... Yapacağınız her şeyi, Allah adına yapacaksınız. 

Muaviye: Her şey mi?

Ulema: Her şey!..

Muaviye: Teb'a ile durumum ne olacak?

Ulema: İstediğini yaşatırsın, istediğini öldürürsün!..

Muaviye: Beyt'ül Mahal ile durumum ne olacak?

Ulema: İstediğiniz gibi kullanırsınız...

Muaviye. Hiç sorumluluğum yok mu?

Ulema: Yok!

Günahın varsa öbür dünyada Allah'a hesap verirsin. " Demişlerdi….

Muaviye ve oğlu Yezit otoritesini tesis etmek için ilk iş olarak Hz. Ali’nin oğlu, Hz. Hüseyin ve Ailesini Kerbelâ denilen yerde Şehit etti. Daha sonra da ülkede çıkan isyanları bastırmak için Medine ve Mekke’yi yakıp yıktı. Mancınıklarla ateş topu ve taşlara tuttu. Kabe yerle bir oldu. Hacer’ül Esvet Taşı üçe parçalandı. Kabe’ninn yıkılması dahi savaşı durdurmaya yetmedi…

Yezit, babasından devraldığı iktidarını üç (3) yıl devam ettirebildi. 39 yaşında Dımaşk yakınlarındaki Huvvarin’de öldü…

Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyti, Şehit ettiren Yezit, tarihte en fazla lanetlenen kişi oldu!.. İster Şii olsun ister. Sunnî Müslümanlar onun ismine lânet ettiler.  Yezit mezarında bile rahat edemedi…

 Hülagü Han (1217-8 Şubat 1265):

Hülâgü Han, atalarının dini olan “Tek Tanrı” inancına sahipti; ancak annesi Sorgoktani Hatun’un Hıristiyan dinine mensup olması, onu az da olsa etkilemiş olmalıdır!.. Cengiz Han’ın en küçük oğlu Toluy Han’ın oğlu olan Hülâgü HanMeraga’da kırk sekiz (48) yaşında ölmüştür (8 Şubat 1265). Öldüğünde, Urmiye Gölü’ndeki bir adaya, yanına atı ve Cariyeleri de kurban edilerek gömülür. Cenazesi, Şamanist usullere göre yapılmış son hükümdardır…

 

Hülâgü Han: Matematik, Astronomi, Kimya ve Geometri bilimlerine vakıf, cesur, kararlı, savaş taktiklerini çok iyi bilmektedir. Cömert; bilginleri ve ulemaya koruyan, bir devlet adamıdır. Mevcut din ve inanışlarına karşı, hoşgörülü olduğu, bütün tarihçilerce de onaylanmıştır.

 

Hülâgü Han: “Changüşa”nın yazarı Alâddin Ata Melik Cüveynî’yi yanına almış; Nasirettin i Tûsî’yi“Rasathane” kurmak için görevlendirmiştir.

Rusafe Şehri’ndeki Halife Mezarlarını, Halife Camiini ve bugün Irak’ın  Kazımeyn Şehrinde bulunan Şiî Müslümanların Hz. Ali Silsilesinden  gelen yedinci (7.) İmamı olan, Musa Kazım’ın Türbesini, yıkılan ve hasar gören diğer kutsal kabul edilen mabet ve türbele yerlerini  onarttırıp tamir ettirerek, bölgeden ayrılmıştır…

 

Kendi adına bastırdığı paralara, İslâm geleneğine uygun olarak (1254-1256), “Allah’ın Birliği”ni ifade eden (Kelime i Tevhit) yazısını koydurmuştur. Hülâgü Han için söylenen:

İslâm Medeniyetini katlettiği, taş üstünde taş bırakmadığı, tarafgir tarihçilerin bir yalanından ibarettir…  Böyle bir adam, Allah’ın birliğini ifade eden: “Allah Birdir!..” yazısını, kendi adına bastırdığı paralara kazdırtıpSahabelerin ve Mezhep İmamlarının Mezar ve Türbelerini tamir ettirir mi?.. Hatta üstüne işetirdi…Yapmamış!?.

Yalancı, tarih yazarları ve "Arap Sevicilir" utansın!..

 

Bugün Türkler, Türkçe konuşmasını bile Hülâgü Han'a borçludur. Bağdat Seferi olmasa; Anadolu Türklüğü tamamen Araplaşacak veya Farslaşacaktı.

Tarih yazanlar; hiçbir zaman tarihi yapanlara, sadık kalmadığı için birçok şey göz ardı edilir. Örneğin:

Arap Kuteybe Bin Müslim: Vilat, Talkan ve Curcan’da katlettikleri yüz binlerce Türk’ün adı bile anılmaz. 24 km yol boyunca çeşitli işkencelerle öldürüldükten sonra ağaçlara asılarak katledilen Türkler’den hiç bahsedilmez.

Hülâgü Han'ın bir özelliği de bilim adamlarını sevmesi ve korumasıdır. Nesredin Tûsî’yi hapisten çıkarmış ve araştırmalarını yapması için ona her türlü imkân sağlamıştır.

 

Hülâgü Han: “Türklerin katli vaciptir!” diye fetva veren, Abbasi Halifesi Muttasım Billah’ı, önce dansöz kıyafeti giydirip oynattıktan sonra, oğullarıyla birlikte halıya sardırıp atlarının ayakları altında çiğneterek öldürtmüştür!..

Böylece, Türk’ün öcünü aldığını söylemiştir…

(https://www.liseedeBiat.com/yazarlar/487-elsen-ismail/10611-hulagu-han-elsen-ismail.html#google_vignette)

         Emir Timur: (9 Nisan 1336-Şubat 1405 Otrar, Çimkent Kazakistan):

Ordusu ile Şam’a giren Emir Timur, üzerlerine derme çatma kulübelerin yapılmış olduğu bazı mezarlar gördü.  Bakımsız mezbe ve üzerleri çalılarla dolu olan bu mezarların, kime ait olduklarını sorunca: Bir bölümünün Sahabe, bir bölümünün de Ehl-i Beyit Dostları olduğunu öğrendi. Yoluna devam eden Emir Timur şehir merkezinde yer alan, Emevî Camii’nin yakınlarında karşılaştığı kubbeli ve son derece gösterişli mezarın ise Muaviye’nin oğlu Yezit’e ait olduğunu öğrenince: Emir Timur öfkelendi ve Şam Halkına seslendi:

“Size yazıklar olsun!..

Ehl-i Beyit ve Sahabelerin Mezarlarına çalı çırpı yığıp, kulübeler kondurmuşsunuz; ama Peygamberin Ailesin katletmiş mel’un’a da saray gibi bir mezar yapmışsınız!..” dedi. Hiddetinden deliye dönen Emir Timur:

“Yezit’in Türbesi’nin derhal yıkılmasını, toprağının elli arşın kazılarak Kızıl Deniz’e dökülmesini, ardından da bütün ordunun Yezit’in Mezarına işemesini…” emretti… Niçin; çünkü  Ehl-i Beyt Türk’tü Muaviye ve oğlu Yezit yıllarca bunlara zulüm yapmıştı…

(https://eksiseyler.com/timurlenkin-yezidin-mezarini-yiktirip-uzerine-askerlerini-isetmesi)

         Dört Emir Dönemi:

Dört Emir Dönemi, Hz. Muhammed'in vefat ettiği yıl olan 632 yılında başlar ve 661 yılında sona erer. Toplam 29 yıl süren bu dönemde, sırasıyla Hz. Muhammed'in yerine geçen ilk dört Emir, Sunnî İslâmda: “Raşidin Emirler” (Doğru yolda olan Emirler) olarak bilinirler. Şiiler (Hz. Ali Taraftarları) ise ilk üç Emir’i kabul etmezler!.. Bunlardan dördüncüsü olan Hz. Ali’nin (İlk Emirlik hakkının) diğer üç Emir: “Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman” tarafından gasp edilmiş olduğuna inanırlar…

Hazreti Muhammed Mustafa’yı Medine’ye davet eden Evs ve Hazreç Kabileleri, Sümer asıllı idiler… Sümerlerin dağılışı sırasında, Yemen’e göçmüşlerdi. Medine’ye gelişleri ise daha sonraydı.

Kureyş ileri gelenleri, Peygamberin amcası Ebu Talip’in yanına gelmişler ve ona:

“Ya yeğenini susturup davasından vazgeçirmesini ya da Türk yurtlarına çekip gitmelerini…” tavsiye etmişlerdi. Peygamberimizin amcası Ebu Talip Kureyş (Kureyşın) kabilesinin ileri gelenlerinden ve tam kırk iki yıl Peygamberin hamisi, destekçisi ve yardımcısı olarak, onun koruyuculuğunu yapmıştı. Bunun yanında Ebu Talip, Mekke toplumunda önde gelen, sözü dinlenen, makam ve itibar sahibi bir önder ve Haşim Oğullarının Lideriydi… Bu tehdit dolu talebe, 94 beyitten oluşan “Kaside-i Lamiyye” ile cevap verdi. İşte o şiirden bazı bölümler:

Halbuki, onlar, bizim Türk ve Aftalitler (Akhunlar; Türkistan topraklarında Batı Hint Yarımadasına kadar uzanan geniş bir alanı yönetiyorlardı.) kapılarına sığınmamızı isterler.

Ebu Talip’in bu şiirinde, Türkler yanında “Aftalitler” yani Akhunlar dan söz etmesi, oldukça ilginç ve önemlidir. Demek ki Araplar Hazreti Peygamber’in soyunu, sopunun Türk olduğunu çok iyi biliyorlardı.

 Hazreti Peygamberin torunu, Hazreti Hüseyin’in Kerbelâ olayından önce, “Türk yurtlara gitme isteği”, Yezit tarafından reddedildi; çünkü Hazreti Hüseyin, Horasan’daki Türk soydaşlarıyla birleşerek tekrar gelecekti. Bunu önlemek için 10 Ekim 680’e Yezit’in görevlendirdiği komutan dört bin (4.000) kişilik bir kuvvetle, Hüseyin ve yanında bulunan yetmiş kişilik (70) kafileye Emevi Valisi Ubeydullah bin Ziyat saldırdı. Tamamına yakını kılıçtan geçirildi. Sağ kalan aile üyeleri ise esir alındılar.

 Yavuz Dönemi Alevîliğin Durumu:

Türkmen Bölgelerinin başına görevlendirilen Kürt Beyler, ellerindeki Padişah Beratlarıyla görevlerini, amansız bir sertlik ve gayretle, yürütürler. Doğu vilayetleri de Yavuz Sultan Selim'in emriyle ve Kürt İdris-i Bitlisi 'nin görevlendirilmesi ve gayretleriyle, Bektaşî Türkmenlerinden tamamen temizlenmişti...

Yavuz Sultan Selim'in imzaladığı Fermanlar, Kürtler'den seçilen Beylere dağıtıldı. Kürt İdris'i Bitlisî'nin tayin ettiği Beyler, Kürtler‘den topladığı askerlerle kendi ordularını kurdular. Bu ordular aynı zamanda Yavuz, sefere çıkarken hazır olacak ve Yavuz'un, Şah’a yapacağı seferine de katılacaktı...

Kürt İdris i Bitlisî, yöredeki Kürt Beylerine kurdurduğu tamamen Kürtlerden oluşan Askerî Birlikleri ile bu bölge topraklarının sahibi Alevî Bektaşî Türkmenlerinin topraklarına sahip oldular...Yöre Türkmenleri tekraren Horasan'a veya Azerbaycan'a sürülerek gönderildiler. Zorluk çıkaranlar öldürüldü...

Bu işin, tez vakitte gerçekleşmesi için de ellerinden geleni geri bırakmıyorlardı… Bu Emirlere direnenlere ise:

(Ya göç ya öl !..) diyorlardı... Beratlarını, Kürt İdris'ten alan Kürt Beyleri, görevlerini çok kısa bir zamanda tamamladılar.

“Yavuz Sultan Selim Alevi Bektaşî Türkmenlerine bir isim de takmıştı."

"Kızılbaş!.." bunlar “Kızılbaş!” diyordu…

Kürt İdris i Bitlisi ve Türkmen Beyleri görevlerinden alarak tayin ettiği Kürt Beyleri 40 bin Türkmen’i katletmişlerdi. Bu sayı, bazı kaynaklara göre 70-80 bin Alevî Bektaşi Türkmen’in katledildiğini söylüyordu.

Kürt İdris i Bitlisî, Padişaha öldürülen Türker’in sayısını rapor olarak sunup verdiğinde 70. bin demişti... Yavuz Selim: Bu doğru mu diye sorduğunda ise:

"Padişahın, fazlası var, eksiği yok!     Mezralarda, tarlalarda ve yaylalarda öldürülen Türkmenleri de saymadık!.." diyordu...

Sıra İran'da hüküm süren “Kızılbaşlar”a gelmişti…

Safevi Alevi Bektaşî Türkmen Devleti Hükümdarı, Şah İsmail idi; ve halkının tamamı

Oğuz boyuna mensup Avşar, Türkmenlerinden oluşuyordu!.. Öncelikte babası Beyazıt Döneminde sık sık ayaklanan Bektaşi Tarikatına Mensup Türkmen Yeniçeri Ocağı Askerleri, meselesini halletmeliydi...

Şehzade Selim, babası Beyazıt'ın sarayını kuşattığında, Alevî Bektaşî Tarikatına bağlı Türkmen, Yeniçeri Ocağı Askerleri’nin İstanbul'da bulunan evlerini, bir yangın çıkartarak yaktırmayı da ihmal etmemişti...

Bunların İstanbul'da bulunan, evleri tek tek tespit edildi. Zaten deprem sebebiyle evler, ahşaptan yapılmıştı. Bu ahşap evler, ateşe verilecek içindekilerle birlikte hiçbir canlı kalmamacasına yaktırıldı!..

Şehzade Selim, babasının tahtını ele geçirmek için Sarayı kuşatırken, bu evleri yakmak için adamlar görevlendirilmişti. Görevliler de gidip Alevî Bektaşî Türkmenlerin evlerini tek tek yaktılar.

Yanma işi bitip, ortalık durulduktan sonra, tulumbacılar o evlere gönderildi...  Yangın, daha önceden kararlaştırıldığı gibi, maksatlı olarak, durdurulmadı...   İstanbul'da yaklaşık 3.000 ila 7.000 arasında, Alevî Bektaşî Tarikatına bağlı Türkmen, Yeniçeri Ocağı Askeri ve Aileleri bu evler ile birlikte yanarak kül oldular…  Türkmen Yeniçeri, Bektaşi Tarikatına mensup, Askerlerin evleri ve aileleri, Şehzade Selim'in iki dudağı arasından çıkan sözle cayır cayır yakılmıştı!..

II. Beyazıt, fazlaca direnmeyip oğlu Şehzade Selim’e teslim olduğunda, sıra Doğu Vilayetlerindeki Türkmenlere gelmişti... Diyarbakır, Bitlis, Siirt, Hızan, Adilcevaz, Erciş, Hasankeyf, Sason, Cizre, Mardin, Meks, Tunceli, Capakçur Bölgesinin Türkmen Âlevî Bektaşilerden tasfiyesi için ise Kürt İdris-i Bitlisi bulunmuştu. Kürt İdris, Padişahın huzuruna getirildi. Selim ona gereken talimatı verdi...  Kürt İdris-i Bitlisi eline Padişah Selim tarafından mühürlü, boş beratlar verildi. Bu Türkmen yerleşim yerlerine, Kürt Beyleri tayin edilecek, Türkmen ahalinin yönetimi Kürtlerin eline bırakılacaktı. Buradaki halk ise Azerbaycan ve Horasan''a göçe zorlanacak, zorluk çıkaranlar, derhal orada bertaraf edilecek ve aşırı direnenler de öldürülecekti... Padişah emriydi. Konuyla ilgili de Kürt Beylerin ellerinde beratlar vardı... Türkmenler için çare yoktu!.. Bölge boşatılacaktı... Göçmek istemeyen Türkmenler Erdebil’deki Safevi Tekkesi’ne gidip durumu Şah İsmail’e şikâyet edip dert yanıyor ve kendilerine yardım edilmesini istiyorlardı. Şah İsmail buna dayanarak Tokat’ı ele geçirmiş, burada adına Hutbe okutmuştu!.. Ankara içlerine dayanmıştı!..

    24 Nisan 1512'de   8. Osmanlı Hükümdarı (1468-1520) olarak tahta geçen Yavuz Sultan Selim: Hadim’ ül Harameyin (İslâm'ın Koruyucusu) sıfatıını aldı... Sunnî Bektaşiliği, Devlet Politikası haline getirdi. İlim adamlarını ve sanatçıları yanına aldı. Memlüklülerin elinden Abbasi Halifeliğinin (1517) alınmasıyla, Araplar Türk Halife’ye biat etmek istemezler. Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur.  Bu yol Mısır’dan ve Arap ülkelerinden seçilen iki (2) bin civarında ulema Molla, Ebu Suud Efendiler İstanbul’a davet edilip, getirilir. Para, mal, mülk, araziye boğularak, İstanbul'da kalıcı olarak yerleşmelerini sağlanır…

Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Türkiye’si ve Türk İslâmı’nı terk ederek, Arap'ın, İslâm anlayışına ve yaşayış biçimine dönüştürmek için anlaşırlar. Araplar tarafından da destek bulan bu düşünce hemen hayata geçer...Günümüz Türkiye’sinde de az da olsa kabul gördüğü gibi "Türk ve Türklük" düşman ilan edilerek, Arap Kültürü ve Ebusud Mollalarının din anlayışı uygulamaya geçirilir... “Türk” kelimesi yasaklanır, “Türk’üm!” “Türkmen’im!” diyen "Kızılbaş" ilan edilir.  Aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir...Yavuz'un İstanbul başta olmak üzere yedi (7) bin, Sivas'ta kırk (40) bin, Diyarbakır, Muş, Bingöl, Tunceli, ... vb. yerlerde kimi kaynaklarda 70 bin Alevî Bektaşî Türk'ü, Kürt İdris i Bitlisi'ye katlettirmiştir. (Bu dönem sadece Kuyucu Murat Paşanın “Türk’üm ! ”, “Türkmen’im !” dedikleri için kafasını kestirip, kuyulara doldurduğu insan sayısı 158. bindir.) Türklerin ilk iki yüz elli (250) yılı geride bırakıldıktan sonra, Osmanlının. 350-400 yılı Türklere, zulüm ile geçer.

Osmanlının: Arap Kültür ve Arap din anlayışına dayalı, sıkı bir Mezhepçilik Anlayışı kurulur... Mısır ve çeşitli Arap ülkelerinden getirilen Mollalar, Ebu Suutlar, ve Enderun'dan yetişen Devşirme Sırp, Hırvat, Boşnak, Rum, Ermeni Çocukları Sarayı ve Osmanlı Devletinin en üst makamlarda görev alarak Osmanlıyı yönetmeğe başlarlar...

1603 yılına gelindiğinde, artık Ehli Beyt Türk Tekkeleri yasaklanır kapatılır. Yerine, Halid-i Nakşi Kürdî Tekkeleri kurulur. Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir. 1839 Tanzimat Fermanına kadar Kürtler askerlikten dahi muaf tutulurlar...

Türkler, Saray, Ordu ve Devletteki her tür makam ve memuriyetten temizlenip uzaklaştırılırlar. Artık Sarayı ve Devleti Sırp, Hırvat, Boşnak, Rum, Ermeni Devşirmeleri; Acemin ve Arap Mollaları yönetirler. Asıl teba Türk Halkı bu duruma isyan eder... Türklerin askerî ve siyasî gücünü kırmak için Arap Mollaların Fetvalarıyla, sadece Türklerden oluşan "Serdengeçti Birlikleri" oluşturulur. Bunlar, ölümüne acınmayacak ve en ön safta savaştırılacak, rütbesiz Askeri Birliklerdir. Böylece Türkler, her savaşta kırılır, kırdırılır. Türklere ganimet bile toplatılmaz… Ganimeti: Saraylardaki Arap Mollalar, Boşnak, Sırp, Yahudi, Rum, Ermeni ve Devşirme Yeniçeri Ağaları paylaşırlar.  Canından bıkan Türkler, çareyi Kürtleşmekte ararlar. Kendi isimlerini kullanarak çarşıda pazarda gezemez olurlar. İsimler, konuşmalar, Boy, Oymamak adları bile değiştirilir. “Alo, Hasso, Gasso Hamo, Hamido, Selo, Memo,…vb. ” adlarını alırlar… Kürtleşen ve Araplaşan bu Boy ve Oymaklar:

Avşar,

Bayat,

Beğdili,

Yıva,

Mukri

Kureyş (Kureyşın, Kureyşan)

Halaçlar'dır...

Bu Türkmenler'e “Ekrad Türkmenler” adı verilmiştir.  İmparatorluğu kuran asli unsur Türkler dışlanmış, ülke Mezhepçiliğe kurban edilmiştır. Ordu ise sürekli savaş kaybetmektedir. Kanuni ile Eylül, 1683 Viyana Kuşatması ve Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı bütün savaşları kazanan ‘’Türk Orduları’’; sonrasında 250 yılda girdiği bütün savaşları kaybetmiştir.  Üstelik ülkesini ve istiklâlini kurtarmak için, bir de Kurtuluş Savaşı yapmak zorunda kalmıştır...

(Prof. D. Yusuf Halaçoğlu Sivas Yeni İl Kadılığı),

 Mübarek Peygamberimizin şöyle veya böyle hayatına giren yetmiş iki (72) Zevcesinden bulunabilen bir kısmı:

 Şiî Görüşü:

(On İki İmamcı) Şii Görüşü: Kuran'daki geçmiş peygamberlere benzer şekilde, Hz. Muhammed'in Halefiyetinin konsensüs yerine, ilahî atama ile kararlaştırıldığıdır. Şii Görüşüne Göre: “Kuran'daki geçmiş peygamberlerde olduğu gibi, Tanrı, Hz. Muhammed'in Halefini ailesinden seçti.  Hz. Muhammed özellikle amcaoğlu ve damadı Hz. Ali'yi ölümünden kısa bir süre önce, “Gadir Hum” denilen yerde, Hac’dan dönen 125 bin kişilik Kafileyi toplayarak açıkça ilan etti!.. Diğer olay ve diğer durumlarda bu işareti görmek mümkündür. Örneğin:

 ‘Zil Aşire Olayı’nda, meşru halefi olarak ilan etti. Tabii ki, inancın kendisinde olduğu gibi, Müminlere, kendi zararlarına olacak şekilde Hz. Ali'yi takip etmemek için özgür irade bahşedilmişti.”

Şii Görüşüne Göre: Hz. Muhammed'in ölümüyle doğrudan vahiy sona ererken, Hz. Ali, Kuran'daki geçmiş peygamberlerin haleflerine benzer şekilde, Allah'a karşı doğru rehber veya İmam olarak kaldı. 

Hz. Muhammed'in ölümünden sonra Hz. Ali, Hz. Muhammed'in ilahi bilgisini ve Kuran'ı, özellikle alegorik ve mecazi ayetlerini (müteşabihat) doğru yorumlama yetkisini devraldı.

Şia (Şiî) görüşüne göre: İlk Peygamber olan Adem'in zamanından beri, yeryüzü hiçbir zaman peygamberler ve onların ilahi olarak atanmış halefleri şeklinde bir imamsız kalmamıştır. Aynı şekilde, İmamet, Hz. Ali'den bir sonraki İmam olan Hasan'a ilahi ilhamla (Nass) iletildi. Hasan'ın ölümünden sonra, Hüseyin ve onun soyundan gelen dokuz kişi, Mehdi'nin düşmanlarının, düşmanlığı ve hayati tehlikesi nedeniyle, sonuncusu Mehdi olan Şiî imamlarıdır

Sünnîler, Mehdi hakkında farklı görüşlere sahip olsalar da gelişi hem Şiîler hem de Sünnîler tarafından bekleniyor. Mehdi’nin yokluğunda, Şiî liderliğindeki boşluk, kısmen merceiyye ve daha yakın zamanlarda, velayet el-fakkih, yani İslâm hukukçusunun velayeti ile doldurulur.

 Gadîr-i Hum: Mekke ile Medine Şehirleri arasındaki Cuhfe mevkiine 4 km. kadar uzaklıkta olup sık sık yağan yağmurlar sebebiyle, bataklık ve sazlık haline gelmiş, bir gölcükten ibarettir. Vaktiyle buraya yerleşmeyi düşünen Huzâa ve Kinâne Kabilelerine mensup az sayıda aile, şartların elverişsizliği yüzünden, başka yere hicret etmek zorunda kalmıştı.  Cidde Şehri’nin zamanla, önemli bir liman haline gelmesi ve Mekke ile Medine arasında yeni yolların yapılması sonucunda, Eski Hac Yolu üzerinde bulunan, Cuhfe önemini kaybetmiş, dolayısıyla Hz. Peygamber’in hâtırasına inşa edilen Mescid ile birlikte, Gadîr-i Hum da metruk hale gelmiştir.

Başta İsnâaşeriyye İmâmiyyesi olmak üzere hemen hemen bütün Şiî gruplara göre Hz. Peygamber Veda Haccı dönüşü (17 Mart 632), aslında dinlenmeye elverişli bir yer olmadığı halde, önemli bir hususu bildirmek maksadıyla, burada konaklamıştı. Bu sırada, kendisine indirilen her vahyi tebliğ etmesini emreden, bunu yapmadığı takdirde, elçilik görevini yerine getirmiş sayılmayacağını belirten âyet (el-Mâide 5/67) nâzil olmuştur.

Hz.Muhammed Resûl-i Ekrem, kafilenin önde giden ve geride kalan bütün fertlerinin toplanmasını istemiştir. Herkes geldikten sonra, Öğle Namazını kıldırmış ve arkasından yeni gelen âyeti tebliğ ederek, bir konuşma yapmıştır.

Hz. Peygamber, bu konuşmasında:”Dünyaya veda etme zamanının yaklaştığına işaret ederek, risâlet görevini yerine getirip getirmediği hakkındaki kanaatlerini, ashabına sormuş,”. Olumlu cevap aldıktan sonra; ashabının, Allah’a ve Âhiret Günü’ne olan imanını, yeniden ikrar ettirmiş ve ardından “Sekaleyn Hadisi” diye meşhur olan sözlerini söylemiştir:

“Size paha biçilmez iki şey bırakıyorum: Allah’ın Kitabını ve Ehl-i Beytini... Benden sonra bunlara sarılırsanız asla sapıklığa düşmezsiniz!..”

Resûl-i Ekrem konuşmasını bitirdikten sonra, Hz. Ali’yi sağ tarafına almış, elini tutup kaldırmış ve şöyle demiş:

“Ben kimin mevlâsı isem, Hz. Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol!..”

Hz. Peygamber’in bu açıklamalarından sonra, orada bulunanlar sırasıyla, gelip Hz. Ali’yi tebrik etmişler. Bunların arasında Hz. Ebû Bekir, Ömer ve o anda Hz. Ali’nin İmâmeti hakkında bir şiir söyleyen Hassân b. Sâbit de varmış…

Medine’ye hareket edilince yolda, hatta bazılarına göre daha orada, “...Bugün sizin için dininizi ikmal ettim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için İslâm’ı beğendim...” meâlindeki âyet nâzil olmuş (el-Mâide 5/3).

Gadîr-i Hum Olayı, Ahmed b. Hanbel, Müslim, İbn Mâce ve Hâkim en-Nîsâbûrî gibi Sünnî Muhaddislerin naklettikleri hadislerde de geçmektedir. Ahmed b. Hanbel’in naklettiği rivayete göre:

 Hz. Peygamber bir sefer esnasında Gadîr-i Hum denilen yerde konaklamış, öğle Namazını kıldırdıktan sonra Hz. Ali’nin elinden tutup:

 “Ben kimin mevlâsı isem Hz. Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım, ona dost olana, sen de dost ol, ona düşman olana sen de düşman ol!” dedikten sonra Hz. Ömer, Hz. Ali ile karşılaşmış ve:

 Ey Hz. Ali! Sen her Müminin mevlâsı oldun!..” diyerek onu tebrik etmiştir (Müsned, IV, 281).

Aynı konuda başka bir rivayet nakleden Ahmed b. Hanbel, hadisin sonunda:

“Allah’ım, ona dost olana sen de dost ol, düşmanlık yapana da düşmanlık yap!” şeklinde yer alan kısmın, hadise sonradan ilâve edildiğini söyler (a.g.e., I, 152). Müslim’in rivayetinde ise Resûl-i Ekrem’in, Mekke ile Medine arasındaki Hum adı verilen bir mevkide yaptığı konuşmada:

“Ölümünün yaklaştığına işaret ettiği, ashabına Allah’ın kitabını ve Ehl-i beytini (sekaleyn) bıraktığını belirttikten sonra, Allah’ın kitabına sarılmalarını tavsiye ettiği ve Ehl-i beyti konusunda onlara Allah’ı hatırlattığı” nakledilmiştir (Müslim, “Feżâiʾlü’ṣ-ṣaḥâbe”, 36).

 

İbn Mâce (“Muḳaddime”, 11) ve Hâkim en-Nîsâbûrî de (el-Müstedrek, III, 109) benzer rivayetleri kaydetmişlerdir.

Daha sonra Ya‘kūbî, İbn Kesîr ve Süyûtî gibi müteahhir dönem âlimleri bu rivayetlere eserlerinde yer vermişlerdir.

Şiî geleneğinin zengin ve geniş rivayetlerle ayrıntılı bir şekilde anlattığı Gadîr-i Hum olayı İbn Hişâm, İbn Sa‘d, Taberî gibi ilk devir tarihçi müelliflerince, ya hiç zikredilmemiş, yahut da Resûl-i Ekrem’in konuşmasına yer verilmeden, sadece orada konakladığından söz edilmiştir. Ayrıca bunların hiçbiri, Resûl-i Ekrem’in sözlerini, Şiîler’in anladığı gibi Hz. Ali’nin imâmeti ve hilâfeti için bir delil olarak değerlendirmemiştir. Aslında Şiî geleneğinin bu olay münasebetiyle, indirildiğini söylediği âyet (el-Mâide 5/67), müfessirlerin büyük çoğunluğuna göre, çok önce nâzil olmuştur. Esasen bu âyetin, içinde yer aldığı diğer âyetlerle birlikte, ele alındığında, Müslümanlar hakkında değil Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında nâzil olduğu ve onların Hz. Peygamber’e, bir kötülük yapamayacaklarını ifade ettiği anlaşılır. (Fahreddin er-Râzî, XII, 48-49).

 

Hz. Muhammed Resûl-i Ekrem’in hadisinde geçen, “mevlâ” ve onunla birlikte “Velî” kelimeleri “Emir” veya “İmam” değil “Dost, Efendi, Arkadaş” mânalarına gelir. Birçok âyette Allah ve Resulünün Müminlere, Müminlerin de Allah’a ve birbirlerine dost oldukları ifade edilirken hem Velî hem de Mevlâ kelimeleri kullanılmıştır. Bu durum birçok hadiste de görülmektedir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “Velî”, “Mevlâ” md.leri; Wensinck, el-Muʿcem, “Velî”, “Mevlâ” md.leri). Bundan dolayı sekaleyn hadislerinde yer alan mevlâ kelimesi âyet ve hadisler çerçevesinde dost olarak anlaşılmalıdır.

 

Sünnî Kaynaklarına Göre Bu Hadis:

Çeşitli savaşlarda müşrik akrabalarını öldürdüğü için Müslümanlar arasında Hz. Ali’ye karşı duyulan antipatiyi gidermek ve en önemlisi, Yemen seferinde (10/631-632) ganimetlerin paylaştırılması sırasında, katı davranışları ve beraberindekileri küstürmesi sebebiyle, kendisini Hz. Peygamber’e şikâyet edenleri, teskin edip Müslümanlar arasında kardeşlik ve dostluğun bozulmasını önlemek amacıyla söylenmiştir (Meselâ bk. Tirmizî, “Menâḳıb”, 20; İbn Kuteybe, s. 42; İbnü’l-Esîr, V, 228; İbn Hamza el-Hüseynî, II, 230).

 

Hz. Ali’nin torunu, Hasan el-Müsennâ’ya Resûl-i Ekrem’in:

“Ben kimin mevlâsı isem Hz. Ali de onun mevlâsıdır!” sözünü söyleyip söylemediği sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir:

“Evet söylemiştir; fakat bununla Emirliği kastetmemiştir. Eğer maksadı bu olsaydı daha açık bir ifade kullanırdı; çünkü Resûlullah Müslümanların en fasihidir... Yemin ederim ki Allah ve resulü Emirlik için Hz. Ali’yi seçip Müslümanlara idareci yapsalardı ve Hz. Ali de bunu yerine getirmeseydi, Allah’ın ve resulünün Emirlerini ilk terk eden, o olurdu!..” (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, s. 185-186, 196). Ehl-i Sünnet Âlimlerinin:

“Ben kimin mevlâsı isem...” hadisinden çıkardığı nihaî sonuç, Hz. Ali’yi sevmenin veya ona düşman olmanın Resûl-i Ekrem’i sevmeye veya ona düşman olmaya yakın bir hüküm taşıdığı yönündedir (krş. Mahmud Şükrî el-Âlûsî, s. 161).

Gadîr-i Hum, Şiî Halk Topluluklarının 18 Zilhicce’de coşku ile kutladığı bir bayramdır. Büveyhîlerden Muizzüddevle Ahmed b. Büveyh 352’de (963) Irak’ta, Fâtımîler’den Muiz-Lidînillâh 362’de (973) Mısır’da bugünü resmî bayram ilân etmişlerdir.

“18 Zilhicce”, günümüzde de halk tarafından İran’da, her biri Ebû Bekir, Ömer ve Hz.Osman ’ı temsil eden, içleri balla doldurulmuş üç çöreğin, bıçaklanması suretiyle kutlanır. Onlara göre bal, üç Emirin kanını sembolize eder. “18 ZilhicceNusayrîler tarafından da son derece önemli bir bayram kabul edilir.

 Kasım GÜVERCİN’e Göre, Alevilik:

“Alevî: Hazreti Hz. Muhammed’den sonra, Müslümanların Emiri olarak, onun vekilliğini üstlenen, Emirlere verilen isimdir.

Hz. Ali soyundan gelen on bir kişiden her birine verilen ad.

Hz. Ali başlayıp Mehdi ile biten, bu İmamların sayısı on ikidir (12). İmamların varlığında dile gelen, biçimlenen inançlar, yolun özünü meydana getirir. “Hak Muhammed, Ali”, Kasım GÜVERCİN, s.173; Ankara, 2021

Alevilik: Haci Bektaşi Veli’dir.

Kasım GÜVERCİN Dede, bu kitabıyla, Alevîliğin Usûl ve Esaslarını, büyük bir maharet ile ortaya koymuş bulunuyor.  

 Aleviler Neden Beş Vakit Namaz Kılmaz?

Sorusunun cevabını yine kendisi veren Kasım GÜVERCİN Dede: Sunnîlerce dayatılan Namaz’ın, Kuran’da vakitleri yazmaz!..  Bu baskılarla ibadet yapılmaz! Yapılan ibadet de geçersizdir. Alevîlerin yaptığı ibadet, Kuran’a dayalı ibadettir. Bu bakımdan baskılar Alevîlere vız gelir.   Alevilere dayatılan: “Günde beş vakit Namaz kılın. Böylece iyi bir insan olursunuz.” Gibi inancı biçimsel kurallara indirgeyen, hatta neredeyse bunu: “İnancın özü, temeli, dinin direği” sayan mantığın, yanlış olduğu açıktır.

Namaz, neredeyse birileri tarafından, inancın asıl gayesi haline getirilmiştir. “Günde beş vakit Namaz kılan kişi, iyi bir insandır ve yaşamını Namazın anlamına uygun yaşayan kişidir. Kılmayan ise münafık, kafir kişidir.” gibi bir anlayış ortaya çıkmıştır ki bu tamamen yanlıştır!.. Asıl olan Namaz değil “Okumak!” tır. Kuran ilk emri de “Oku!.. Rabinin adıyla Oku” dur…

Alevîler; asırlardır, bu görüşün inancın özüne ters bir tutum olduğunu belirtmişlerse de siyasî anlamda, iktidarda olmadıklarından, seslerini kimseye duyuramamışlardır.

 Kuran’ın Ayetlerinin Toplanıp Kitaplaştırılması:

Asırlardır her dönem, iktidarı ellerinde tutan Arap Ümeyye Oğulları (Emevî) Kabilesinin uyanık Erkeklerinin kendi fikir ve görüşlerini ve eski pagan dönemi geleneklerini, devam ettirerek, Kuran’daki bazı bilgileri (İlme, akla, mantığa uymayan, iktidardakilerce uydurulmuş sözleri), dinin kuralları diye yutturmaya kalkışmışlar ve bu yıllarca sürdürülmüştür…

Şöyle ki: İnsanlığın en büyük keşiflerinden biri, hiç şüphesiz ki yazıdır. Yazıya dökülmemiş; fakat hafızaya emanet edilen her şey zamanla, hafızalardan uçup gider ve kaybolur… Bunun için Arap Ümeyye Oğulları (Emevî) Kabilesinden Emir; Hz. Ebubekir, Emir Hz. Ömer’den sonra Emir Hz. Osman, bu üç kişi “Müminlerin Emiri” olarak seçiliyorlar. Osman’ın, en iyi yaptığı işlerden biri, hiç şüphesiz kurduğu altı (6) kişilik bir komisyona, ezberindeki Kuran’ı, kendi bilgi, fikir ve görüşleri doğrultusunda dikte ettirip, yazdırıyor… Kuran’ı yazdırırken de diğer kişilerinin ezberindeki, hafızalara emanet edilmiş ayetler ile Hz. Peygamber’in hanımı Hz. Ömer’in kızı Hafsa’da, dağınık bulunan, Kuran Mushaflarını getirtiyor.

Hz. Hafsa, bir kısmı, beyaz taşlara yazılmış parçalardan, ceylan derilerinden, Mushaflar, yapraklara yazılmış olanlar, bir araya getirilerek, altı (6) kişilik heyete Hz. Osman ’ın da düzenleme ve direktifleri doğrultusunda, her biri, bir tane el yazısı ile yazıyor olmak üzere çoğalttırılıyor. Akabinde Kuran’ın aslına ait, bu bilgi ve belgelerin tamamı, yani Kuran’ın asılları, imha ediliyor!.. Niçin?..

Peygamber sağlığında bunu niçin çoğaltma gereği duymamış?.. “Allah’ın dinimi tamamladım.  Kuran’ın ayetleri bitti, ileriki zamanlarda insanlar ayetlerimi değiştirip, doğru yoldan sapmasınlar. Bunu bir kitap haline getirelim, getirin!” dememiş!..

Kimin kime karşı tavır alacağını gören, yıllar ötesi uzaktan havlayan köpeklerin sesini duyup, Hz. Ömer’i, Hz. Osman ’ı, Hz. Ayşe’yi daha o gün, sağlığında olacaklar sebebi ile uyaran, Allah’ın kulu ve elçisi Hz. Muhammed, niçin sağlığında Kuran ayetlerini bir araya getirterek toplanması, kitap haline getirtilmesini istemedi?..  Bu soru hep sorulup durmuştur?..

İşte bu Kuran, Allah’ın elçisinin sağlığı zamanında bir araya getirip topluca bulunmasını istemediği o ayetlerdir ki Ümeyye Oğulları (Emevî) Kabilesinden Emir Ebubekir, Ömer döneminde dahi toplatılıp yazdırılmamış; fakat her ne hikmet ise 3. Emir Hz. Osman   bunu akıl etmiş ve Kuran’ın Mushaflarını toplatıp tek kitap haline getirmek istemiş. Bizzat kendisi, dikte ettirip, aynı anda altı (6) kişiye yazdırıp, çoğaltarak, başka devletlere de göndermiştir…

İnancın, asıl özünü takip edip, uygulamak yerine, gösteriş için yapılan fiillerde zamanını harcayanlara, Maun Suresinde şöyle hitap edilmektedir:

“Dini yalanlayanı gördün mü? İşte yetimi itip kalkan, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte o, Namaz kılanların vay haline ki onlar Namazlarında yanılgıdadırlar… Onlar, gösteriş yapmaktadırlar ve ufacık bir yardımı da engellemektedirler.”  Kasım GÜVERCİN ise: “Biz Alevîlerce, anlaşılması gereken en önemli nokta burasıdır.” demektedir.

 Konunun daha iyi anlaşılması için ve doğrularımızın bilime dayanması için bazı tekrarları yapmak durumunda kalıyoruz. Konuya hâkim olanların anlayışına sığınıyoruz.

Önceki satırlarda da belirtmeye çalıştığımız gibi Namaz, Farsça bir kelimedir. Kuran’daki karşılığı salattır. Salat’ın anlamı ise: “Allah’ı içten anıp, selamlama ve dua”dır…

Bugün egemen Sunî anlayışın, beş vakit kıldığı ve Alevîlere dayattığı ve neredeyse dinin temeli “direği” saydığı Namaz, inancın özü sayılacak kadar önemli bir ibadet ise, neden Yüce Yaratıcı, neden açık ve kesin hükümler ortaya koymasın?..

Alevîler Namazı reddetmiyor. Nitekim Cem İbadetlerinde Halka Namazı şeklinde ibadetlerini yerine getirmiyorlar; ancak bu Namaz, hiçbir şekilde egemen Sunî Namazı anlayışıyla benzer değildir. Bazıları çıkıp diyebilir ki: “Şu kadar milyon insan, Namazı böyle kılıyor da siz Alevîler, neden farklı anlıyor ve uyguluyorsunuz?..”  Hemen belirtelim ki çoğunluk her zaman doğru yapıyor anlamına gelmez!.. İbadetle amaçlanan, kişinin kendini yenilemesi, arındırması ve sosyal dayanışmayla, kişiliğini tamamlamasıdır. Mâun Suresi böyle bir anlama sahip.

İbadet için ibadet!..

Gösteriş için yapılan ibadet,

Nafile yapılan ibadetlerdendir.

Alevî ibadet anlayışı, biçimsellikten uzak, içtenliği esas alır.

İmran Suresi 191 Âyetinde:

 Onlar ayakta iken otururken, yan yatarken Allah’ı anarlar.”

Bakara Suresi Âyet 239’da:

“Eğer korkarsanız (Namazı) yaya veya binekte iken kılın!..” Bu ve benzer ayetlerde de anlaşılacağı üzere Allah, insanlara içten ibadet etmeyi emrediyor.

Nisa Suresi Âyet 102:

Sen içlerinde olup da Namazlarını kıldırdığın zaman: Bir kısmı seninle beraber Namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar; secdeyi yaptıktan sonra, onlar arkanıza geçsinler; kılmayan öbür kısım gelsin, seninle beraber kılsınlar, tedbirli olsunlar, silahlarını alsınlar.”  Birileri kabul etsin veya etmesin: Alevilerin ibadet anlayışı bu minval üzeredir. s.119-120”

İslâm Dininde Mezhepler Yoktur! Ne Sunnîlik ne de Şiilik Peygamberimizin yaşadığı dönemlerde olmamıştır. Bunların hepsi sonradan kişilerin, İmamların, dinî önderlerin, fikir ve anlayış ayrılıklarının, toplumlarca kabul edilerek, ayrışması ve farklılaşmasından ortaya çıkmıştır… Halbuki İslâm, birleştirici, bütünleştirici iri, diri, bütün ve kuvvetli olmayı öğütler. Ayrılığı fitne olarak nitelendirir. Bu sebeple, bu dinî farklılıkları dinlerdeki incir çekirdeğindeki teferruatlar gibidir. Esas olan Müslümanlıktır. Bu da: “Allah birdir; Peygamber de onun kulu ve elçisidir!..” olarak kabul etmektir!.. Peygamber dışındaki yakınları sadece ve sadece dinî önderlerin yakınları olarak, din büyükleri, âlimleri olarak görülüp saygıyla anılmalıdırlar.

 Peygamber dahi olsa, şahıslara bağlılığı değil Allah’a kulluğu esas alır. Peygamberlere saygı, onların Tanrı tarafından seçilerek tebliğ görevini yerine getiren sevgili kulları olmalarından dolayıdır. Kişiye tapma, Kişileri falan sülâleden, filan soydan (Gavs, Şeyh, Şıh, Seyyid, Pîr, Ağa, Cemaat Lideri, Tarikat Lideri…vb.) diye gereğinden fazla yüceltme, taparcasına bağlılık, kulluk derecesinde sevgi ile bağlanmak, onları ilah, Tanrı yerine koyma yoktur!.. Varsa, yapılıyorsa bunlar Allah’a şirktir. Allah’a ortak koşmaktır.

Bugün İslâm dininde de böyle sapmalar (Tarikat ve Cemaatler ve bunları yöneten: Gavs, Şeyh, Şıh, Seyyid, Pîr, Tarikat Ağası, …vb.) ortaya çıkmıştır.

Peygamber döneminde böyle bir şey yoktur! Bunlar kontrolsüz büyüyerek büyük güç ve nüfus sahibi olmuşlardır. Birbirleri ile madî ve manevî menfaat çatışmalara dahi girmekte, taşlı sopalı Gavs, Şeyh, Şıh, Seyyid, Pîr, Tarikat Ağalığı için kavga yapabilmekte ve birinin uygulamasını diğeri beğenmemekte, bazıları da küfür derecesinde şirk ve sapıklık içerisinde bulunabilmektedirler! İslâm Dini ile hiçbir ilgisi olmayan, bu şeylere inanmak da Allah’a ortak koşmak ile aynı şeydir!..

 İslâm Dini Aklı Esas Alır:

Aklı esas alan: El Kindi, İbn-i Rüşd, İbn-i Heysem, Farabi, İbn-i Sina, El Razi, El Harezmi, İbn-i Haldun gibi ünlü filozoflar yetiştiren, İslâm dünyasının alimleridir. Daha sonraki gelenler, aklı ve bilimi reddederek nasıl da sefalete sürüklendiğini anlamadılar.

Mu‘tezilîler, Horasan ve Hârizm bölgelerine göç ettiler. Burada, Mu‘tezilî gelenek Ebû Mudar Mahmûd b. Cerîr el-İsfahânî ve öğrencisi Cârullah ez-Zemahşerî tarafından devam ettirildi Alparslan’ın veziri ve koyu bir Eş‘arî taraftarı olan Nizâmülmülk sürgüne gönderilen 400 civarındaki Sünnî âlimin geri dönmesini sağladı. Bunlar adına Medreseler açtırdı (Balcıoğlu, s. 61-64). Nizâmülmülk’ün verdiği destekle Eş‘arîlik, canlandı. Cüveynî ve Gazzâlî gibi otoritelerin, yönelttiği tenkitler sonucu, Bağdat ve civarında tutunamayan Mu‘tezilîler, Horasan ve Hârizm bölgelerine, buradaki Mu‘tezilî gelenek Ebû Mudar Mahmûd b. Cerîr el-İsfahânî ve öğrencisi Cârullah ez-Zemahşerî tarafından devam edilerek göç ettirildiler... Özellikle: “Zemahşerî, el-Keşşâf” adlı tefsiriyle, Mu‘tezilîler kadar,  Sünnîler tarafından da takdir görmüştür.

 İslâm'da felsefeyi benimseyen Mutezile Akımının yok olması ve Aklı, ihmal eden Eşarilik Akımının, İslâm dünyasına hâkim olması ile İslâm Filozofları Çağının sonlandırılmış olduğunu görüyoruz. Emevî, Abbâsî, Osmanlıda ünlü felsefeciler yetişmedi. Üstelik yetişmişler de çeşitli vesilelerle yok edildiler. Bunu bugüne geldiğimizde daha rahat görüyoruz… Bunun neticesinde de İslâm'da akılcı düşüncenin çöktüğünü ve Selefilik Akımının hızla geliştiğini görüyoruz. Bu durum, “Halifelik” yönetiminde olağandı; çünkü idare tek adamın iki dudağı arasına sıkışmıştı. İsterse, günde yüz kişiyi vezir yapar; ister, yüz kişiyi öldürürdü ve hiç hesap vermezdi. Hiçbir sorumluluğu da yoktu!.. Günahı varsa, öbür tarafta Allah’a hesap vereceğine inanılırdı…

Diğer Mezhep ve Akımlar için de yüzde 40'lık bir nüfuz alanı ile en yüksek orana sahip olan İrrasyonel Eşarîlik Ekolün, hemen bütün İslâm Dünyasını etkilediğini söyleyebiliriz. İslâm düşünce hayatında 6'ncı yüzyıldan itibaren iki akımın veya iki ekolün etkisi büyük olmuştur. Bu ekollerin ilki Mutezile, ikincisi ise Eşari Ekolüdür.

 Mutezile Ekolü (Vasıl bin Atâ: Ö.131-784, Basra) Özetle:

'Tanrı insanlara akıl vermiştir ve insanlar akıl yoluyla Tanrı’yı, ahlâkı, iyiyi, kötüyü bulur.İnsan-Tanrı ilişkisinin merkezinde “Akıl ve Mantık vardır” diyen bir görüştür.

 Eşarîlik Ekolüne Göre:

'Aklın, hakikati bulabilme kabiliyetini reddeder. İnsan aklının sınırlarını olduğunu ve gerçek hakikatleri bilemeyeceğini savunur. Gerçekleri, “Bilinemez!” olarak gören, Allah ile onun yarattığı Kul Aklı arasında, bir otorite seçme, tercihinde bulunarak, “Tanrı ile Aklı karşı karşıya getiren' bir akımdır.

Mutezile Akımına Göre: Tanrı'nın insandan beklediği ilk vazife, akıl yoluyla bir yaratıcı olduğunun bulunmasıdır. Mutezile, Tanrı'nın dünyaya doğrudan müdahale ettiği fikrine karşı çıkar. Yani Tanrı, dağdan salınan bir kayayı aşağıya doğru kendisi yuvarlamaz; bunun için yer çekimini yaratmıştır ve bu görevi her seferinde yer çekimi yerine getirir. Mutezile, Tanrı'nın kanunlarını, doğa kanunları olarak kabul eder.

Müslüman filozofların ortaya çıkışı ile Mutezile akımı doğdu. Dönemin ilk entelektüel tartışması 'kader ve kaza' konularında ortaya çıktı ve Kaderiyye ile Cebriyye taraftarlarını karşı karşıya getirdi. Mutezile yanlıları aklı önceledikleri için, 'insan iradesinin kendi kaderini belirlediğini' savunarak Kaderiyye tarafında yer alırken, Eşarî ve Hanbeli taraftarlarına göre: 'İnsanın anne karnındayken, yanına Allah tarafından gönderilen Meleklerce, nasıl bir insan olacağı kaydedilir ve Allah iyi ya da kötü, insan olup olmayacağına karar vererek, insanı ister Cennete, isterse Cehenneme gönderir.'

Görüldüğü gibi Eşariler insan iradesini neredeyse yok sayarak, aklı ihmal etmiş, insanın yaptığı her iyi ya da kötü hareketin faturasını Allaha mal etmişlerdir. Aklı, mantığı, bilimi hiçe sayarak ortadan kaldırmışlardır…Günümüz Türkiye insanlarından bu görüşe Örnek:

 

18.11.2018; Necmettin Erbakan Üniversitesi Havacılık ve Uzay Bilimleri Dekanı Prof. Dr. Mehmet KARALI Sosyal medyadan yaptığı açıklamayla: “Yerel seçimlerde kadınlara oy vermeyeceğim. Kadınların iş hayatında olmak yerine evinde olması gerektiğini…” söyledi.

21 Mart 2016; Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Bülent ARI: “Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum. Yani ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, hatta ilkokulu bile okumamış, üniversite okumamış, cahil halktır!...  Ben cahil halkın ferasetine güveniyorum. Okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor.”, diyen Rektör Yardımcısı YÖK’e transfer oldu.

17.Ekim 2017; Adıyaman Üniversitesi Rektörü Mustafa Talha GÖNÜLLÜ: “Yabancı kadınla tokalaşmak, ateş tutmaktan daha korkunçtur!” dedi…

31 Ekim 2018; Harran Üniversitesi Prof. Dr. Ramazan TAŞALTIN: “İslâmî olarak Cumhurbaşkanımıza itaat etmek farz ı ayndır. Karşı gelmek de harpten kaçmak mânâssına gelir, haramdır…” dedi.

Bir vatantaş TV. Spikerinin sorusuna: “Zamları Allah yapıyor. Tayyip’in suçu yok!..”,

“Erdoğan zamlar için: (Sınanıyoruz…) dedi.

AKP Hükümet Bakanı Süleyman SOYLU: “Bunları bize yaptıran Allah’tır!” dedi.

https://www.youtube.com/watch?v=5tUZyLEshyY;

https://www.youtube.com/watch?v=kJiTDB4RSkQ

Bugünün Türkiyesindeki iktidarı destekleyen Taban Sınıfının Hak aramayı bırakın hayatını vermeyi bile göze alanları görüyoruz: “Allah’ım benim ömrümden alsın sana versin!..”, serzenişi…”, “Reisi yedirmeyiz!..” hayatlarını kuru soğan, patates, un ile devam ettiren yoksul vatandaşlardı… “Artık doktor bile dövebiliyoruz!..”, bunlardaki kişilik yetmezliği gerçeği görmelerini engelliyor: “Çalıyor (hırsız); ama yapıyor!..”  Tarikat, Cemaat mensupları; Şeyh, Şıh, Gavs, Ağa önderleri gibi her şeyi Allah’a mal ederek insanlarla dalga geçmişlerdir. “TUİK yapmıyor, Allah yapıyor. “Zamları da Allah yapıyor. Tayyip’in suçu yok!” diyen halk…  Fakirlik de Allah’tandır. Zenginlik de Allah’tandır. Recep Tayyip Erdoğan Allah istediği için Ekonomiyi böyle yönetiyor. “Zamları yapan Allah, Doları yükselten Allah’tır. (AKP Hükümet Bakanı Bakan Hüseyin Çelik)”

(onedio.com › haber › huseyin-cevik-de-son-zamlara-isyan-etti-biz-su-anda)

Dönemin egemen gücü Emevi Siyasi Önderlerinin, dini siyasallaştıran Emevi Siyasetçilerinin zulümlerini, Allah'a fatura etme kolaylığı, bakımından, işlerine gelmiş ve günümüze kadar gelen, 'Emevi İslâmı' dediğimiz irrasyonel bir inanış biçiminin İslâm coğrafyalarına hâkim olmasına neden olmuştur. Mutezile taraftarları ise, Allah'ın kötü hareketler yaptırmayacağını söyleyerek, aklın öne çıkarılmasında ısrarcı olmuşlardır.

Emevileri ortadan kaldıran Abbasi Yönetimi, özellikle rüyasında bile Aristo ile tartışmalar yapan 7. Halife Memun Döneminde, Mutezileyi şiar edinmiş ve devletin resmî ideolojisi haline getirmiştir. Daha sonra gelen 10. Halife Mütevekkil'in önderliğinde Mutezile ekolüne karşı savaş açılır ve aklın egemenliğindeki bu akımın etkisi zayıflatılır. İslâm'ın ilk filozofu olan El Kindi'nin bile, kütüphanesine el konulur ve kendisine zulmedilir…

Eşariliğin kurucusu Hasan El Eşari'nin ölümünden yaklaşık yüz yirmi (120) yıl kadar sonra, dünyaya gelen ünlü İslâm bilgini Gazali, önceleri felsefeye, akla itibar etmesine rağmen, daha sonra, anlaşılmaz bir biçimde felsefedeki 'nedensellik ilkesini' yani 'neden sonuç ilişkisini', 'doğa kanunlarını' ve 'aklın üstünlüğünü' reddederek Yunan Felsefesinin tercümesi ile ortaya çıkan, İslâm bilim uyanışının, ortadan kaldırılması yönündeki çabalara büyük destek verir.

Gazali'ye göre: 

“Susamak ile su içmek” arasında bir “neden sonuç ilişkisi” değil, sadece “ilahi bir irade” vardır. Bu yüzden Gazali, İslâm düşüncesinde nedenselliğin kaybedilmesine vesile olan kişi, olarak bilinir. Oysa nedenselliğin olmadığı yerde, akıldan da bilimden de gerçeklikten de bahsedemeyiz. Yine Gazali'ye göre: “Akıl, ahlaki gerçeğin kaynağı” değildir. Bu yüzden akıl, farz ve haramlar için bir referans oluşturamaz. Gazali'nin adalet kavramına yaklaşımı da benzerdir. İnsanın, adaleti tesis edemeyeceğine, aksine Allah'ın koyduğu kural ve yasaklarla, adaleti eksiksiz tesis ettiğine inanır. Yani Gazali: Aklı devre dışı bırakarak, adaleti, 'haramlardan sakınmak ve farzları yerine getirmekle' sınırlamaktadır.

Gazali'den sonra gelen İbn-i Rüşd ise: 

'Eğer sebep ve sonuç arasında bir ilişki yoksa, dünyada bir düzenden bahsetmek imkansızdır. Halbuki o düzen ve nizam vardır ve bir bilgelik ve akıl aracılığı ile yaratılmıştır” der. Bu iki görüş ayrılığına göre: Gazali'nin Allah'ı: “Mutlak irade”, İbn-i Rüşd'ün ise: “Mutlak akıl ve mutlak bilgelik”, olarak gördüğünü anlıyoruz. Yani Gazali'de kişi, Allah, İbn-i Rüşt'te ise kavram Allah düşüncesi hâkimdir.

Eşarilik, insanın iradesini ve aklını tamamen yok sayarak, insanın bir eylemin başlatıcısı ve bitiricisi olamayacağını ve bütün bir hayatın Tanrı'nın isteği ile gerçekleştiğini savunur. Bu görüşe göre: Tanrı bütün kötülüklerin ve bütün iyiliklerin kaynağıdır. Esasen bu görüş Kur'an'da birçok yerde bahsi geçen: “Aklı üstün tutan ve siz hiç akletmez misiniz? Siz hiç düşünmez misiniz?” diye haykıran ayetlerin de bir yanı ile inkârı anlamına gelmektedir…

Nihayet 8-12 yüzyıllar arası El Kindi ile başlayan, İbn-i Rüşd, İbn-i Heysem, Farabi, İbn-i Sina, El Razi, El Harezmi, İbn-i Haldun gibi düşünürlerle devam eden İslâm akıl ve bilim uyanışının önü, maalesef; Eşari Ekolü ile ve Hanbeli Akımı ile kesilmiştir…

Günümüzde, İslâm ile demokrasinin bir arada olamayışının, İslâm ülkeleri ile gelişmiş Batı ülkeleri arasındaki gelişmişlik farkının, İslâm dünyasındaki çöküntünün ve sefaletin hikayesi bu ekollerin İslâm coğrafyasına egemen oluşuna dayanır.

İslâm dünyası, bu durumun bilincine varamadığı sürece de maalesef acılar içinde sürünmeye devam edecek ve sırtı yerden asla kalkmayacaktır…

 Aşağıdakilerin İslâm Dini ile Bir İlgisi Yoktur!..

Kur'an'da Namazın kılınış şeklini anlatan bir âyet bulunmaz! Namaz ile alakalı olduğu düşünülen ifadelerde, Allah'ın secde hâlinde (4:102), eğilerek (22:77) ve ayaktayken (3:113) anılması veya dua edilmesi anlatılır… 

Hac’da şeytan taşlama, yok!  

Hacer’ül Esved taşına el yüz sürme yok!

Kabir hayatı, kabir azabı yok!..

İki kadının bir erkeğe denk gelebilecek şahitliği yok!

Kandil Günleri yok!..

Erkeğin kişisel üstünlüğü, kadının erkeğe itaati yok! 

Kadın veya Erkek Kölelik ve Cariyeliği yok!

Haremlik-Selamlık yok!

Kadının sesinin haramlığı, günahlığı yok!

Bir insandan Tevbe almak vermek, Rabıta yapmak, dönmek, kafa sallamak yok!

Mezhepler yok!

Bazı ayetleri veya duaları belli sayıda okuyup üflemek ve bundan murad beklemek yok!

“Hülle” yapıp karısını boşadıktan sonra, başka biri ile evlendirip, cinsel münasebete girdiğinin gözetleyip, sonra boşandırıp, üç ay sonra, tekrar kendisinin evlenmesi yok!..

Bütün Şefaat sadece Allah'a aittir: “Şefaat ya Resullullah ya Ali ya Muhammed, ya Geylani, ya Gavs… vs.” yok!

Mehdinin geleceği yok!..

Kutsal günler (Mevlit, Regaip, Berat, Miraç Kandilleri) yok!..

Sadece “Kadir Gecesi” özeldir.

Recm cezası yok!

Hac ayları dört (4) aydır, dileyen iki (2) günde dileyen daha fazla günde işini bitirir ve döner. On (10) günlük hac süresi yok!

Altın,İpek erkeğe haramdır, yok!

Bir Şeyhe veya Tarikata bağlanma yok!

Kıyamet alametleri yok!

Hayızlı lohusa kadınlara ibadet yasağı yok!

Kuran’ı anlamadan, sevap için okumak yok!

Ölüye Kuran okumak, sevap transferi yapmak yok!

İnfakta, zekatta, kırkta bir yok! Malın biriktikçe ihtiyacından fazlasını, imanın samimiyetin, takvan oranında verirsin.

Sorgusuz itaat Allah’adır.

Veli, Evliya, Embiya (Allah dostu), keramet sahibi olmak yok!

Türbede dilek dilemek yok! Tasavvuf, Gavs, Kutup, Şeyh, Şıh, Seyyidlik, Veli, Eren,

Ermiş…vb. lerinin, İslâm’da yeri yoktur!

 Salavat yok! Tesbih yok!

Muska, Büyü, Nazar yok!

Kadının uğursuzluğu, cenazeden uzak tutulması, sadece erkeğin cenaze Namazı (Dua Etmesi) kılması yok! Cenaze Namazı, cenaze duasıdır.

Sünnet Namazı zorunluluğu yok!

Kaza Namazı yok!

Teravih Namazı yok!

Dua ederken el açmak, âmin demek zorunluluğu yok!

Sırat Köprüsü yok!

Cennet, Cehennem yok! (Herşey bu dünyada)

Kuranın saydığı haram yiyecekler dışında kalan yiyecekler, kültürel, tercihler ve alışkanlıklar ile ilgili meselelerdir. Kafaya göre haram koymak yok!

Erkeğin kadının elini tutmaması yok!

Kadının erkek ile tokalaşmaması yok!..

Erkeğin kadını dövme yetkisi yok!

İnsanların, çaprazlama el ve ayak kesmek, kadını veya erkeği kırbaçlamak yok!

Sağ el, sağ ayak saçmalığı yok!

Askerde veya savaşta ölenin Şehit olması gibi bir şey yok!

Boşanma yetkisinin, yalnızca erkeğe ait olması yok!

Ölüye telkin ve ıskat yok!

Deve sidiği içmek, elini yemeğin içine daldırarak yemek ve içmek yok!

Sorgulamadan bir fikre, bir şahsa tabii olmak yok!

Kuranın bütün emir ve yasakları farzdır. Sadece 32 veya 52 farz yok!

Kuranda 6236 ayet var, 6666 ayet yok!

Çocuk yaşta evlilik yok!

Namus, namussuzlukta, zinada, kadın erkek farkı yok! Hiçbir şekilde atmış bir (61) gün oruç tutma cezası yok!

Din değiştirenin, Namaz kılmayanın, içki içenin, zina yapanın öldürülmesi, kırbaçlanması

diye bir şey yok! Dinin asıl direği : Okumak, bilgilenmektir..

Kuran anlaşılması zor bir kitaptır, yok!

Resul ve Nebi var, Peygamber kelimesi ise kuranda yok!

Kuran okumak için abdest şartı yok!

“Sakala jilet vurmak haramdır!” diye bir şey yok!

Bazı günlerin kutsallığ yok!

Cuma toplantısı yok!..

Cehennemde yanıp çıkma yok!

Sakalı şerif, nalın ı şerif, hırkayı şerif; kabak, hurma, zemzem, tesbih, seccade vs. kutsaldır

diye bir şey yok!..

Sevap kazanmak için kertenkele, karga, kirpi, kara köpek, kara kedi…vs. hayvanları öldürmek, etini yemek, sidiğini içmek, her türdeki hayvanın uğursuz olduğuna inanmak diye bir şey de yok!..

İslâmî bir isim koymadan ve sünnet olmadan Müslüman olamazsın, diye bir şey yok! Hadisler için kesin Peygamber sözüdür diye bir şey yok!

Hadis, Fıkıh kitaplarında, kuran dışındaki uyulması gereken hükümler yoktur!..

"Kuran'da içki içmenin cezası yoktur, varsa göstersinler. (Halife Padişahların çoğu içki içerdi. Hatta Yavuz Afyon kullandığı tarihe geçmiştir.)

(https://www.odatv.com/siyaset/hangi-osmanli-padisahlari-icki-icerdi-395)

Yine Namaz kılmamanın da cezası yoktur!

Örtünmenin, ve örtünmemenin de cezası yoktur!

110 bin Caminin Hocasına, müftüsüne, Kuran Kursu hocasına,

Diyanetine, ilahiyatçısına... vs. kim varsa hepsine sorun, nerede böyle bir ayet varsa göstersinler!...

Takva kıyafeti (Kadınlarda: Tesettür, Başörtüsü, Türban, Peçe, Bürgü, Cilbab, Aabiye, Çarşaf: erkeklerde: Sakal, Cübbe, Şalvar, Sarık vs.) yok!

(https://www.kuranmucizeler.com/kadinlarin-aleyhine-olacak-sekilde-anlami-saptirilan-nur-suresi-31-ayetinin-detayli-incelenmesi-bas-ortusu-turban-pece-yuce-allah-in-emri-mi)

 Sümeroloğ Muazzez İlmiye ÇIĞ, araştırma yaparken okuduğu tabletlere dayanarak:

“Kara Çarşafı, fahişeler, gizlenmek için giyerlerdi!” demişti. İzmirli bir avukat ışık hızıyla şikayetçi oldu. Prof Hanımda.... Prof. Dr. Muazzez Hanım:

“Boşuna zaman kaybı dedi!..” duymazdan geldiler... Muazzez Hanım, mahkemeye Sümer Tabletleri ve delilleri de götürüp sundu. Tabii davayı da kazandı.

(Kaynaklar: https://www.korkusuz.com.tr/kabul-etmek-islerine-gelmez-wp-376073

https://en.rattibha.com/thread/1567145645022093313

https://www.scribd.com/document/392153038/Muazzez-%C4%B0lmiye-C%C4%B1%C4%9F-%C4%B0brahim-Peygamber-sumer-yaz%C4%B1lar%C4%B1na-ve-arkeolojik-buluntulara-gore-1-pdf)

İslâm’da kadercilik yoktur!

Namaz için her köşeye Cami Yaptırma yoktur!

“Kurban Kesme” yoktur!

Dört, beş kadınla birlikte evlilik, Cariye, Köle, Savaş Esiri Onlarca kadınla zorla veya gönüllü nikahlı, nikahsız yatağa girmek, seks yok, yoktur!..

“Kadın Dövme, onu yatakta terk etme, yalnız bırakma” yoktur!

İnsanları cezalandırmak maksadıyla kırbaçlama, el ve ayaklarını çaprazlama kesme, veya başkaca mahrem yerlerini yakma, dağlama, uzuvlarını tek taraflı kesme, gözünü dağlama kör etme, …vb. yok, yoktur!..

Erkek veya kız çocukların Sünnet Edilmesi” İslâm’da yoktur! Bu dahi bir Yahudi Geleneğidir. Bütün Yahudiler sünnetlidir. Aynı şekilde baş örtüsü, peçe ve çarşaf dahi yoktur!.. Osmanlıda Padişahlık Döneminde de (II. Abdülhamit, İslâm’ın Halifesi) çarşaf giymeyi yasaklanmış! Birçok padişahlar da Tek tip giyinmeyi kanunlaştırmışlar. Devlette çalışanları da buna mecbur tutmuşlardır. (III. Selim, II. Mahmut, Abdülaziz, II. Abdülhamit…vb.).

Emevîler’in İslâm diye uydurduklarını Kuran olarak okutup, küçük çocukları dahi “Hafız” ilan edip, bu unvan ile aldatıp, beyinlerini yıkayıp manyaklaştırdılar. Halbuki İslâm: Akıla, matığa, bilime dayalı, hoşgörüye dayanan, soran,sorgulanan, anlaşılan ve yorumlanan bir görüşe dayalıdır.  Akıl baliğ olmayan çocuğa din aşılamak ve aktarmak, meczuba akıl vermek gibidir.

Allah ve Din ile korkutup, Cehenneme gönderenler, insanları dinden çıkarmışlar, dinden soğutmuşlardır.

Bunlar sadece İslâm dininde değil, hiçbir dinde böyle bulanık, bozuk, akıl, mantık ve ilim dışı anlayış yer almamıştır. Olmaz! Varsa bunlar devrin egemen kişi ve güç düşkünlerinin uydurup, kitaba veya sünnete ekledikleri sapkın düşüncelerdir.

Bu saydıklarım için, az veya çok bir ceza varsa, çıksınlar göstersinler. Söylediklerimin hiçbiri Kuran'da yoktur!... Gösteremezler çünkü yok, yok!...  Bunların hepsi çok sonradan Emevi, Emiri I.Muaviye ve oğlu Yezit Halife olduktan sonra kendilerinin uydurduğu ve inandığı pağan dönemi adetleridir..

Yalan üzerine bir din inşa ettiniz, herkesi ona inandırmaya kalkıştınız...

Atatürk, Kuran'ı Türkçeye çevirttirince, bütün bu üfürükçülere: "Püf!!.." dedi. Bütün ışıkları söndü, karanlığa gömüldüler...

Şimdi yedi yüz (700) yıl sürmüş Osmanlı İmparatorluğumuzu idare eden Padişah ve Vezirlerden de biraz bahsedelim. Bakalım bu Devletimizin yöneticileri acaba düşündüğümüz gibi miydiler?

“Hangi Osmanlı Padişahları İçki İçerdi?

(ODA T.V. : Soner YALÇIN’ın İlginç Araştırması; 17 Kasım 2023)

Hangi Padişahın Lakabı Sarhoştu?

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda Ulaştırma Bakanlığı bütçesi görüşülürken, şaraptan alınan yüksek vergi tartışma konusu oldu. Bakan Binali Yıldırım: “İnsanların ayık gezmesi lazım.” diyerek yeni bir içki tartışması başlattı.

Bugün devletin üst sivil kadrolarında içki içen kimse yok; herkes ayık. “Ayık olmak” bir devlet politikası haline geldi. Bu nedenle devlet seremonilerinde bile kadeh kaldırılmıyor.

Bazı çevreler, “Osmanlı Devleti de böyleydi” diyor. Öyle miydi değil miydi; gelin bir göz atalım…

Adı: Osmanzade Taib Ahmed (1660-1724).

Şairliği, Padişah özel kâtipliği ve tarihçiliği vardı. 11 kitap yazdı:

“Hadikatü’l-müluk” adlı eserinde; Sultan I. Osman’dan II. Mustafa’ya kadar yirmi iki (22) padişahın hayatını kaleme aldı.

“Hadikatü’l-vüzera” adlı kitabında ise, ilk Osmanlı Veziri Alaaddin Paşa’dan, Rami Mehmed Paşa’ya kadar yüz sekiz (108) Sadrazamının hal tercümelerini yazdı.

Bizim yararlanacağımız kitabının adı ise, “Telhisü Mehasini’l-adab”.

Kitabın adından da anlaşıldığı gibi Taib Ahmet Efendi’nin bu eseri; meşhur Arap ilahiyatçı/edebiatçı Cahiz’ın (776–868) “Minhacü’s-süluk” ile tarihçi Mustafa Ali Efendi’nin (1541–1600) “Mehasinü’l-adab” isimli kitaplarının sadeleştirilmiş bir özetiydi.

Sadrazam Damat İbrahim Paşa’ya takdim edilen bu eser 15 bölümden oluşuyordu. 3’üncü bölümde, İslam Halifeleri ve Osmanlı Padişahlarının özel hayatlarına ilişkin bilgiler mevcuttu.

 Beyazıd’ı İçkiye Eşi Alıştırıyor.

“Telhisü Mehasini’l-adab” adlı esere göre, Osmanlının ilk sultanları ağızlarına içki koymamışlardı.

İlk padişah Osman Gazi, dini bütün Şeyh Edibali’nin damadı olduğundan “kadehin gül rengine rağbet etmemişti.”

Ancak: Bu eserin aksine, bazı tarihçilere göre, Osman Gazi Bizanslı beylerle (tekfur) şarap içmişti.

Taib Ahmed’e göre, Osman Gazi’nin oğlu Orhan da içkiden uzaktı.

Her iki Padişah da içmiyordu; ama toplantılarında komutanlarına iltifat etmek maksadıyla içki/ “dolu” sunmuşlardı. Bu adet, Yıldırım Beyazıd, Çelebi Sultan Mehmed ve Sultan I. ve II. Murad döneminde de devam etmişti.

Taip Ahmed’e göre, “Fatih Sultan Mehmed Han ve Sultan Bayezid-i Veli, komutanları ve vezirleriyle arada sırada iyşü nuş (içki alemi) ederlerdi. Hatta Bayezid-i Veli, Sadrazam Gedik Ahmed Paşa’yı işret (içki) sırasında katletmişti.”

Yine kitabın aksine, bir iddiaya göre, Yıldırım Beyazıd içki içiyordu. Padişahın içki ve bezm (içki meclisi) düşkünlüğünün sebebi, eşi Sırp Prensesi Maria Despina (Olivera) idi.

 Lakabı “Sarhoş” Olan Osmanlı Padişahı

Dönelim tekrar Taib Ahmed Efendi’nin kitabına:

Yavuz Sultan Selim içki kadehine fazla iltifat etmezdi, ancak ara sıra içerdi. Heyhat, çabuk sarhoş olup şiir okurdu. Bir gün bir eğlence sırasında yine sarhoş oldu; ayağa kalktı; elindeki kadehi öne doğru uzattı ve üzümden ilk şarabı çıkardığı iddia edilen İran Şahını anımsayıp şiir okudu:

“Bint-ül inebin bikrini Cem etti izale”  (Üzümün kızının bekâretini Cem yok etti!)

Kanunu Sultan Süleyman, ilk zamanlarında musiki dinlerken içki içmişliği vardı; ancak daha sonra içkiyi yasakladı.

“Osmanlının yasağı üç gün sürer” deyimi doğruydu. Kısa bir zaman sonra içki yasağı unutuldu, meyhaneler yeniden açıldı.

Padişahlar arasında içkiye en düşkün isim II. Selim’di. Lakabı “Sarhoş” idi. Bu dönemde sınırsız içki serbestliği vardı.

İlginçtir II. Selim içkiye düşkün olmasına rağmen, beş vakit namazını da kaçırmazdı. Ve sonra, Halvetiyye Şeyhi Süleyman Efendi’nin telkiniyle içki içmeye tövbe etti.

Hatta bir gün hastalandığında hekimlerin iyileşmesi için verdiği ilacı, “içinde içki vardır” diye içmedi.

İçkiye karşı padişahlardan biri de, III. Murad’tı. İçki içmediği gibi huzurunda lafının edilmesinden bile hoşlanmazdı. Bunun altında yatan sebep ise şuydu: Şehzadeliği sırasında babası II. Selim bir gün kendisini içki sofrasına çağırdı. İçki içmesine izin verdi; ama Padişah daha önce Harem Kethudası Hekimbaşı Kurdoğlu’na, şarap kadehinin içine baş ağrısına neden olacak bazı maddeler koymasını istemişti.

Şehzade bu oyundan habersiz şarap kadehini ardı ardına içince birkaç gün baş ağrısından duramadı ve içkiye tövbe etti.

Bir diğer padişah, III. Mehmed de babasının yolundan gitti; içki içmedi. Ama onun döneminde Osmanlı kötü bir alışkanlıkla tanıştı: Tütün.

Allah’tan tütün günah değildi!

Osmanlı padişahlarının içkiyle ilişkileri hep inişli çıkışlı oldu.

İçki yasağı bazen şiddetle uygulandı bazen ise görmezden gelindi.

Bu uygulamalarda, padişahların kişisel yaşamlarının etkisi vardı: Örneğin:  

I. Ahmed çok dindardı ve onun döneminde içki yasağı çok etkiliydi.

 Meyhaneyi Öven Şeyhülislâm:

Osmanlı Devleti için 17. yüzyıl, “duraklama” dönemiydi.

Osmanlı savaş kaybettikçe gericileşti. İçki yasakları bu dönemde arttı. Tüm kötülüklerin sebebi bu uğursuz içkiydi!

IV. Murad kendisi içmesine rağmen halka alkol, sigara ve kahve kullanılmasını yasakladı. İçki içenler darağaçlarında sallandırılırken IV. Murad’ın Şeyhülislamı Zekeriyazade Yahya Efendi bakın şiirinde ne diyordu:

"Mescitte riyamişler etsin ko riyayı/ Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürai..." (Bırak mescitte ikiyüzlüler devam etsin, riyakârlığa/ Sen meyhaneye gel ki orada, ne riya var ne riyakâr.)

Eee, şimdi bu şiiri nasıl değerlendireceğiz?

Neyse devam edelim…

Sultan İbrahim döneminde yeni keyif verici maddeler ortaya çıktı: Bunların başında, burundan çekilen enfiye (burun otu) vardı.

Bir tür uyuşturucu olan enfiyeyi zamanla padişahlar ve sadrazamlar kullanacaktı.

Bir sonraki Padişah IV. Mehmed, avcılığa ve eğlenceye çok düşkün olmasına rağmen içkiden uzak durdu. Hatta yasakları katılaştırdı.

Ve 17. yüzyıldaki içki yasağı Osmanlıyı yeni bir alkol çeşidiyle tanıştırdı: Rakı.

Rakı, -görünürde sudan farklı olmadığı için-, içki yasağını delmek maksadıyla Osmanlı’ya giriverdi.

Görüldüğü gibi, bize ait zannettiğimiz rakı maalesef “Milli İçkimiz” değildi. “Rakı” sözcüğü Türkçe değil Arapça’ydı. Arap ülkelerinde “arak” denilmekteydi.

Rakıyı Osmanlı Sarayı da pek sevdi. III. Ahmed, çoğunlukla geceleri hünkâr sofasında, balkonda yumuşak yastıklar içinde yarı yatmış bir halde oturur, sadrazamı, şairleri ve dalkavuklarıyla rakı içerdi.

Bir sonraki Padişah I. Mahmud da içkiyi seviyordu.

İçkinin seyri 18. yüzyılda da değişmedi. Bazen yasaklandı, bazen serbest bırakıldı.

Ne zaman paraya ihtiyaç duyuldu içki içimi serbest bırakıldı. Çünkü alkolün alım satımından alınan “Zecriye Vergisi” hayli yüklüceydi!

Fındıklı Mehmed Ağa bu durumu “Silahdar Tarihi” adlı eserinde şöyle yazdı:

“Hazine çok sıkıntı içindeydi, içki yasağı kaldırıldı. Meyhanelere ve tütün içmeğe izin verildi. Tütüne de ayrıca gümrük kondu.”

Aynen bugün gibi, ithal edilen içkiden alınan fon getirisi hayli iyiydi.

En İçkici Padişah; 2. Mahmud

Osmanlı Sarayı tarih boyunca ne trajedilere tanıklık etti: III. Mustafa, yemeğine zehir konularak öldürüleceği korkusu nedeniyle hep panzehirler kullandı ve bunun sonucu uyuşturucu bağımlısı oldu!

Osmanlı’da içkiye savaş açan son padişah, III. Selim oldu. Musikiye olan ilgisiyle bilinen bestekâr padişah, ne kadar meyhane varsa hepsini kapattı. Yasağa rağmen içki içmekte ısrar edenleri, astırdı.

Sonra ne oldu:

Son dönem Osmanlı padişahları arasında içkiye en düşkün kişi II. Mahmud, yasakları deliverdi.

Tarihçi Necdet Sakaoğlu’na göre, Abdülmecid içki bağımlısıydı; bazı geceler kör kütük sarhoş durumda mabeyinciler tarafından arabasına konulup saraya götürülürdü.

II. Abdulhamid anılarına göre, kardeşi padişah V. Murad’ı içkiye alıştıran, geceleri sık sık buluştuğu şair Namık Kemal’di.

II. Abdülhamid’in de içtiği biliniyor; ama o ne rakı ne şarap içiyordu. O, “şeker suyu” rom içiyordu!..

“Batıcı İttihadcılar’ın Padişahı”: V. Mehmed Reşad ağzına içki koymazdı…

“Hain olup olmadığına” henüz karar verilemeyen son padişah Sultan Vahdeddin de içki kullanmayanlar arasındaydı.

Gelelim sonuca: Şimdi biz meseleyi “ayık kafa” sorununa indirgeyip, padişahların, şehzadelerin içki içmelerindeki temel meselelere gözümüzü kapatıp, “Osmanlı’yı büyütenler, ayık kafa ile gezmiyordu!... Batıranlar ise hep ayıktı!” gibi absürd bir değerlendirme yapabilir miyiz; ama ne yazık ki yapanlar var!

 İçki İçen Halifeler!

Osmanzade Taib Ahmet’in: “Telhisü Mehasini’l-adab” kitabında İslam halifelerinin içkiyle ilişkileri de yer alıyor.

Halifeler fethettikleri topraklarda içkiyle tanışmışlardı.

Oysa İslam’ın ilk yıllarında sert bir yasak vardı.

Hz. Ömer, hamamda vücudunu şaraplı suyla yıkayan Halid bin Velid’e, “şarabın içilmesi kadar vücuda sürülmesi de yasak” demişti.

Gelelim Halifelere…

Tarihçi Taib Ahmet Efendi, Halifeler hakkındaki bilgileri, İslam dünyasının önemli ilim adamları arasında gösterilen Cahiz’in (776–868) “Minhacü’s-süluk” adlı kitabından almıştı. Bu kitapta, içki içen Emevi ve Abbasi hükümdarlar şunlardı:

“Müslümanlar arasında içkinin yayılmasının nedenlerinden biri de, Emevi Halifelerinden Yezid Bin Muaviye, Abdulmülk Bin Mervan, Yezid Bin Abdulmülk, Velid Bin Yezid gibi kimselerin içki düşkünü olmalarıydı.

Arap hükümdarlarından Numan ve Hişşam ve küçük emirliklerden çoğu haftada bir gün işret ederlerdi (içerlerdi).

Emevi hükümdarlarından Yezid bin Velid ayyaş idi; vaktini sarhoş olup ayılmakla geçirirdi. Abdülmelik ayda bir kere; Velid bin Abdülmelik haftada bir kere; Sülayman ve Merdan bin Mehmed üç günde bir kere içerlerdi. (…)

“Abbasiler’den zevkusefa sofralarına en ziyade rağbet eden halifeler; Hadi, Reşid, Emin, Me’mun, Mu’tasam, Vasık, Mütevekkil idi. Abbasi halifelerinden Ebul Abbas haftada bir kere salı gecesi içerdi.

Hadi ve Mehdi iki günde bir kere; Harun ve Me’mun haftada iki kere içerdi. Bunlar nihayet giderek ayyaş olmuşlardır. Mu’tasım, Perşembe ve Cuma günlerinde ve toplantılarda içerdi; ama Vasık, Cuma gecesi ve toplantı günlerinde içmez, diğer geceler içmezse uyuyamaz, rahat edemezdi…”

Emevi ve Abbasiler’den içki düşkünleri olduğu gibi içkiye karşı hükümdarlar da vardı.

Örneğin: Emeviler’den Ömer Bin Abdülaziz ve Abbasilerden Muhtedi ile Mansur gibi birçok halife de içkiye karşı mücadele vermişlerdi.

Fatimiler’den; Mustansır içki sofraları kurdurmasıyla bilinirken, Hakim Biemrillah tam tersine içkiye düşmandı.

İslam içkiye izin vermiyordu. (Maide Suresi 90-91 ve Bakara Suresi 219).

İslam inancına göre içkinin bir damlası bile haramdı. İçki murdardı. Bu nedenle içenlerin cezaya çaptırılması gerekiyordu. Peygamber döneminde de Hz. Osman içki içerdi. O aynı zamanda amcasının kızının oğluydu. Peygamber oha: "İçkili iken Mescide gelmemesini söyledi.. Bu sonradan kurallaştı; fakat yine de Osman dahil Müslümanların büyüklyerinden bir kısmıdan çekinmeden içki içenlerdi... Biz de şimdi  sarhoşken trafiğe çıkmış,  Trafiğe içki  iken çıkmış olanlara para cezası kesiyoruz. Durum budur. Yasak da bu!.. 

Bin Harep, Velid Bin Akabe, Yezid Bin Muaviye, Ömer Bin Hattab vs İslam’da içki cezası alan ilk isimlerdi. Aslında mazeretleri vardı: “Biraz ferahlamak” ve “Türlü düşüncelerden kafalarını kurtarmak!” gibi.( Cezaya gelince, içki kullanımına yönelik Kur'an'da herhangi bir ayet bulunmamaktadır.) https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0slam_ve_sarho%C5%9Fluk

Nedeni ne olursa olsun, bazı halifeler hem de konumlarını bile göz ardı ederek, içki içmişlerdi.

Eh ne diyelim;günah varsa,  günahları boyunlarına!

Bunları Biliyor Muydunuz?

Türklerin milli içkisi kısrak sütünden mayalanma yoluyla yapılan kımızdır. 1960’lı yıllarda bazı Türkçü/Bozkurtçu gençler rakı, şarap değil, “Milli İçki” diye kımız içerlerdi.

Ülkücülüğe ne zaman “Türk-İslam Sentezi” yerleşti bu hareket içinde kımız içme geleneği son buldu.

—İçki yasağı hiçbir dönemde hiçbir ülkede tam olarak uygulanamaz. Ayrıca bazı İslam düşünürleri, kimi hadislere dayanarak İslam’ın içkiye izin verdiğini ispat etmeye çalışırlar.

Bunlardan biri de Milli Şair Mehmet Akif Ersoy’un damadı, ilahiyatçı Ömer Rıza Doğrul’dur. İslamiyet ve dinler tarihi üzerine eserler vermiş Doğrul, iyi bir içiciydi.

Sirkeci’deki Konyalı Lokantası’nda hem içkisini içer, hem de yazılarını kaleme alırdı. Kur’an-ı Kerim’i “Tanrının Buyruğu” adıyla Türkçe’ye çevirdi. “Çeviri parasını içkiye yatırdı” diye çok eleştirildi.

—Milli Şair Mehmet Akif Ersoy, 24 yaşına kadar içti sonra bıraktı. Yakın arkadaşı Neyzen, Mehmet Akif’i içkiye başlatmak, Mehmet Akif ise Neyzen’e içkiyi bıraktırmak için çok uğraştı. İkisi de başarılı olamadı.

—Türk ressamları arasında en çok içki içenlerden biri de Çallı İbrahim’di. Neyzen, bir akşam elinde rakı şişesi Çallı İbrahim’e giderken, Bakırköy Hastanesi’nin başhekimi Mahzar Osman’la karşılaştı.

Osman, daha hastaneden yeni çıkan Neyzen’i elinde şişe ile görünce çok kızdı. Hemen şişeyi kendisine vermesini istedi. Neyzen, içkinin yarısının Çallı İbrahim’e ait olduğunu söyledi.

Mahzar Osman, “o halde hemen yarısını boşalt” dedi. Neyzen, “boşaltamam, üstteki bölüm Çallı’nın” yanıtını verdi!

— Türkiye’deki siyasal İslâm’ın manevî lideri Necip Fazıl KISAKÜREK, uzun bir dönem içki içip, kumar oynadı; ama daha sonra ikisine de tövbe etti.

Şair Yahya Kemal BEYATLI, içki masasında en küçük bir münasebetsizliği bile hoş karşılamazdı. Yakın arkadaşı Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan öğrendiği Bektaşilerin: “Masaya nasıl oturdunuz ise, öyle kalkınız!” sözünü pek severdi.

— İslami temelde gelenekten kopmayan Batılı bir yaşamı savunan

Şair Namık Kemal, rakıya pek düşkündü. Babası, II. Abdulhamid’in Müneccimbaşısı Mustafa Asım her mektubunda adeta oğluna yalvarırdı; “n’olur şu içkiyi biraz azalt!”

Bülent ECEVİT içki sevmezdi. Turgut ÖZAL, Semra Hanımın ısrarıyla sadece bir kadeh konyağa hayır demezdi. Süleyman DEMİREL ise keyifli olduğunda bir iki kadeh içerdi.”

Bütün bunları insanların içinde bulunduğu peşin yargılardan uzaklaştırmak, olay ve durumlara olduğu gibi objektif bir pencereden bakış açısı getirmek için yazdık…

 Müslümanların Yozlaşarak, Sosyal Çürümeye Uğrayarak, Bölünmeleri:

 Hz. Osman’ın, belki de en iyi yaptığı şey, Peygamber Hz. Muhammed'in yaşamı boyunca parşömenler, kemikler ve kayalar üzerinde yazılı, dağınık bir şekilde bulunan Kuran Metinlerini tek bir yerde toplatmasıdır…

Emir Hz. Osman, Emir Hz. Ebubekir tarafından toplanarak bir araya getirilen, Ebubekir’in ölümü sonrasında da Hz. Muhammed’in dul eşi Hafsa’ya geçen, tek kopyaya dayanarak, Kuran’ın kopyalarını çoğaltmakla görevli bir komite oluşturmasıyla tanınır…

Komite üyeleri, aynı zamanda Kuran okurlarıydı ve metni ezberlemişlerdi. Hz. Osman telaffuz veya lehçelerdeki olası hataları açıkladıktan sonra, kutsal metnin kopyalarını Müslüman Şehirlerinin ve Garnizon Kasabalarının her birine gönderdi… Sonra da asıl olan varyant metinleri yok etti!..

Kuran misyonu, içindeki: “Hak, Adalet, Eşitlik, Hürriyet” ile bağdaşmayan eklentileri üç yüz yıl sonra dine Emevîler sokmuşlardır…

(Şam Valisi iken Suriye’de de büyük hâkimiyet sağlayan Muaviye bin Ebû Süfyan, 3. Emir Osman’ın katledilip öldürülmesinden sonra 4. olarak Müminlerin Emiri ilan edilen ve Hz. Ali’ye Biat etmeyerek baş kaldırmıştı. Böylece iki Emir ortada bulunuyordu. Yine Müminlerin 2.Emiri olan Ömer bin Hattap tarafından Muaviye bin Ebû Süfyan, Şam Valiliğe atanmıştı. Emir Osman bin Affan’ın döneminde de Şam Valiisi sıfatıyla Suriye’nin tamamına hakîm olarak Muaviye çok güçlendi… 

 Müslümanların Parçalanması:

4. Emir Ali döneminde Ali’ye muhalefet ederek kendisini Emir ilan edince, Müslümanlar ikiye, hatta üçe bölündüler:

1.Hariciler: Tarihçi Taberi’nin Naklettiğine Göre: 

Hz. Ali, Ebu Musa’yı Muavîye ve kendileri arasında “Hakem” tayin ederek göndermeye karar verince, Haricilerden bir grup:  “Hüküm ancak Allah’ındır. Hakem tayin etmeyi bırak. Kararından dön! İşlediğin hatadan tövbe et ve bizimle birlikte düşmana karşı savaşmaya devam et!” dediler…  Bunun üzerine Hz.Ali : “Ben bunu daha önce sizden istemiştim; fakat bana karşı geldiniz. Artık karşı taraf la aramızda yazışma oldu. Şartlar ileri sürüp, sözler vererek anlaşma yaptık. Ayrıca Allah: “Ahitleştiğiniz zaman Allah’ın ahdini yerine getirin. Allah, kendinize kefil olarak pekiştirdiğiniz yeminleri bozmayın!” buyurmuştur… Hariciler, bu işten dönmezse kendisini öldürmekle tehdit etmişlerdir. Hariciler, ısrarla Ali’den yaptığı günah için tövbe etmesini istemişlerdir…Sıttın Savaşın’dan sonra tamamen ayrılmışlar ve sonra da dedikleri gibi Hz. Ali’yi hançerleyerek (İbn i Mülcem adında Harici tarafından) öldürmüşlerdir

 2.Ali Taraftarları: Hz. Ali’nin yanında yer alıp onula birlikte kalmış olanlardır. Sonradan bunlara Ali tarafını tuttukları için Alevî adı verilmiştir.

 3.Muaviye Taraftarları:

Muaviye bin Ebû Süfyan, daha sağken oğlunu Müminlerin Emiri ilan etti. Ali’nin öldürülmesinden sonra, Muaviye’nin oğlu Yezit, Emirlikten vazgeçip, kendisini “Müslümanların Halifesi” ilan etti. Bütün halkı, kendisine biat etmeye çağırdı. Etmeyenlere ordular göndererek zorla da olsa ayaklarını öptürerek: “Muaviye’nin kulu, kölesi ve köpeği olarak Biat ederim!..” dedirterek Biat ettirmiştir.”)

 Din ile buluşturup müjdeleyen, sevdiren, hoş gören, kazanır. Dinin hoşgörüsü ile kucaklaştırıp Allah’ı sevdirenler, barışı, mutluluğu, huzuru, adaleti, eşitliği görür, uygular ve öyle davranış içinde olur…

İslâm’da akla, mantığa, bilime, adalete, barışa, kardeşliğe kadın ve erkek eşitliğine ve birliktelikteki mutluluğa dayanmayan her söz yalandan ibarettir!..

Bugün dayatılan bazı uygulamalar, Araplar’ın Pagan Dönemi alışkanlıklarının terkedilememesi sonucu, devam eden uygulamalardır.

Arapça dua etmek ve Arapça Namaz Kılma, Arapça Ezan Okuma Zorunluluğu yok!

Erkek kullarının ne giyeceği, nasıl giyineceği, konusunda tek kelime etmeyen Tanrı, kadın kulları için söyleyebildiği kadar sıralamış olabilir mi? Allah’ın eşit yarattığı kullardan erkeğin, bu kadar rahat; fakat kadının ise kafes arkasına kapatılmasının, istendiği, kadının istemediği halde 7-8 yaşlarında evlendirilmesi, pazarlarda alınıp satılması, evlendirilirken karşılığında “Mehir” denilen altın, para, kıymetli eşya ile takas edilmesi, Tanrı’nın değil, Hz. Osman   Döneminde altı kişilik emre amade Arap Ümeyye Oğullarından (Emevîler) Kabilesi uyanık Erkek kullarının, kendi görüşü, cin fikirlerinden başka bir şey değildir.  Böyle bir şey yoktur! Olamaz!..  Mümkün mü?

Erkek, Hanımına üç defa: “Boş ol! Boş ol! Boş ol!..” Deyince kadın hiçbir güvencesi olmadan sokakta kalacak!..

Sonra pişman olup, o kadar çoluk çocuk buna razı göstermeyip tepki verince erkek bu boşadığı kadını, tekrara nikahına almak isteyecek ve “Hülle” denilen kıstas yapılacak?..

Burada kadının hiçbir sözü yok mu?.. (Nerede Adalet ve Eşitlik İlkesi?) Bu defa boşadığı kadını başka bir erkekle mahallenin ileri gelenleri evlendirecek …Bu boşanmış ve evlendirilen kadın üç ay boyunca, nikahı yapılan erkekle evli kalacak? Bu arada evlendiği yeni erkekle gerdeğe girerken bu heyet tarafından görevlendirilen kişilerce işin olup olmadığı konuş gizlice gözetlenecek (?!) Üç ay sonra ondan çocuk olmadığından emin olunursa, yeni evlendiği erkek tarafından boşanacak… (Kadının burada suçu ne? Günah keçisi mi?) Ya ondan da çocuk olursa ne olacak?.. Belli değil!.. Beyefendi bu kadar boynuzlandıktan sonra, üç ay bekleyecek… Çocuk olmamışsa, sonra o, boşadığı kadını nikahına geri alacak? Kendisi de çocukları da bu kepazeliğe razı olacak?.. (Öyle mi?) Hangi aile bu rezilliğin içinde yaşayabilir? Buna rıza gösterebilir?

Kim inanır kim razı olur bu kepazeliğe? Bu nasıl bir namus koruma olabilir?.. Bu usul ve esaslar: Hangi akla, mantığa, hayatın gerçekliği ve ilme sığar?..  

Boşanmış zavallı kadın, Allah’ın kulu ise nasıl hiçbir hakkı olmadan elden ele erkekten erkeğe dolaştırılacak? Bunun suçu ne? Bu durum inanıp iman ettiğimiz Allah’ın adaletine eşitlik ilkesine sığıyor olabilir mi?..  Kuran’a girmişse Hz. Osman’ın kendi iradesi çerçevesinde, Arap Ümeyye Oğullarından (Emevîler) Kabilesi uyanık Erkek kullarının kendi görüşü doğrultusunda yazdırıp, asıllarının imha edildiği Kuran ayetleri sizce bu olabilir mi?..   

 Erkek üç defa: “Boş ol! Boş ol! Boş ol!...” deyince boşanmış, terk edilmiş, sokağa bırakılmış kadın evsiz, barksız, parasız pulsuz, yiyeceksiz, içeceksiz, hiçbir güvencesi olmadan ortada kalsın, mümkün mü?.. Yaratılış fıtratına aykırıdır. Allah asla kulları arasında böyle bir ayırım yapmaz…

 Hadisler Gerçek mi?

İşte Çok Güven Duyulan Kütüb-i Sitte ve Yazarları…

Hz. Peygamberin vefatından 2 asır sonra başlayan ve bir asır devam eden Abbasi ler döneminde Bugünkü İran ve çevresin de 9. yy bir hadis toplama ve yazma aşkı ve süreci yaşanır.

Altı Kitap anlamına gelen, Ehl-i Sünnet tarafından en sağlam Hadis kaynakları olarak kabul edilen Kütüb -i Sitte adı verilen bugün de ehli sünnet diye tanım lanan cemaat ve Tarikatlerin baş tacı eseri olan hadis kitaplarının yazılması işte bu dönem ve Mekke’ye 2-4 bin km uzaklıktaki bir coğrafyada İran ve çevre sinde görüldü.

 Kütüb-i Sitte, yazarlarına bir bakalım.

İbn-i Hişam, 9. yüzyılda yaşamış tarihçi, dil ve neseb bilgini diye bilinir. Kendinin doğum tarihi bilinmez! Basra'da doğmuş tur. Asıl adı Hz.Muhammed ibn-i Hişam olup siyer ilminin en önemli kitabı Siret-i İbn-i Hişam kitabının yazarıdır. Emevîleri yıkıp Abbasiler’i kuran Abbasiler döneminde sarayında prensleri eğitmek amacıyla 833 de eserini yazdı. Eserini. peygam berden 201 yıl sonra Mekke’ ye 1500 km uzakta yazmıştır…

 Ebu Buhari:Sahih-i Buhârî diye bilinen hadis kitabının yazarıdır. 810 da Özbe kistan Buhara da doğmuş Farisi köken lidir. Eserini 870 de yani hz peygamber den 238 yıl sonra ve Mekke’den 4000 km uzakta şii bir coğrafyada yazmıştır. Bu eser daha sonra Sunnî Müslümanlar ve ehli sünnet cemaatlerin en güvenilir hadis kaynaklarını teşkil eden Kütüb -i Sittenin ilk kitabıdır.

İmam Müslim:821 de Nîşâbur’da doğdu. Basra, Küfe, Bağdat, Mekke, Medine gibi İslâm beldelerini gezdi hadis rivayetle rini topladı. Hz peygamberden 243 yıl sonra Sahih-i Müslim adı verilen hadis kitabını yazdı.

İbn-i Mace: 824 yılında Tahran’ın KB da Kazvin'de Arap soylu bir Farisi ailede doğmuştur. Kütüb-i Sitte’nin altıncı kita bı olarak kabul edilen eş Sünen adlı ünlü kitabını 887 de hz peygamberden 255 yıl sonra ve Mekke ’den 2500 km uzakta yazmış.

Ebu Davud: Horasan bölgesinin İran ile Afganistan arasında kalan Sistan 'da 817 de Arap asıllı Farisi bir ailede doğdu. Ebu Davud olarak da anılan eser Kütüb-i sitte ’nin önemli bir kitabıdır. Eser 887 de hz peygamberden 257 yıl sonra 3000 km uzaklıktaki Orta Asya’da yazmıştır.

Tirmizi: Özbekistanın Tirmiz’de 824 de doğdu. Farisi hadisçi Kütüb-i Sitte’nin muteber altı kitabından biri olan Sünen-i Tirmizi’yi 892 de hz peygamberden 260 yıl sonra 4500 km uzaklıkta yazdı.

Taberi: İran’ın başkenti Tahran’ın daha güneyindeki Tabaristan’da 839 doğdu. Bağdat’a yerleşip tefsir ve hadis üzerine çalışmış ve 923 de Hz. Peygamberden iki yüz doksan bir (291) yıl sonra, Mekke’ ye 2000 km uzakta yazdı.

 Tarikatlar:

Kuran’da Tarikatlar var mı, yoktur!.. Bugün Türkiye’de bilinen yetmiş iki (72) Tarikat ve bunların dört yüz (400) kolu bulunuyor. Sadece İstanbul’da dört yüz kırk beş (445) Tekke faaliyetlerini açıktan sürdürüyor.  Yahudiler: Türkiye’deki bu Tarikatların tamamını biz kurduk demişlerdir.

Son Günlerin Sapkın Tarikatları arasında “Kırklari Tarikatı, Badeci Şeyh; (Lideri Uğur

Cübbeli Ahmet (Ahmet Mahmut ÜNLÜ) gibi Hocaların anlattığı: Bademe ve Bodozlama yok!

Korunmaz: Dergâhına gelenlerle ‘Cennet vaat ederek’ cinsel ilişkiye giriyordu. Onlarca Müridi sözde Şeyh’e hem kendilerini hem de eşlerini sunuyordu.)”, Bu sapkın Tarikatların sözcüleri, öncüleri, kapitHz. Alizmin, sömürünün birer temsilcisidirler. Hakikatte temsilcileridirler. Zinanın, fuhşun, adaletsizliğin, haramın, ırkçılığın, kumarın, soygunun içindedirler. Bunu bir Tarikat zihniyeti ile, kümelenerek, örgütlenerek yapıyorlar ve kendilerinden olmayanlar ile bu Tarikatların yaptıkları usulsüzlüklere karşı çıkanlara da saldırmadan edemezler.

“Nakşibendi Şeyhi Halidî Bağdadi”, “Kadirî Tarikatı”, “Halveti Tarikatı”, “Rufai Tarikatı”, “Melâmî Tarikatı (Bayramîler), “Sühverdiye Tarikatı”, “Çeştiyye Tarikatı”, “Şazeliye Tarikatı”, Mevlevî Tarikatı”,…vb.

 “Bir Milyon Çocuk Tarikatların Elinde” adını taşıyan raporda, eğitim sistemindeki çarpıcı bilgiler yer aldı.

Türkiye’de Tarikatlar ve Kolları:

Rapora göre, Türkiye’de belli başlı 30 Tarikat silsilesi ve bunların 400 kolu bulunuyor. Sadece İstanbul’da 445 tekke faaliyetlerini açıktan sürdürüyor. Çoğunluğu İstanbul, Siirt, Diyarbakır, Mardin, Adıyaman, Batman, Van, Hakkari, Şırnak, Ağrı, Muş, Bitlis, Gaziantep ve Şanlıurfa olmak üzere 445’in üzerinde faal Medrese bulunuyor. 

Türkiye’de Listesi Yapılan Belli Başlı Tarikatlar:

-Nakşibendi Tarikatı

-Nurcular
-Kadiri Tarikatı

-Halveti Tarikatı

-Rufai Tarikatı

-Melami Tarikatı

-Sühverdiyye Tarikatı

-Çeşti Tarikatı

-Şazeliye Tarikatı

-Mevlevi Tarikatı         

 Türkiye'deki Tarikatlar ve Kolları

1-a) Nakşibendi Tarikatı:

Türkiye'de en fazla kolu, en fazla cemaati, en fazla müridi bulunan, siyaset ile

iç içe olan, Türkiye'nin en etkili Tarikatıdır.

• Menzilciler. (Gavsçılar ve Semerkand)

• İskenderpaşa cemaati

• İsmailağa cemaati (İhvancılar-Cübbeli Ahmet Hoca)

• Süleymancılar

• Hazneviler (Şeyh İzzettinciler)

• Yahyalı cemaati (Kayserililer)

• Erenköy cemaati

• Tufancılar

• Kıbrısiler (Şeyh Nazım Kıbrısi)

• Zilan cemaati

• Reyhaniler

• Hacegan cemaati

• Arvasiler

• Akfırat cemaati

• Halidiye

• Şeyh Muhammed Nayır Erzincani.

• Bilvanis gurubu.


1-b) Nurcular:

• Gülen cemaati (FETÖ'cüler)

• İlim Yayma cemiyeti.

• Kırkıncı Hocacılar

• Işıkçılar (İhlas grubu)

• Yeni Asyacılar

• Yeni Nesilciler

• Aczimendiler (Müslüm Gündüz)

• Meşveretçiler

• Medzehra grubu

• Zehra Vakfı

• Kurtoğlu grubu (Okuyucular)

• Sungurcular

• Yazıcılar

• Medrese Alimleri Vakfı

• Alvarlı Efe cemaati

• Hayrat cemaati

• Norşin Dergahı (Şeyh Nurettin Mutlu)


2) Kadiri Tarikatı:

Abdülkadir Geylani'nin öğretilerini kabullenen, Türkiye'de çok etkin, siyaset ile iç içe geçmiş çok sayıda müridi bulunan Tarikat.

• Galibiler.

• İcmalciler (Haydar Baş)

• Tillocular

• Muhammediye

• Halisiye

• Üveysler

• Şeyh Osman cemaati

• Zenbililer

• Hüseyniler

• Farukiler

• Bilal-i nadir. (Nadiriler)

• Kesnizani

• Şettariye

3) Halveti Tarikatı:

Kadiri ve Nakşibendilik ile sıkça karıştırılsa da bağımsız bir Tarikattır. Türkiye'de çok sayıda cemaatleri ve müritleri bulunur.

• Cerrahiler (sosyetik-şarkıcı-popçu-topçu Tarikat)

• Uşşakiler

• Şabaniye

• Mısriyye

• Ticaniler

• Ruşeniye

• İpek yolu gurubu

• Sünbüliye

• Nasuhiyye

• İbrahimiye


4) Rufai Tarikatı:

Ahmet Ali Rüfai'nin 1148 yılında kurduğu Sunnî-İslam Tarikatıdır. Vücutlarına şiş

batırmaları ile bilinirler.

• Kubbealtı cemaati

• Çorum dergahı

• Mehmet Efendi cemaati

• Maafiriler

• Antakiler

• Marufiler

• Ayderussiyye

• Sayyadiye

• Zeyniyye

• Sebsebiyye

• Kantaniye

 5) Melami Tarikatı (Bayramiler):

Hacı Bektaş Veli ve Hacı Bayram Veli'nin felsefesini benimseyen Tarikat. Anadolu'nun Türkleşmesi ve Osmanlı'nın kuruluş döneminde çok etkili olduysa da devlet politikalarını tasvip etmediğinden ve sisteme karşı duruşundan ötürü Nakşibendilik, Halvetilik gibi daha sistem odaklı Tarikatlara bırakıp önemsizleşmiş, sindirilmiştir.

Türkiye'de hâlâ Melamiler mevcuttur.

• Maşukiler

• Aksarayiler

• Edirneviler

• Yakubi

• Kabayiler

• Kemaliler

---------------------
6) Sühverdiyye Tarikatı:

Bağdat kökenli Tarikat. Halvetiler ile yakın ilişki içerisindedir. Türkiye'de

önemsizdir.
• Zeyniyye…

Kaynak: https://www.kulis.tv/turkiye-de-kac-Tarikat-kac-cemaat-var/12177/

(https://www.yenialanya.com/haber/11309730/turkiyede-kac-Tarikat-kac-cemaat-var)

Denilmiştir ki: "Türkler, dinini, kendi diliyle yaşayamayan tek milletir."

Bu sebeple İslâmcılık, muhafazakarlık ve dindarlık çok fazla düşünmeden her şeyi olduğu gibi kabul eden, bir bakıma mitolojik bir yaşam biçimidir.

Bunun için Atatürk'e: "Kafir, Dinsiz, Ayyaş..." dediler, kendi sıfatlarını itiraf edip söylediler…

Kutsal inançları dini, siyasî emellere alet etmek için, Cemaat, Cemiyet, Tarikat, Tekke, Zaviye kurmak, benzeri oluşumlar dine aykırıdır. Yasaklanmalıdır.

 Bu tür uygulamalar, halkın güvenliğini bozar, devletleri ve hükümetleri çalışamaz hale sokar, halk arasında düşmanlık ve ikilik yaratır.

Dini ve onun ayetlerini kullanarak halkı kamplara ayıran, ötekileştiren toplum düzenini bozan, ahlâkı ve meşru yaşama haklarını tehlikeye sokan uygulama ve görüşler dine aykırıdır.

Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk Dönemi dahil, kurulduğu günden itibaren, dini siyasete alet eden, Türk, Türklük ve Cumhuriyet düşmanı çıkarcıların hedefi olmuştur.

Bunlar İngiliz, Amerika, İsrail…vb. tarafından finanse ve kontrol edilmektedir. Türkiye'deki bütün Tarikat, Tekke, Cemaat, Topluluk ve Dinci Partilerin yönlendiricileri Patronları bunlardır. Finansının çoğunu bunlar karşılar, bunlar yönlendirir, bunların kontrolündedirler.

Cumhuriyeti için en büyük tehdit: Arap Milliyetçiliği, Arap kültürü, Arap ırkçılığı olup, Allah ve din korkusuyla boyun eğdirilip biat ettirilip boyun eğdirilmiştir.  Birtakım topluluklar organize edilmiş, bunların çoğu uyduruk kökne ve sapkın fikirler ile insanlara işkence ve zulüm eden eylem ve uygulamalardır… Bu sebeple İslâm ülkeleri geri kalmış, insanları açlık, sefalet ve hastalıkla boğuşmakta, refah ve çağdaş uygarlık seviyesini yakalayamamaktadır; çünkü bağnazlığa, ceberut eylemlere, hurafeye dayalı, sorgusuz sualsiz, düşünmeden, yorumlamadan, soru sormadan korkutulan boyun eğdirilen anlayışın hâkim olduğu toplumlar çağa uyamaz, ayak uyduramaz, ilerleme gösteremezler. 

Siz dini, bunlar üzerine kurmayıp Emevî-Kapitalist Arap Pağan Dönemi geleneklerini din diye tanıtıp, İslâm, üzerine kurarsanız ve bunları dinin kuralları diye yutturup dayatırsanız, işte o zaman, bu din insan yaşamından çıkar...

İnsanlar Deist, Ateist, Budist, Şaman olur.

Bu Kapitalist Narsist, Egolu Emevî Pagan Dönemlerinde Puta tapanların yaptığı uygulamaları "Din" diye yutturmağa kalkarsanız, din kalmaz. din de yıkılır, insanların umutları da...

Asıl yıkılması gerekli olan da bu Arap Emevî Pagan Dönemi Kültür Kalıntıları, sapkın bağnaz uygulamalarını devam ettiren zihniyetin yıkılmasıdır.

 Hazreti Peygamber Türk’tü!

“Eğer araştırırsanız Peygamberimizin Türk olduğunu ispat edebilirsiniz.” ATATÜRK

Muharrem Kılıç, Büyük Atatürk’ün bu araştırma isteğinin/buyruğunun izine düşmüş ve bana sorarsanız bir hayli de yol almış. “Toplumsal Çözüm Yayınları” arasından yeni çıkan:

“Gizlenen Türk Tarihi/Hazreti Hz.Muhammed” adlı kitabını okuyunca vardım bu kanıya.

Kitabı esas olarak iki bölüme ayırabiliriz. İlk bölümde varlığı “Naakal Tabletleri ile ortaya çıkan MU Uygarlığının bir Türk Uygarlığı olduğu, MU Kıtasının“Büyük Tufan” la yok olduğunda, bu uygarlığın Uygur Türkleri aracılığı ile dünyanın muhtelif yerlerine saçıldığı iddiası (Aztek, Maya, İnka gibi); sağlam kanıt, bulgu ve bilgilerle berkitiliyor.

 Sümerler de işte bu Uygurların devamı. Öz be öz Türkler ve dilleri de Turanî bir dil. Dahası; Türk Dili, o zamanlar bütün insanlığın ortak diliydi. (Bu son tespit, Atatürk’ün “Güneş-dil Teorisi” ni yeniden gündeme sokuyor.)

 İkinci bölümde ise, Hazreti İbrahim’in, Musevilerin iddialarının aksine (Kuran-ı Kerim de bu iddiayı yalanlıyor) Yahudi değil, Sümer asıllı bir Türk olduğu kanıtlanıyor. Muharrem Kılıç Bey, işte tam burada, benim de çocukluğumda Hocalardan bellediğim bir ifadeye dikkati çekiyor

“Hz.Muhammed’in Ümmetinden, İbrahim’in milletindenim…”

 Aslında Hazreti Hz.Muhammed Peygamber de İbrahim’in milletinden. Muharrem Kılıç Bey, Yüce Peygamber’in kısa ve uzun şeceresini de kitabına almış. Bu kitapta bu şecereyi destekleyen ve doğrulayan sayısız delil var!.. Bunların bir kısmını aktaralım.

Hazreti Peygamber’i Medine’ye davet eden Evs ve Hazreç Kabileleri Sümer asıllı idiler, Sümerlerin dağılışı sırasında, Yemen’e göçmüşlerdi. Medine’ye gelişleri daha sonraydı.

Akabe biatında: “Hz. Muhammed bizdendir!” demişlerdi ve Hazreti Peygamber’den: “Kanınız kanımdır” yanıtını almışlardı.

 Kureyş ileri gelenleri Ebu Talip’in yanına gelmişler ve ona:

“Ya yeğenini susturup davasından vazgeçirmesini ya da Türk yurtlarına çekip gitmelerini…” tavsiye etmişlerdi. Peygamberimizin amcası Ebu Talip, bu tehdit dolu talebe, 94 beyitten oluşan “Kaside-i Lamiyye” ile cevap verdi. İşte o şiirden bazı bölümler:

 “Düşman bizim gücümüze boyun eğip kahroluyor.

Halbuki, onlar, bizim Türk ve Aftalitlerkapılarına sığınmamızı isterler.

Allah’ın evine and olsun ki sizler yalan söylüyorsunuz.

İşleri karma karış etmeden ne Mekke’yi terk ne de buralardan Türk yurtlarına gitmeyeceğiz!..”

 Ebu Talip’in bu şiirinde Türkler yanında “AftHz. Alitler” yani “Akhunlar” dan söz etmesi oldukça ilginç ve önemli. Demek ki Araplar Hazreti Peygamber’in soyunu sopunu çok iyi biliyorlardı.

-Hazreti Peygamberin torunu, Hazreti Hüseyin’in Kerbelâ olayından önce, “Türk yurtlara gitme isteği”, Yezit tarafından reddedildi; çünkü Hazreti Hüseyin, Horasan’daki soydaşlarıyla birleşerek tekrar gelecekti.

 Bir gün Peygamberimiz ashabıyla otururken, bilinmeyen bir dille: 

“Ne güzel üzüm!” dedi. Sahabe, anlamayarak: 

“Ya Hz. Muhammed!

Arapça konuş!..” dediler. Yüce Peygamber:

“Durun yakınmayın, ben köküm olan Hz. İbrahim’in dili ile konuşuyorum. Arap benden; ama ben Arap’tan değilim!” diye yanıt verdi.

Bu kitap, her Müslüman Türk’ün kütüphanesinde olmalıdır. Yazarı ve yayıncıyı yürekten kutlarım.

 Kaynak:

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/gizlenen-turk-tarihi-ve-hazreti-muhammed-351062h.htm

https://www.siyasetcafe.com/turkiyede-kac-cemaat-tarikat-var-hangi-cemaat-hangi-tarikatin-kolu-57087h.htm#google_vignette

 Hadis’lerin Sahihliği ve Eklemeler:

Yıl 632: Allah'ın Kulu ve Elçisi Hz.Muhammed vefat etti.

Yıl 644: Hz. Ömer İranlı, vergilere itiraz eden Lu’lu adında bir Zerdüşt tarafından Camide Şehit edildi.

Yıl 656: Hz.Osman   kendisinden memnun olmayan halk tarafından evi baskınla kuşatarak katledildi.

Yıl 656: Resulün amcasıoğlu ve aynı zamanda damadı Hz. Ali ve Resulün eşi Ayşe ve Etrafında Toplanan öldürülen Emir Hz.Osman ’ın Valileri, Cemel Savaşında, karşı karşıya geldiler.

Bu savaşta çoğu Sahabe olup Hz.Osman 'ın atadığı Hz. Ali'ye biat etmeyen Hz.Osman 'ın akrabaları Valiler:

Şam Valisi Muaviye:

Basra Valisi Abdullah b. Âmir savaş malzemeleri ve Şehrin Devlete ait hazinesini de yanlarına alarak, şehirden ayrılarak 1. Emir Ebubekirr'in kızı Peygamber’in en genç Hanımı Ayşe Bint Ebu Bekir’e katılmak üzere, yola çıkıp MEKKE'ye varmışlardı...

Valilerin değiştirileceği haberini duyarak, 4. Emir Hz. Ali'den valilik isteyen, Talha b. Ubeydullah (Basra); Zübeyr b. Avvâm da (Kûfe), valiliklerinin kendilerine verilmemesi sebebiyle, Emir Hz. Ali'ye kırılmışlardı…  (Taberî, I, 3069, 3082).

Bunun üzerine Talha ile Zübeyr 4. Emir. Hz. Ali'den Umre için Medine’den ayrılma izni istemişler, fakat bu izin de dört ay sonra verilmişti...

“Müminlerin Emirliği”nin son dönemlerinde 1. Emir Ebubekirr'in kızı Ayşe, katledilen Emir Hz. Osman 'ı çok eleştirmiş ve öldürülen Emir Hz. Osman 'ın şehri terketmemesi ricasına rağmen, şehirde isyan başlattıktan sonra, Hac görevi için MEKKEye gitmişti. MEKKE dönüş yolunda da Hz. Osman 'ın isyancılar tarafından öldürüldüğü haberini almıştı... Bu sebeple de Hz. Osman 'ı öldürtmekle suçlanmış; fakat ısrar ile bu konuda kendisinin bir suçunun olmadığını söylemiştir...

Hz. Ali b. Ebi Talib ve Muâviye b. Ebi Süfyan taraftarları birbirleri ile sevaştılar… Hz.Osman  'ın Şehid edilmesiyle ortaya çıkan karışıklığın, Hz. Ali'nin halkın ısrarı ile Emir tayin edilmesiyle nisbeten hafiflediği görülmüş ve Müslümanlar çoğunlukla, Hz. Ali'ye Biat etmişlerdi.

Hz. Ali'ye Biat etmeyenlerin de Hz.Osman 'ın öldürülmesi olayının Hz. Ali taraftarlarınca gerçekleştirildiği görüşü rol oynasa da makam ve mevkimlerinden olacaklar ile makam ve mevki bekleyen Vali adaylarının hoşnutsuzluklarının da payı çoktur.

Hz. Ali ise, bu olaylarla uzaktan yakından bir ilişkisinin olmadığını, hatta zorla, istemediği halde tahdit sonucu Emir seçilmiş olduğunu, ileri sürülerek kendisine Biat etmeyenlerin Müslümanlar arasına nifak soktuklarını ifade etti. Hattâ daha sonra meydana gelecek olan Cemel Vak'asında dahi savaştan eser yokken, gece vakti nifakçıların Hz. Ayşe tarafındakilere saldırmaları neticesi savaş çıkmış, Hz. Ali bu savaşta şehid olan Hz. Zübeyr'e;

"Ey Zübeyr, hatırlamıyor musun bir gün Ganemoğulları Mahallesinde beraberken, Hz. Peygamber (s.a.s)'le karşılaşmıştık. Bize şöyle demişt:

"Ey Zübeyr bir gün Hz. Ali b. Ebî Talib'le savaşacaksın ve o savaşta, sen ona karşı, haksız durumda bulunacaksın!". Bunun üzerine Hz. Zübeyr:

'Vallahi hatırladım, seninle savaşmayacağım!..' diyerek savaştan vaz geçmeyi düşünmüş, ancak oğlu Abdullah, Onu zorlamıştı (İbnül-Esîr, el-Kâmil Fit-Tarih, terc. Ahmed Ağrakça, III, 284, 349; Ebu'l-Fidâ, el-Muhtasar fî ahbâri'l-Beşer, I, 173).

Bundan da Hz. Ali'nin bu olayda haklı olduğu ve kendisine Biat edilmesinin gerektiği sonucu çıkmaktadır. Nitekim Hz. Ayşe de bu savaştan sonra gerçeği anlayarak, Medine'ye evine dönmüştür.  Burada toplamda 10 ile 18 bin Müslüman karşılıklı birbirlerini öldüler... Bunların çoğu sahabeydi…

Kaynak: https://sorularlaİslâmiyet.com/kaynak/hakem-olayi

 Biz Sevgiden Olduk:

Horasan’dan Anadolu erenlerine, Ahmet Yesevi’den Hacı Bektaş Veli’ye, Yunus Emre’den Hacı Bayram’a uzanan Türk Müslümanlığının merkezinde muhabbet vardır.

 “Yaradılanı severiz Yaradan ötürü” anlayışı binlerce yıldır Türk milletinin aklına, kalbine ve gönlüne işleyen iman esaslarından biri olmuştur.

 Yunus der ki ey hoca!

İstersen var bin Hacca,

Hepisinden iyice,

Bir gönüle girmektir!...

Bunun içindir ki divanlarda, dergahlarda, şiirlerde, kıssalarda buram buram sevginin rayihası eserler vardır. Yunus’tan yüzlerce yıl sonra yine bu topraklarda;

Şeyh Galip: Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen!” 

“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” diyecek ve yaratılmışların göz bebeği olarak insanı tasvir edecektir.

“Ey insan evladı! Kendine saygıyla, hürmetle yaklaş; çünkü sen kâinatta yaratılmışların özü, göz bebeği olan insansın. Kısaca Mahlukların en şereflisisisin (Eşre i Mahluk)”.

Ey gönül, ey gönül, neden bu kadar gamla dolusun. Yıkıksın, kırık döküksün ama tılsımlı bir definesin sen. Meleklerin secde etmeleri emredilen kadri yüceltilmiş bir varlıksın, bildiğin gibi değil, her varlıktan daha olgun daha ilerisin sen.

Ruhsun, Cebrail’in üfürmesiyle ikizsin, Tanrı’nın sırrısın, Meryem’in oğlu İsa gibisin sen. Kendine bir hoşça bak, alemin özüsün sen, varlıkların gözbebeği olan insansın sen.

Mertebeni adlarla sanma; adların sahibindedir. Dönüp varacağın yer her şeyi yaratandır, eşyaya gideceğini zannetme. Gördüğün gerçekleri rüya sanma, sen başka bir varlıksın; kendini her sûreti kabul eden Heyulanın büründüğü sûret zannetme. Keşifle gerçekliği meydana çıkan manayı dava sanma, hakkında söylenen vasıfları gözüne girmek için söylenmiş sözler zannetme. Kendine bir hoşça bak, alemin özüsün sen; varlıkların gözbebeği olan insansın sen.

Sırrını inleyip de sakın ağyara açma; bilmezlikle inkâr çukuruna düşmekten sakın. Ahların, sakın, sevgilinin kâkülüne değmesin, sonra Mansur gibi dâra çıkarsın. Sakın yaradan incinip de sevgiliye aczini bildirmeye kalkışma; a çaresiz kişi bulduğun kadri yüce incileri sakın. Kendine bir hoşça bak, alemin özüsün, varlıkların gözbebeği olan insansın sen.

Sevgi sırlarının mahzeni, o sırlar hazinelerinin konduğu yer sendedir, sende. Erlik, yiğitlik nurlarının madeni sendedir, sende. Gizli gizli daha nice ruh halleri var sende. Tanıyıp anlayış sende, hüner sende hakikât sende. Baksan görürsün ki yer de, gök de, cehennem de, cennet de sende, kürsî de sende, melek de elbet sendedir sende. Kendine bir hoşça bak, alemin özüsün sen, varlıkların gözbebeği olan insansın sen.

Yazıktır, padişahken alemde yoksul olmayasın, ümit ve yalvarışla boz bulanık bir hale gelmeyesin. Yeis vadisine düşüp bir hiç olarak yok olmayasın, yolunu yitirip bela sahrasının yolunu tutmayasın. Âdeme yapış ki gerçekten ayrılmayasın, secdeler etki Tanrı reddetmesin seni. Kendine bir hoşça bak, alemin özüsün sen, varlıkların göz bebeği olan, insansın sen. Tanrı’dan gayri bütün varlıklardan, çakıp sönen, gelip giden bütün şimşekler gibi geç git. Üstüne takılan, konan çer çöpe aşk ateşini siper et (onları yak yandır).

Gönül bağlanacak şeylerin eserleri, sakın, eteğini tutmasın. Şems gibi, Mevlana’yı isteyerek yola koyul, yol almaya bak. Aynanı (gönlünü) arıt, bütün sûretler ona vursun, görünsün. Galip, hele bir duygularını derle, topla da bak. Kendine bir hoşça bak, alemin özüsün sen, varlıkların gözbebeği olan insansın sen.

Türk Müslümanlığında terbiye ve tezkiyede odak noktası insanın bizzat kendisidir; çünkü ahlakın kaynağı din değil vicdandır, fıtrattır. Hiç kimse ağyar (başkası) olamaz; ağyar nefsin kötülükleridir.

 İslâm’da her insan hazrettir (saygındır); çünkü Allah insana bütün melekleri secde ettirmiştir!.. Mahlûkatların en şereflisi (Eşref i Mahlûktur!)

Insanların dinine, diline, mezhebine, ırkına, cinsine, rengine, yoksulluğuna, zenginliğine bakmak ayıp sayılır. Kadın sanki mahluk değildir, Halık’tır. Yedi yaşındaki kız çocuğuna kadın gözüyle bakana da sapık denir!

Şahsi çıkarları uğruna dini kullananlara hürmet edilmez.  Düğünlerde müzik çalma haram değildir…

Cenaze konu-komşuyla birlikte kaldırılır, yemekler birlikte yenir, dualar birlikte dinlenir.

Kadın erkek beraberdir. Berber yer, beraber gezer, birlikte çalışır, birlikte yaşarlar:  

“Haremlik selamlık, Kadının kafes ardına kapatılması, hapsedilmesi Din, İslâm değildir, İslâmda yoktur...

Kadın okutulmaz!

Kadından Doktor, Ebe, Hemşire olmaz!.. Kadın hamile iken, erkeksiz olarak, çarşafsız, başörtüsüz olarak dışarı çıkamaz!..”

Sokakta, çarşıda, pazarda gezemez diye İslâm’da böyle bir yaptırım yoktur!.. Bunlar Cahiliye dönemi, pagan devri inançlarına bağlı geleneklerin kalıntılarıdır...

Beraber yaşama kültürü, Türk milletinin ve bu toprakların özündedir. Kısaca bu anlayış, hoşgörünün hâkim olduğu; ama bir o kadar da temiz kalma mücadelesidir.

İbadetini yapamayanlarda tatlı tatlı serzenişlere rastlarsınız; ama: “Haram lokma boğazımdan geçmedi, kul hakkı yok, üzerimde!..” dediğini duyarsınız.

İşte tam da budur Türk Müslümanlığı.

 Dede Kasım Güvercin: “Hak Muhammed Ali” kitabında: “ÖZÜNE SAHİP ÇIK!” diyor.

 Türk Müslümanlığı bizim aynamızdır. Asya bozkırlarından Maveraünnehir’e Anadolu’ya ve Avrupa’ya uzanan coğrafyada; binlerce yıllık tarih ve medeniyetin birikimiyle, özünde insan sevgisi olan bir din anlayışı inşa edilmiştir.

Din ile aldatma, Cehennem ateşiyle korkutma yoktur!..

Hoca Dehhani bunu ne de güzel anlatır:

"Od ile korkutma vaiz, bizi kim lâl i nigar;

Canımuz bizim oda yanmağa mutad eyledi!.."

Kendine has bir dil ile özüne, sözüne, geleneğine ve örfüne sahip çıkan milletimiz, bu özü bozmaya yeltenenlere gerekli cevabı verir.

Millî varlığımızın ve kültürümüzün temel taşlarından olan kültleri; mezar ziyaretlerini, dinî ve millî bayram kutlamalarına değer verir. Onları bu kültürün bir parçası olarak görür…  

Ebu Cehil’in de giydiği entariyi, başına sardığı sarığı, Faslının başına geçirdiği Fesi, Selefinin giydiği Çarşafı, Abiye, Burka, Tesettür, Çador, Avret...vb. kapanışları" şeklen giyilen giysilerini, Din, İslâm diye dayatanlara da sadece güler geçer... Şeklen ve dıştan yapılan bu kılık, kıyafet; saç, sakal, sarık, kaftan, hırka; bastın ve tesbihin ne din ne sünnet ne de İslâm ile bir ilgisi yoktur.

Demem o ki, eşyanın tabiatındandır, her toplumun psikolojisi, tarihi ve kültürel şartları dini algısına nüfuz etmiştir. Bunu bilmemek kendi Müslümanlık anlayışımızdan bizi uzaklaştırır.

Bir Türk âlimi olan Ebu Hanif’in ibadetlere getirdiği kolaylık, iman amel ilişkisini yorumlarken, toleranslı yaklaşımı (ameli imandan ayrı görmesi) tam da bu açıdan anlaşılması gereken bir durumdur.

Emevî-Arap Muaviye, Yezit ve Zalim Haccac'ın İslâm anlayışının katı, dışlayıcı, kaba saba, ötekileştirici, tekfir edici karakteristik özellikleri, Türk Müslümanlığıyla asla örtüşmez!... Arapların gözünde Arap olmayanların hepsi Mevâl'dir (Köledir) 

Bunun bilinciyle kendi kültürel kodlarımızı yeniden canlandırmak zorundayız. Yunus’un diliyle bitirelim:

 “Gelin tanış olalım işi kolay kılalım

Sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz.”

Her İnsan Hazrettir!

Türk Müslümanlığında Her İnsan Hazrettir!

Bir gün sufilerden birine:

“Muhabbetin sözünü edenlerle onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?” diye sormuşlar. O da: “Bakın göstereyim” demiş.

Önce muhabbeti dilden gönüle indirememiş olanları çağırmış ve onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine; tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş. Ellerine de:

 “Derviş Kaşıkları” denilen, sapları bir metre boyunda kaşıklar verilmiş. Sûfi:

“Bu kaşıkların sapından tutup yiyeceksiniz” diye bir de şart koşmuş.

 “Peki!” demişler; fakat kaşıklar uzun geldiğinden, döküp saçmışlar… Bir türlü ağızlarına götürememişler.

Diğerlerine aynı görev verildiğinde: Herkes kaşıkları karşı tarafa uzatarak, birbirlerini doyurmuşlar…

Asıl mesele neyin ne şekilde olacağını bilmek ve insan olmayı kavramaktır!

İşte bu sebepledir ki bazı ip uçları vermek ve peşin yargılardan uzaklaşmak için bazı araştırmacı yazarların görüşlerine de burada örnek teşkil etmesi açısından yer verdik.

 

“Alevi Açılımı mı Dediniz?” adlı bir yazısında İslâmcı yazar: Abdurahman DİLİPAK bu durumu şöyle özetliyor:

Bilindiği gibi, 30 Kasım 1925’te kabul edilen bir yasayla tekke, zaviye ve türbeler kapatılarak; Türbedarlıklar ile Şeyhlik, Dervişlik, Ağalık, Müritlik, Dedelik, Seyyidlik, Çelebilik vb. birtakım unvanlar kaldırıldı. 

Kaldırıldı ama varlar! 

Şapka giymek mecburi; ama giyen yok. Türbe yok; ama Türbeler var! Anıtkabir Türbe oldu. Din ve devlet ayrı olacaktı güya, resmî ideoloji olarak Kemalizm dinleştirildi. Birileri de çıkıp, “Türkün Dini Kemalizm” diye kitap da yazdı. Laiklik: “Dine karşı bir din” gibi uygulanmaya çalışıldı laikçiler tarafından.

Anlaşılan hükümet bir: “Alevi Açılımı”na hazırlanıyor. “Kürt Açılımı”nın sonucu ortada. Erdoğan’ın Cemevî ziyareti de anlaşılan böyle bir açılım öncesi, PR çalışması idi; ama korkarım bu iş Konya’daki “İslâmî Oyun”lara dönecek.

Birileri “İyi Niyetli” olabilir; ama birileri de bu işi başka zeminlere kaydırabilir. 

Bu işler biraz da “Mayınlı Tarlada Top Oynamak” gibidir. Toplumsal kabuller, beklentiler, korkular iyi okunmaz ise bu tür girişimler faydadan çok zarar verir. Tosya’ya pirince giderken evdeki bulgurdan olursunuz…

Tek bir Alevî tipi yok!.. Şii, Kızılbaş, Bektaşi, Caferi, Nuseyri, İmamiye, Zeydiye, İran Şiası, Arap Şiası, Hizbullah, Alisiz Alevilik peşindeki, Sosyalist gruplar gibi bir düzine topluluk var!.. Hepsinin de ülkemizde uzantıları var!.. 

Cemevînin Türkiye’deki karşılığı Dergah, İran’daki karşılığı “Hüseyniye”, “Zeynebiye”ler var!..

Cin şişeden çıkarsa görürsünüz. “Pandora’nın Kutusunun Kapağı Açıldığında” ne olacağını kestiremezsiniz.

Ben bu konularla biraz ilgilendim. Türkiye’de 90’lı yılların başında ilk defa Alevi Dedelerini bir tv programında bir araya getirdim. Hâlâ “YouTube” kanalında var o yayın. 

Kızılbaş Ali’nin çıkardığı PİR Dergisinde yazarlık da yaptım. Hâlâ yakın tanıdığım arkadaşlarım var.

 Cumhurbaşkanı’nın Hacı Bektaş Veli Dergahı ve bazı Cemevlerini de ziyaret etmesi ile başlayan tartışma devam ediyor. Aslında bu ziyaretlerin çok daha önceden yapılması gerekirdi. Yani bir açılıma gerek yok! 

Balkanlarda, İslâm’ın yayılmasında, Bektaşi Dergahlarının rolü çok büyük. Hacı Bektaş-ı Veli bir İslâm âlimi. Hepimiz için de bir değer. Onun “Makalat”ını herkes okumalı. “Nehcul Belaga”yı da okumalıyız meselâ. 

İmam-ı Caferi Sadık, İmam-ı Azam’ın Hocası değil mi? Bilmem biliyor musunuz, Esad Coşan’ın Doktora Tezi Hacı Bektaş-ı Veli’nin eserleri üzerine idi. Ben Hacı Bektaş-ı Veli’nin hayatı, eserleri, fikri ve İslâm hizmetlerini ilk onun bu eserinden okudum. Yine Esad Coşan, Nehcul Belaga’dan, Hz. Ali’nin, Malik b. Eşter’e mektubunu yayınladı ki, İslâm idare sisteminin valilerle ilgili bölümü için bu risale, temel bir belgedir.

Bir dönem, bu işlerle ilgilendiğini bildiğim: İsmail Nacar, dün bana bu konu ile ilgili bir mesaj gönderdi. O mesajında diyor ki; “Elbette ki bu ziyaretler, millî birliğimiz açısından siyaseten de doğrudur. Ancak, basına yansıdığı kadarıyla Cemevlerine vaad edilenler, hem anayasal eşitlik ve hem de İslâm vahdeti açısından önü alınamaz bir tartışmaya yol açar. Meselâ Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde “Alevi-Bektaşi ve Cemevî Daire Başkanlığı” gibi bir birim oluşturularak, Aleviliğe yasal bir statü sağlanacakmış. İkincisi ise, başta Alevî Dedeleri olmak üzere Cemevîndeki görevliye de maaş bağlanacak ve Cemevinin elektrik ve su giderlerini de devlet karşılayacakmış.”

Dikkat parayı veren düdüğü çalar! Bir defa Diyanetle ilgili işler, Devlet ile özerk olması gereken Diyanet arasında paylaşılmış. O yetmez, din eğitimini devlet tevhid-i tedrisat’la MEB’e bağlamış. Dini Vakıfları devlete bağlıDin hizmetleri yurt dışında Dışişlerine bağlı, dini yüksek öğrenim YÖK’e bağlı, şimdi bu da yetmiyor, dini cemiyetler idari yönden İçişleri Bakanlığına bağlı, doğrudan Diyanetle bir bağları yok bunların. Cemevleri de Kültür Bakanlığına bağlanmaya çalışılıyor. 

Dinî “meslek” ya da bir “kültürel ve veya etnik kimlik aidiyeti” şeklinde tanımlamak isteyen çevreler var. Biliyorsunuz bir Türk İslâm, Arap İslâm, Fars İslâm, Euro İslâm, Amerikano İslâm, Liberal İslâm, Demokrat İslâm, Protestan İslâm, Ortodoks İslâm, Katolik İslâm gibi saçma sapan tanımlarla İslâm’ı dejenere etmek isteyenler var!..

Kim ki, dinin önüne ve sonuna bir ek getirerek yeni bir din tanımı yapıyorsa, bilin ki, din aradan çekilir, kişi eklediği ya da çıkardığı ile baş başa kalır. Zaten Laik İslâm kumpası ile birileri dini, ekonomik, sosyal, politik hayattan tecrid ederek, dini: “birey”sel planda vijdanlara,, toplumsal planda, Mabed’lere hapsederek, ritüel, seremoni ve ikonolarla, folklorik anlamda geleneksel, kültürel, geçmişe dair bir yaşam biçimi, olarak sunmaya çalışıyor…

 

AK Parti içindeki AKP’lilerin bu tür planlarına alet olmamak gerek!.. Bu konuyla ilgili İsmail Nacar gönderdiği mesajda diyor ki:

“İşte burada, hepimizi bağlayan temel bir bilgiyi aktarmak istiyorum: İslâm tarihinde, hikâyesi uzun bir fitneden kaynaklanan, Hz. Ali ile Muaviye arasındaki ihtilafla, ortaya çıkan Şiâ veya Alevîlikitikadi değil, siyasî bir mezheptir. 

Kur’an ve Sünnet’e bir itirazları yok!. Onun içindir ki, başta Camide Şehit edilen Hz. Ali olmak üzere, tüm fıkhî veya siyasî fırka taraftarları, o devirde, Mescid ve Camileri, “Ortak İbadet Yeri” olarak kabul etmişlerdir.

Elbette ki devlet, farklı inançta olan vatandaşlarının ibadet yerlerini tanımak zorundadır. ÖrneğinHristiyanYahudi veya varsa Budist vb. vatandaşlarının ibadet yerleri bu çerçeve içindedir; fakat Batı istihbarat örgütlerinin: “Ali’siz Alevilik” propagandasına kanmayarak “Müslüman” olduklarını söyleyen Alevileri de bu tasnifin içine korsanız, tarihte hiçbir siyasînin göze alamadığı bir fitneyi, kurumsallaştırmış olursunuz. Üstelik bu olay, sadece bundan ibaret de kalmaz. Meselâ:

Türkiye’deki tüm Tarikatların Dergahları ve Şeyhleri, anayasadaki eşitlik ilkesi noktasından hareket ederek, Cemevleri Statüsünü, kendileri için de talep ederlerse, onlara ne diyeceksiniz?

Bence devlet, Tekke, Zaviye, Tarikat ve Dergahları ile Cemevlerine karşı mesafesini koruyarak, kadim İslâm geleneğini, daha da güçlendirmek konumunda olmalı. Aksi durum, bir felaket olur…”

Bana kalırsa bu girişim, Alevileri kendi içinde birbirine düşürürken, Alevilerle diğer İslâmî toplulukları da karşı karşıya getirebilir. Bu konuda atılacak bir adım, başka topluluklar için de emsal teşkil edebilir. Eğer Mabed’den söz ediyorsanız, Mabud’unuz ne, kim?..  Abid kime, ne zaman, nasıl İbadet edecek bu mekânda?..  Bunun Allah’ı, (cc) Kitab’ı, Resul’ü kim, Şeriat’ı ne? Aynı Allah’a, Resulü’ne, Kitab’a iman edenler, tek bir Ümmet, tek bir Millet, tek bir CemaattirCAMİ, CEMAAT’ın CEM olduğu yerdir… “Cem olmak”, Arapça bir kelime, “Cami” de öyle. Cami ve Mescitler’in dışında, Cem Evi aramak, Allah’ı Hak, Peygamber Muhammed’i Allah’ın kulu ve elçisi olarak gören, bir ve bütün “Müslüman Topluluğunu”, parçalayıp zayıflatır. Bir olmak, iri olmak, diri olmak her vakit gerekli ve elzemdir! Hz. Ali (r.a.) Ehli Beyt’tendir. Bütün Müslümanlarca da Raşit Halife olarak kabul görmüş ve bilinmiştir… Müslümanların Emiri’dir. Bu temel değer üzerinde bir tartışma başlatmak, kimseye fayda sağlamaz. Benden söylemesi!.. “

Üstelik Halkın bütünlüğünü bozar. Kargaşa ve bulanıklığa sebep olur… 

Dede Kasım Güvercin: “Hak Muhammed Ali” kitabında: Bir gerçeği ortaya koymuş ve bu gerçeği ayrıntıları ile açıklayarak, bu konuda mevcut boşluğu doldurmayı hedeflemiş ve oldukça da başarılı olmuştur.


KAYNAKLAR:

Tahir H. Balcıoğlu, Türk Tarihinde Mezhep Cereyanları, İstanbul, ts. (Ahmet Sait Matbaası), s. 30-49, 61-64.

(https://www.kuranmucizeler.com/kadinlarin-aleyhine-olacak-sekilde-anlami-saptirilan-nur-suresi-31-ayetinin-detayli-incelenmesi-bas-ortusu-turban-pece-yuce-allah-in-emri-mi)

(https://www.odatv.com/siyaset/hangi-osmanli-padisahlari-icki-icerdi-395)

https://İslâmansiklopedisi.org.tr/mutezile

Tarihi Yakubi,c.2,s.150 ve 151 ve 165,

Necef,Mektebetul Heyderiyye ,1384 hk.

Sire-i Pişvayan, Mehdi Pişvayi ,s.73 den 81 kadar,

İmam Sadık(as) Araştırma Merkezi,Kum ,6.baskı,1376 hş.

Şerh Nehcül Belağa ,İbn Ebil Hedid,c.1, şıkşıkiyye hutbesi.

İbn Haldun’un mukaddemesi s.365 ve 366, ilmi ve kültürel yayın şirketi, Tahran kitabında. İbn Haldun şöyle söyler: “Hilafet yani din ve dünya siyasetini korumak için Şeriat sahibinin yerine geçmektir. İşte bu yüzden hilafet ve imamet denmektedir ve o makama oturana imam veya Emir denir.”

https://www.İslâmquest.net/tr/archive/fa2906

https://www.İslâmquest.net/tr/archive/fa3692

https://www.İslâmquest.net/tr/archive/fa8024

https://www.İslâmquest.net/tr/archive/fa5358

http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/D03296/2007_1/2007_1_AZIMLIM.pdf

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/31172

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/184267

https://www.acarindex.com/pdfler/acarindex-42d52126-82e8.pdf

https://www.sabah.com.tr/fotohaber/yasam/siffin-savasi-nedenleri-ve-sonuclari-siffin-savasi-tarihi-onemi-ve-taraflari-e1

https://atif.sobiad.com/index.jsp?modul=makale-detay&Alan=sosyal&Id=AXC-f7ESyZgeuuwfWCsE

https://www.google.com/search?q=Hz+Peygamberin+Kadir+Hum+denilen+yerde+Hz.+Hz. Ali%27yi+Emir+ilan+etmesi%3F&oq=Hz+Peygamberin+Kadir+Hum+denilen+yerde+Hz.+Hz. Ali%27yi+Emir+ilan+etmesi%3F&aqs=chrome..69i57.32719j0j15&sourceid=chrome&ie=UTF-8

https://İslâmansiklopedisi.org.tr/gadir-i-hum

http://www.abkyol.nl/Alevîlik/Alevîliknedir/index.html;

http://www.cEmevî-gooi.nl/dosyalar/Alevîlik_nedir.html#bektasilik_nedir;

http://www.cEmevî-gooi.nl/dosyalar/Alevîlik_nedir.html#kizilbaslik_nedir)

https://İslâmansiklopedisi.org.tr/cemel-vakasi

https://www.cnnturk.com/yasam/cemel-savasi-sonuclari-ve-nedenleri-cemel-savasi-kimler-arasinda-yapildi-kisaca-onemi-nelerdir

https://www.İslâmveihsan.com/peygamberimizin-hanimlari.html

https://tr.wikipedia.org/wiki/Hz.Muhammed%27in_evlilikleri

(EI2 [İng.], II, 994).

 (https://www.parlamentohaber.com/yahudiler-turkiyedeki-72-Tarikati-biz-kurduk demisti-iste-o-Tarikat-ve-cemaatler/)

https://tr.wikipedia.org/wiki/D%C3%B6rt_Emir

https://tr.wikipedia.org/wiki/I._Mu%C3%A2viye 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder