KASIM GÜVERCİN’İN “HAK MUHAMMED, ALİ” ADLI KİTABI ve ALEVÎLİK ÜZERİNE BİR İNCELEME
Abdullah Çağrı ELGÜN
Alevî Dedelerindendir.
Malatya’nın Yazıhan İlçesi’nin Eğribük Köyü’nde doğdu. İlkokul
ve ortaokulu köyü olan. Eğribük’de bitiriyor.
Malatya’da Turan
Emeksiz Lisesinde okuyor.
NATO’nun Petrol
Ofisi Tesislerinde işe başlıyor.
1973 yılında, İzmir’de
bulunan NATO’nun Petrol Ofisi Tesislerindeki aynı göreve atanıyor.
Aynı kurumda açılan muhasebecilik sınavına girerek, birincilikle kazanan Kasım
GÜVERCİN, bu sınav sonucunda, İzmir Turan Bölge Müdürlüğünde boşalan
Muhasebe Müdürlüğü Kadrosuna “Muhasebe Müdürü” olarak atanır.
Ege Üniversitesi, İşletme
Bölümünde,
iki yıl daha okuyan Kasım GÜVERCİN, Ege Üniversitesi, İşletme
Bölümünü de başarı ile bitiriyor.
1994 yılında İzmir, Turan Bölge Müdürlüğündeki bu görevinden emekli oluyor.
Post Dedesi olan Kasım Güvercin, kitabına
yazdığı “Önsöz” de: Kendisinin: Seyid Yedinci İmam, “Musa i
Kazım” soyundan geldiğini söylemekte, adının ise “Seyid Seyfi Ocağı”
olduğunu açıklamaktadır.
1997 yılında,
İstanbul’da Cem Vakfı’nda “Dedelik” için kursa başlayan Kasım
GÜVERCİN, bu kursta üç ay Boyunca eğitim aldı. Buradan “Dedelik”
sertifikası aldıktan sonra “Taliplerine” rehberlik görevine başladı.
Evli ve iki çocuk babası olan Kasım GÜVERCİN, Türkiye’nin Başkenti Ankara’da
hayatını devam ettirmektedir.
Kasım GÜVRCİN, Hüseyin Gazi Alevî İnanç Birliği Derneği ve 2017’den bu yana Alevî İnanç Birliği Vakfı’nda “Taliplilere, Post Dedesi olarak Görevini” büyük bir zevk, aşk ve sorumluluk duygusu içerisinde, yürütmektedi
Bu Kitabın Yazılma Amacı:
Muş/Varto, Erzurum/Hınıs, Bingöl/Karlıova, İstanbul/Pendik, Esenyurt, Sultanbeyli, Bağcılar; İzmit/Darıca, Güzeltepe’de bulunan ve kendilerine hitap ettiği, birçok halk kesimlerinin, hararetli isteği ve kendisinden bu kitabın yazılmasını arzu eden dostlarının, arzularını yerine getirmek ve ileriye dönük bir eser bırakmak maksadıyla kaleme aldığını yazmıştır. Bununla birlikte bu kitabın yazılmasının en önemli sebeplerinden biri de bu alandaki boşluğu dolduracak ve önemli bir ihtiyaca karşılık vermek amacını, taşımaktadır…
Kitap Hakkında Bilgi:
21x13 Ebatında Parlak 1. Hamur Kâğıt
Karton Kapak, 80 gramajlı sarı kâğıda basılmıştır. Kitabın tamamı: 232 sayfadan
oluşmaktadır.
Kasım GÜVERCİN Dede’nin
kitabının 9. Sayfasında başlayan “Önsöz” yazısında kendisinden ve şeceresinin
Nereye dayandığı, soyunun nereden geldiğine dair bilgiler vermektedir. Bu açıklama,
çok kısa olarak incelenen kitabın10. Sayfasında son bulmaktadır.
Sayfa: 11-12’de “Sunuş 1” başlığı
ile verilen yazı, “Turkuaz, Ankara, 2021, tarihi olup Alaeddin USTA’ya
aittir.
Sayfa: 11-12’de “Sunuş
2” başlığı ile verilen yazı (sayfa: 13-14) Alevî İnanç Birliği Vakfı
(AİBV) Başkanı, Faruk Ali YILDIRIM’a aittir.
Kitabın, 15.sayfasında: “Muhasiplik
Erkânı, Yolu ve Cemi” adı ile asıl konuya giriş yapılıyor.
Arka Kapak:
Bir Kitapta, olması gereken en önemli
bilgi de hiç şüphesiz, arka kapakta bulunan ve kitap hakında bilgi veren kısa,
“özet” yazıdır. Bu yazı, kitabın içindekileri ve hakkında, az ve öz bilgiler
vermekte olup, kitabı okumak veya okutulmasını özendirmek için gereklidir. Çoğu
okuyucular gereksiz bilgileri okumayı sevmez! Okuyucu neyi arıyor, hangi konuda
araştırıyor, ne okuyacak?
Konu ilginç mi, sıkıcı mı? Kitapların arka kapağına konmuş. Bu kısa ve özlü yazılar okuyucunun vakit kaybetmeden, kitabın kendisi tarafından alınıp alınmayacağını, okunup okunmayacağı hakkında, bir fikir vermektedir. Bu kitabın arka kapağına konulmuş bu kısa ve özlü bilgiler, bize kitaptaki görevini hakkıyla yerine getirmiş olduğunu göstermektedir. Bu bakımdan yazarı, editörü ve kitabı basan bu matbaayı sadece arka kapaktaki kısa ve özlü; fakat kitap hakkında çok kapsamlı bilgileri ihtiva eden bu yazı için kutlamak ve takdir etmek gerekir.
Kitap, “Hak Muhammed Hz. Ali” adı
ile Dorlion Yayınları, Sertifika Numarası: 33967, ISBN: Numarası:
978625 4076350, Bil Ofset Basın Yayın Matbaa Hizmetleri, Sanayi Ticaret
Ltd. Şti. Sertifika Numarası: 46767; Tesviyeci Caddesi Numara7/5, İskitler/
Ankara, Ağustos 2021’de basılıyor.
www.dorlionyayinlari.gmail.com
İnsancıl:
İsteme ve Sipariş Hattı: 0530 30710 93 - 0530
767 05 93
Dede Kasım GÜVERCİN İletişim Tel: 0537 399 7678
Merkez Adresi: İstiklâl Mah. Yeşiltepe
Sok. Numara 24/A Eskişehir
“Hak Muhammed, Ali” Kitabında
Kasım Güvercin Dede’ye Göre:
Alevi Kimdir?
Kimlere Alevî Denir?
Alevî: Hz. Ali taraftarlarına
verilen isimdir.
Yavuz Sultan Selim, bu
topluluğa başlarına kırmızı sarık sarmaları sebebiyle “Kızılbaş” adını
vermiştir.
Ali, Hz. Muhammed’in yanında büyümüştür. Mekke’de
baş gösteren kuraklık sebebiyle Muhammed’in amcası, Ali’nin babası Ebu Talip,
çocuklarına bakamaz hale gelince Ali’yi, Muhammed, Ali’nin diğer kardeşi
Cafer’i de diğer amcası Abbas yanına alarak büyümüştü. Daha altı (6) yaşında iken
Muhammed tarafından yetiştirilen Ali, Muhammed’in Hanımı, Hz. Hatice’den sonra,
ilk Müslüman olan kişidir.
Alevî: Ali’yi
tutan, kişilere verilen isimdir. Ehli beyit taraftarlarıdır. Ehli beyit:
Kurandaki sözlerin, kelimelerin, beyit, mısra, cümlelerin ehli, ustası, uzmanı
anlamlarını taşımaktadır.
İkinci anlamıyla: Ev halkı, Peygamberin ailesi ve çocuklardandır. Allah’ın Peygamberine emrettiği İslâm inancının gereklerini, ölünceye kadar hayatında uygulayagelen kimselerdir. Bunlara Ehlibeyt denir…
Alevîlik: Hz. Ali ‘nin (Hz. Ali bin Ebu Talip)
adı dolayısı ile onun taraftarları, Ali’nin tarafında olanlar, anlamında kullanılagelmiştir.
Hz. Ali, Hz. Muhammed Peygamberin amcasının
oğlu ve aynı zamanda Hz. Muhammed’in kızı Fatma’nın
eşi olup Hz. Muhammed’in damadıdır. Hz. Muhammed tarafından, kendisinden
sonra yerine geçecek “İlk Emir” olarak müjdelenmiş ve yüz yirmi beş bin
(125.000.) kişinin huzurunda: “Gadir i Hum” da kendisine biat edilen ve bu
unvandan dolayı tebrik edilen kimsedir!..
“Gadir i Hum – M.S. 19 Mart 632”
Hz. Ali (Hz. Ali bin Ebu Talip): Emevî Kabilesi (Ümeyoğulları) tarafından, hakkının gasp edilmiş olduğunu söyleyen ve taraftarlarınca bunun abul edildiği, Müslümanların ilk ve birinci Emiri’dir… Hz. Muhammed’in Hanımı Hatice’den sonra, ikinci olarak Müslüman olanlardan ve İslâm’ın, ilk büyüklerindendir…
Hz. Ali, Peygamber Hz. Muhammed ve
yanındaki, yüz yirmi beş bin (125 bin) kişilik, bir Haç Kafilesi ile beraberdir.
Hac dönüşü esnasında konaklanan yer, Gadir i Hum’da bu kalabalık Müslümanlar
topluluğunun önünde, yüksek bir yere çıkarak konuşması esnasında işaret ettiği,
kişi Hz. Ali’dir. Hz. Ali,
Peygamberin yeğeni ve altı yaşından bu yana, amcasının yanından, hiç
ayrılmayarak özel olarak yetiştirilen kişidir…
Hz. Ali’nin, Müslümanların
ilk Emirliği, Gadir i Hum’da., bu kalabalık
Müslümanlar topluluğunun önünde, Hz. Peygamberin, “Veda Haccı” dönüşünde
konaklanan yerde, kendisine “Emirlik” işaret edilmiştir. Bu hadise, Medine Yolu üzerinde, Hicretin 10.
Yılının 18. Gününde, “Cuhfe” yakınlarında “Gadir-i Hum” denilen konaklanan yerinde,
Peygamberin hitabeti ile gerçekleşmiştir!..
“Gadir-i Hum”
da kılınan, Öğle Namazı sonrasında, 125.000 kişinin de kafile kafile hazır
bulunduğu bu mekânda, Kuran’ı en iyi bilenlerden (Ehl i Beyit) Hz.
Ali’ye, Hz. Muhammed’den sonra,
yerine vekâlet edecek olan kişi, vasi, yani (Emir), olarak ilan
edilmiştir.
İşte, bu sebeptendir ki Hz. Ali
taraftarları, Şiî (Şia) İslâm’a göre:
“İmamların ilki ve birincisidir.”
Böyle olmasına rağmen, Emevî Kabilesi (Ümeyoğulları) tarafından Hz.
Ebubekir, Hz. Ömer ve sonrasında da Hz. Osman tarafından hakkının gasp edildiğine inanıla
gelinmiştir!..” Bu inanış ve ayrışma günümüzde de devam etmektedir…
Hz. Muhammed’in Kökeni:
Sümer kökenli olan Hazreti
Peygamberin Kabilesi, Sümerlerin dağılışı sırasında, Yemen’e göçmüşlerdi. Medine’ye
gelişleri daha sonraydı. Hz. Muhammed’i Medine’ye davet eden Evs
ve Hazreç Kabileleri de Sümer asıllı idiler… Medineliler
de Türk ve Aftalitler’den (Akhunlar) oluşuyordu. Addani, Kureyş, (Kureyşın)
Arap Kültürü içinde yetişip Araplaşmış bir Türk kabilesi olarak görülmektedir.
Bütün Peygamberler aynı soydan geldiğine göre: Zebur (Davut), Tevrat (Musa),
İncil (İsa), Kuran (Hz. Muhammed) Peygamberlere gönderilmiş olsa da bütün
Peygamberlerin Soyu, İbrahim Aleyhiselam’a dayanır… Hz. İbrahim ise Sümer
asıllıdır…
Mekke ‘de, Kureyş ileri gelenleri arasında bulunan, Peygamberin
amcası Ebu Talip’in yanına gelmişler ve ona:
“Ya yeğenini susturup davasından vazgeçirmesini ya da Türk
yurtlarına çekip gitmelerini…” tavsiye etmişlerdi…
Hz. Muhammed’in kökeni ve “Ehl-i beyt
Türkler” tarafından neden bu kadar sevildiği de bu bahsi geçen konular
sebebiyle anlamak mümkündür. Hz. Muhammed, Hz. İbrahim’in soyundandır. Hz.
İbrahim ise, Sümer Kavmine gönderilen bir Peygamberdir. Sümerler haklarında
yapılan birçok bilimsel araştırmalar sonucunda, Türk Kavmi olduğu kesindir. Sümer
ırkı yerli ve yabancı Sümerologlar tarafından Türk ırkı (Turanî bir ırk) olarak
kabul edilmektedir. Dünyaca ünlü Türk Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın
araştırmalarında da bu açıkça belirtilmektedir…
(Kaynaklar: Muharrem Kılınç: “Gizlenen
Türk Tarihi” İnceleme Araştırma; sayfa Sayısı: 318; İSBN: 9789753711425.
https://www.yenimesaj.com.tr/peygamber-efendimizin-soyu-turklere-dayaniyor-H1394432.htm#google_vignette
Sümerelog Prof. Dr.Muazzez İlmiye Çığ’ın ‘Bilim
ve Ütopya Dergisi’ “nin Nisan 2009 sayısı.
Peygamber’in Türklüğünden bahsetmişken Hz.
Muhamet hakkında da birşeyler söylemek yararlı olacaktır.
Peygamberin Sırlarının, Hanımları Arasında
Deşifre Olması:
Dede Kasım Güvercin’in “Hak Muhammed Ali” Kitabı
ve Başka Bir Kaynaktaki Rivayete Göre: Peygamberin hanımı, (Hz. Ömer’in kızı) Hz.
Hafsa, Hz. Muhammed’in anlattığı bir olayı Hz. Muhammed’in, Hafsa’ya
(veya diğer bir eşine) bir sır vermesi, onun, bu sırrı saklamayıp, yine rivayete
göre, diğer eşlerinden Hz. Ayşe’ye (Hz. Ebubekir’in kızı) haber vermesi
üzerine, Allah Teâlâ’nın, Hz. Peygamber’i, bu durumdan haberdar etmesidir. (bk.
et-Tahrîm 66/3; Elmalılı Hamdi, V, 5110-5116). Bu sırrın ne olduğu
hususunda kaynaklarda başlıca üç rivayet yer almaktadır:
1)
Bal Şerbeti Olayı: Üzerine Resûlullah’ın bir daha bal şerbeti
içmeyeceğine dair yemin etmesi… Câriyesi Mâriye’yi, Hafsa’nın
evde bulunmadığı bir sırada, onun odasına alması sebebiyle, üzülen Hafsa’ya,
bu olayın bir daha tekrarlanmayacağını söylemesi.
2)
Kendisinin vefatından sonra, devlet yönetiminin Hz. Ebû
Bekir ile Ömer’e kalacağını bildirmesi (?!..)
3)
Allah’ın, helâl kıldığı şeyleri, eşlerini memnun etmek için
kendine haram etmemesi gerektiğine dair âyetin, (et-Tahrîm 66/1) ilk iki
olaydan, biri üzerine nâzil olduğu belirtilmektedir. Sebebi kesin olarak
bilinmemekle beraber, muhtemelen, bu sır saklamadaki kusuru yüzünden, Hz.
Peygamber, Hafsa’yı, “Ric‘î Talâk” ile boşuyor… Bu olayı
öğrenen Hz. Ömer, Kızı tarafından Resûlullah’ı gücendirmenin, Allah’ı
gücendirmek olacağını düşünerek, çok üzülüyor.
4)
Bunun üzerine Allah Teâlâ’nın, Muhammed Peygamber
Resûl-i Ekrem’e: Hz. Ömer’in kızı Hafsa’yı boşamamasını
emrettiği (Heysemî, IX, 392); veya Cebrâil’in: “Hafsa, çok oruç tutan ve çok
Namaz kılan bir hanımdır ve Cennette senin eşindir!” demesi üzerine, onu
boşamaktan vazgeçtiği, rivayet edilmektedir…
(Kaynak: https://İslâmansiklopedisi.org.tr/hafsa)
Sunnîlere Göre Halifelerin Sırası ve
Peygamber İle Akrabalık Durumları:
1. Hz. Ebubekir : (23 Ekim 573 - 23 Ağustos634), . (Emirliği iki (2)
yıldır.)
Hz. Ebubekir (Peygamberin Damadı, Hz.
Muhammed’in kızı Hafza ile evliydi. Peygamber de Ebubekir’in
dokuz yaşındaki kızı Ayşe ile evli olması sebebiyle Ebubekir’in
damadıydı. Aynı
zamanda birbirlerinin kayınbiraderi ve kayınbabası
durumundaydılar
2. Hz. Ömer : (583
- 584 Kasım 644), (Emirliği on (10) yıldır.) Peygamberin kayınbabası; Zira Hz. Muhammed de Hz. Ömer’in kızı Hafza bint Ömer (21) ile evliydi. Ayrıca Ömer, Hz.Ali’nin sekiz yaşındaki kızı Ümmügülsüm
ile evliydi ve Hz.Ali’nin damadıydı.
3.
Hz. Osman : (576-579 – 17 Haziran
656) (Emirliği on iki (12) yıldır) Peygamberin Amcasının kızı. Erva bint Küreyz’in oğlu
olup Peygamberin iki kızı ile evlenmiş çifte damadıdır.
4. Hz. Ali : (17 Mart 599–27-28 Ocak 661) Emirlerin dördüncüsü olarak kabul edilmektedir. (Dört (4) yıl, dokuz (9) ay Emirlik Yaptı) Peygamberin Amcasının oğlu… Hz Muhammed’in kızı Fatma ile evli olup Peygamberin damadı ve amcasının oğludur.
İslâm Dini, İlk Kez, Ne Zaman ve Nerede
Ortaya Çıktı?
İslâm Dininin, erken tarih açısından, ne zaman ortaya çıktığı, hangi coğrafyada doğup hangi coğrafyadan yayıldığı konusu, halen belirsizliğini korumaktadır…. Mekke’nin yanında bulunan, Petra başta olmak üzere, birçok farklı coğrafyalara işaret eden görüşler ve savlar, ileri sürülmektedir; ancak Hicaz Bölgesi dışında: Petra, Küfe, Hire (Güney Irak) bölgeleri daha akla yatkın olarak öne çıkmaktadır.
Şiî İslâm ve Sunnî İslâm Toplulukları
arasındaki farklılaşmanın asıl sebebi: Hz. Muhammed’in gerçek varisi, vasisi ve
Emirinin kim olduğu konusundaki Görüş Farklılığından, ileri gelmektedir…
Hz. Ali,
kırgınlığını belli etmiş ve bir köşeye çekilerek sakin kalmıştır… Bu sakinlik
içerisinde, hayatını sürdürürken, hem Hz. Ali’nin kendisinin hem de amcası
Hz. Muhammed Peygamberin birbirleri ile akraba olan üç Emir:
Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman dönemlerinde birlikte yaşamışlardır.
Hz. Ali, savaş olaylarını,
çıkan tatsız hadiseleri görmüş ve aynı zamanda kendisi de bu vakaları bizzat
yaşamış bir İslâm büyüğüdür. O günün Emiri Hz. Osman, İslâm Peygamberi Hz.
Muhammed'in amcasının kızı Erva bint Küreyz ‘in oğluydu!)
Hz. Osman, kısa bir süre sonra Hz. Peygamber’in kızı Rukıyye
ile evlendi. Rukiye’nin ölmesi üzerine, Hz. Osman, Peygamber’in
diğer kızı, Ümmü Külsûm ile evlendi.) Hz. Osman, Hz.
Peygamber’in iki kızıyla evlenmiş olması sebebiyle çifte damadıydı… Hz.
Osman döneminde vuku bulan olaylara,
yapılan haksızlıklara ve yönetim kadrosunda bulunan ve çoğu Hz. Osman’ın
atadığı ve bizzat akrabası olan Valiler, üst düzey bürokratlar ve komutanlar
tarafından yönetiliyordu. Bu tayinler neticesinde, devletin bütün idarî kademeleri,
bazılarının da liyakatleri tartışılan Ümeyyeoğullarının eline geçmiş
oluyordu… Peygamberin en genç eşi Hz. Ayşe (Ebubekir’in kızı) ve aynı
zamanda Hz. Ali; Hz. Osman’ı, bu uygunsuz atamalar ve uygulamalardaki yanlışlar
sebebiyle uyarmışlardı; fakat Hz. Osman, Hz. Ayşe’ye şehirden ayrılmamasını
söylemiş, Hz. Ayşe ise şehirde, bir isyan başlattıktan sonra Hacca
gitmek üzere, şehri terk ederek, Medine’den ayrılmıştı…
Hz. Ali ve diğer ileri gelen Sahâbîler de Hz. Osman’ı bu
uygulamaları sebebiyle eleştirmişlerdi. Emir Hz. Osman ise bütün bu uyarılara
rağmen, atadığı yöneticilere karşı beklenen tedbiri almamış ve gereken sertliği
göstermemişti. Üstelik atadıklarının merkeze toplayarak onlarla konuşmuş; fakat
onlara uyarı yerine, önemli mal bağışlarında bulunması, hediyeler vermesi
sebebiyle, halkın şikâyetlerini daha da artırmış, isyanların çıkmasına zemin
hazırlamıştır.
(https://İslâmansiklopedisi.org.tr/Hz.Osman)
Hz. Muhammed’in Defin
İşlemleri:
İslâm
Tarihi kaynaklarına göre, Hz. Muhammed’in (MS. 8 Haziran 632, Medine, Suudî
Arabistan) ölümü üzerine, başta Hz. Ali bin Ebu
Talip, Peygamberin amcası Abbas bin Abdulmuttalip, Hz. Abbas, Fadl bin Abbas, Kusem bin Abbas, Üsâme
bin Zeyd ve Peygamberimiz (s.a.v.)'in azadlısı Şükrân ve ‘Hz. Ali’
olmak üzere) ve sonradan da Ensar’ı temsil etmek üzere “Evs bin Havlî” içeri alınarak ve Ehl-i Beyt’in önde gelenleri,
Peygamberin kefenlenmesi ve defin işleriyle meşgul olmuşlardır…
(Kaynak:
Hz. 13 Bkz. Kuleynî; Usûlu’l-Kâfî, Menşûrâtu’l-Fecr, 1. Baskı,
Beyrut-1428/2007, C.1, S.117 vd.; Kummî, Tefsiru’l-Kummî; Dâru’l-Kitab, 3.
Baskı, Kum/İran- 1404/1984, c.1, s.174. 14 El-Kummî; a.g.e, c.1, s.170. 15
El-Kummî; a.g.e, c.1, s.174 57 Âdem VARICI)
1.Hz. Ebukir’in Halife Seçilmesi; “İktidarı (632-634) İki (2) Yıl”
Ebu Bekir (Doğ. 573
Kesin Olmayan Tarih, Ölüm ise H. 632- 634’dır.):
Peygamber efendimizin
(s.a.v) vefatından hemen sonra Hz. Ali (as) henüz Peygamber Efendimizin (saa) mubarek
bedeninin guslü ve kefenlenmesiyle meşgulken, bir grup Müslüman Sakife-i
Beni Saide (Beni Saide Gölgeliği)’inde toplanıp, Emir seçmeye
koyuldular.
Muhacir (Mekkeli) ve Ensar (Medineli) arasında şiddetli
tartışmadan sonra, Emir Seçimi gerçekleşti. Hz. Ebubekir, Emir olarak
tayin edildi. Hz.
Ebû Bekir Kureyş'in alt kolu konumunda olan Benî
Teym Kabilesi’ne mensuptur. Beni Teym Kabilesi’nin soyu Mürre b.
Kâ‘b’da Hz. Peygamber’in nesebiyle birleşir. “Benî Teym” az sayıda
mensubu bulunan küçük bir Kabiledir.
Ebubekir: Hz. Muhammed'in
hem damadı (Hz. Muhammed, Ebubekir’in kızı dokuz (9) yaşındaki Ayşe
ile evliydi.) hem Hz. Muhammed’in kayınpederi (Ebubekir’
de Hz. Muhammed’in kızı Hafza ile evliydi) ve bu sebeple Ebubekir,
60 ıncı yaşında olması bakımından en kıdemli Sahabesi ve Hz. Muhammed’in
en güvenilir danışmanı idi.
Hz. Muhammed'
öldüğünde: Hz Ebubekir: 60; Hz. Osman: 56; Hz Ömer: 50; Hz. Ali: 32
yaşındadırlar…
Hz.Muhammed'in ölümünün
ardından, Ebubekir, İlk Müslüman Emir olarak, MS 632'den 634'e kadar iki
(2) yıl Müslümanların Emirliği yönetti.
Emir olarak Ebu
Bekir, daha önce Hz. Muhammed tarafından yürütülen siyasî ve idar
işlevleri sürdürdü. Sunnî Müslüman nesiller arasında Sıddık, "Doğru"
unvanıyla bilindi… Yakın zamanda Müslüman olan Müslümanların, dağılmasını
engelledi. Cemaati bir arada tuttu ve Dar Al İslâm'ı, Kızıldeniz'e kadar
genişletti. Ridde'yi kontrol altına alarak
bölgedeki İslâmî hâkimiyeti pekiştirdi…
Beni Saide Gölgeliği’nde Emirlik tartışmaları yapılırken Hz. Ömer:
"Ey Ensar (Medineliler)! Resullullah'ın,
Ebu Bekir'e Namaz kıldırmasını emrettiğini bilmiyor musunuz?.."; "Ebu
Bekir'in önüne geçmeye, hanginizin gönlü razı olur?.." deyince, Ensar
(Medineliler): "Ebu Bekir'in önüne geçmekten Allah'a
sığınırız…" diye cevap verdiler.
Hz. Ömer: “Hz. Ebu Bekir'in, Muhacirlerin (Mekkeliler)
en faziletlisi olduğunu, Hicret sırasında, Hz. Peygamber'in
yanında bulunduğunu…” tekraren vurgular ve Hz. Ebubekir'e hitap ederek: "Uzat
elini sana biat edelim!" diyerek, tartışmaları bitirdi. Böylece, Hz.
Ömer, Emir Hz. Ebubekir’e biat eden ilk kişi oldu…
Hz. Ömer'den sonra, Hz. Ebubekir'e ilk biat eden kişi, Sa'd
bin Ubade'nin amcazadesi Beşir bin Sa'd oldu.
O sıralarda, Ensar'dan (Medineli) Hubab bin
Münzir, Hz. Ebubekir'in Emirliğine itiraz edenlerden oldu… Hubab
bin Münzir’ın hali hazırda Emir seçilmiş Hz. Ali’nin
karşısında Hz. Ebuker’i, Emir olarak seçiyor olmalarına karşı çıkmış
olmanın çabaları, sonuçsuz kaldı.
O an, orada bulunanlardan, Sa'd bin Ubade de bu
duruma içten içe itiraz ettiğinden kendisi ve Hubab bin Münzir hariç,
toplantıdaki Ensar'ın tamamı, Hz. Ebubekir'e biat etti. Biat
etmeyen Sa'd bin Ubade, Hz. Ömer'e hitaben:
"Yerimden kalkacak gücüm olsaydı, Medine'nin
etrafında ve sokaklarda, aslan gibi kükrediğimi görürdün. O zaman sen ve
arkadaşların korkarak, bir yere sığınmak zorunda kalırdınız!.." dedikten sonra
mücadele etmeye devam edeceğini söyleyerek, evine çekildi ve Hz. Ebü Bekir'e
biat etmeyeceğini açıkladı (?)…
Hz. Ömer'in, Sa'd bin Ubade'yi biata zorlama
teşebbüsüne, Sa'd bin Ubade'nin amcazadesi Beşir bin Sa'd karşı
çıkarak: “Çözümünün zamana bırakılması!..” tavsiyesinde bulundu…
Hz. Peygamber'in cenazesi, Emir
seçiminin Pazartesi günü akşam saatlerinde sonlanmasından sonra, Salı günü
sabahı Hz. Muhammed’in bedeni yıkandı. Kimin yıkayacağı ile ilgili
konuşmalar yapılırken, Emir olarak seçilmiş bulunan Hz. Ebubekir: "Hz.Muhammed’in
temiz vücudunu yıkamak, Ehl-i Beyt’in hakkıdır!.." dedi!..
Geçmiş asırlar boyunca.
Müslümanların en fazla tartıştıkları konu “İlk Emir” seçimidir… Dikkate
şayan bir durum vardır ki bu ilk Emirnin belirlenmesi tarihinde, o
günlerde yaşanmış hadiseleri, daha iyi tahlil edebilmek için:
Hz. Muhammed, (atmış üç “63” yaşlarında, “Medine, Hicaz, Suudi Arabistan” günümüzde (İslâm Devleti,) vefat ettiğinde:
Hz. Ebubekir 60,
Hz. Osman 56,
Hz. Ömer 50,
Hz. Ali 32 yaşındadır.
Peygamber ve Dört Halifenin
Akrabalık Dereceleri:
Hz. Ebubekir (Peygamberin
Damadı, Peygamber de Ebubekir’in Damadı), Aynı amanda birbirlerinin
kayınbabası durumundaydılar.
Hz. Ömer (Peygamber Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin
Damadı),
Hz. Osman (Peygamberin Damadı, Peygamber’in
Putperes Hint ‘in oğullarının boşadığı iki kızı ile aralıklı, birinin ölümü
üzerine diğeri ile de evlenmiş, Peygamber’in Amcasının Kızının Oğlu)
Hz. Ali (Peygamberin Damadı ve Amcasının
oğlu, Ömer’in Kayınbabası)
Bu ünlü ve mübarek şahsiyetlerin o
günkü halk içinde; sosyal durumu, toplumsal konumu ve ayrı ayrı, topluluklar
üzerindeki etkileri, ilerlemiş yaşları, yılların deney, tecrübe ve bilgi
birikimlerini de göz önüne alarak düşünmek, doğru ve tarafsız bir kararda yarar
vardır…
Kaynak:
(https://www.indyturk.com/node/241606/t%C3%BCrkiyeden-sesler/İslâm-ve-devlet-2-d%C3%B6rt-Emir-d%C3%B6nemi)
Hz. Ebubekir döneminde, Hz.
Ali'ye yönetimde de hiçbir görev verilmemiş, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer
ve Hz. Osman döneminde yirmi dört yıl (24) yıl boyunca, ordu ile
birlikte fetihlere çağırılmamış ve götürülmemiş olduğu, çeşitli değişik
kaynaklarda nakledilmektedir…
Kaynak:(https://www.indyturk.com/node/241606/t%C3%BCrkiyeden-sesler/İslâm-ve-devlet-2-d%C3%B6rt-Emir-d%C3%B6nemi)
Açıklama
ve Yorum:
“Diyelim
ki ortada Hz. Muhammed’in. Hz. Ali için, “Gadir i Hum” gibi bir
vasiyeti var! Bu olayda on binlerce kişinin huzurunda Hac Dönüşü Gadir i Hum
denilen yerde vuku buldu. Bunu da herkes biliyor… Hz. Ebu Bekir’in Emir
seçilmesi üzerine, ümitleri tükenen ve siyasî olarak Muhacirler
karşısında, yenilmiş durumuna düşen Ensar’ın (Medineliler):
“Mademki
bizim adayımız kabul görmedi, en azından, Allah ve Resûlü’nün tayin ettiği Hz.
Ali’ye, biat edelim. Onunla birlikte olalım!..” demeleri gerekmez mi?..
Dememmişler?..
Özellikle
de Hz. Ali (r.a), Ensar tarafından sevildiği bilinen bir kimse
olmasına rağmen ve Emir seçimi işi, Medineliler (Ensar) ve Mekkelilerin
(Muhacir) azınlıkta olduğu, siyasî bir ortamda, cereyan ediyor. Mekkelilerin
(Muhacir) etkinliklerinin olmadığı bir yerde, Medine’de gerçekleşiyor…
Mademki Alevî Topluluğunun (Şia), iddia ettiği gibi Emirlik hakkının, Hz.
Ali’nin elinden alınması konusunda, Muhacirler (özellikle de Emevî
taraftarları) ile “Beni Hâşim Kabilesi arasında yaşanan, Kabile rekabeti rol
oynamışsa…” Böyle bir konuyla uzaktan yakından alakası olmayan Ensar’ın,
kolaylıkla bu haksızlığa itiraz etmesi ve dinde böyle bir bid’atın ayrılığın
çıkmasına engel olması ve Hz. Ali’nin tarafında yer alıp, Hz. Muhammed
ve Allah’ın emrini yerine getirmesi gerekmez miydi?..”
Olmamış!
Niçin
olmamış?..
Her
iki taraf da Müslümanlıktan mı çıktılar?
Sapkınlığa mı düştüler ki Hz. Muhammed’in (Âlemlerin Peygamberi, Allah’ın Elçisinin) emrini uygulamıyorlar?..
İşaret
edilmiş bir aday varken, Emir seçmeğe kalkıyorlar?
Hz.
Ebu Bekir’in
Emir seçilmesine itiraz eden, iki kişi: Hubab bin Münzir, Sa'd bin Ubade ile sınırlı kalıyor…
“Niçin?” sorusunu sormak her Müminin görevi değil midir?..
https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1789158
Bütün bu bilgi ve belgelerden de anlaşılmaktadır ki Hz. Muhammed’in cenazesi henüz ortada ve defin işlemleri devam ederken, “Benî Sâide Gölgeliğindeki” toplantıda, kılıçların çekilip yumrukların konuştuğu bir ortamda, Muaviye ve taraftarları toplanarak, 60 yaşında buluna Peygamberin damadı ve Kayınbabası, Hz. Ebubekir’i, Peygamberin yerine Emir seçiyorlar.
Bu acele niçin?
Neyi, kimden kaçırıyoruz diye sormak da
gerekir?..
Hz Ebubekir’in (Ebû Bekir Abdullah bin Kuhafe Osman bin Âmir el-Kureyşî et-Teymî) ilk Emir Seçilmesindeki Tartışmalar:
Hz. Peygamber’in defin işlemleri devam
ederken: “Beni Sâide Gölgeliğinde” yapılan
toplantıda, Medineli Topluluk: Ensar’dan, Hazrec Kabilesi Lideri
Sa’d b Ubâde’yi aday gösteriyorlar. Kendilerinin İslâm dinine daha çok
hizmet yaptıklarını ileri süren bu Kabile, Emir’in de kendilerinden
olması gerektiğini savunuyorlar.
Emirlik için kendi
aralarından birini aday göstermemiş olan Evs Kabilesi ki, bunlar da Ensar
(Medineliler) lehine taraf oluyor ve Muhacirlerle (Mekkeliler) bu
hususta tartışıyorlar. Hatta birbirlerine kılıç çeken bu taraftarlar arasında,
önemsiz vuruşmalar yaşanıyor… Buna rağmen, Evs Kabilesi dahi,
Muhacirlerle yaptıkları bu tartışmalarda, Hz. Ali’yle ilgili olarak var
olduğu ileri sürülen, ilâhî ve nebevi bir emrin “Gadir i Hum Olayı”
varlığı üzerinde hiçbir şekilde durmuyorlar, bundan bahsetmiyorlar!..
Niçin?
Hafızalarını mı kaybettiler?
Hacdan döneli henüz üç ay
gibi bir zaman geçmiştir, hafızalar taptaze ve dipdiri olmalıdır…
Hz. Muhammed’in
ölümü ile “Gadir i Hum” hadisesi arasından, üç ay gibi çok kısa bir süre
geçmiş ve henüz bu olay soğumadan, “Beni Sâide Gölgeliğinde” yapılan
toplantıda, Emirlik tartışılırken ne Ensar’ın ne de Muhacirlerin, “Gadir i Hum Olayı”nı anmıyor, hatırlatmıyor, ve
bu konuyu hiçbir şekilde gündeme getirmiyor olmaları, çok şaşırtıcı değil
midir?
Bir başka grup Mekkeli Göçmen
Muhacirler de (Özellikle Emevî Taraftarları) “İlk İman Eden Müslüman
Olduklarını, İleri Sürerek”, Emirliğin kendilerinin hakkı olduğunu söylemekteydiler…
Diğer taraftan da Muhacirler (Mekke)
ile Ensar’ın (Medine) önde gelenleri, “Mescid-i
Nebevî’ de Hz. Ebu Bekir’in etrafında toplanmışlardı… Bu sırada,
“Mescid-i Nebevî’ ye bir adam gelerek heyecanla:
‘Ensar’dan (Medineliler)
bir grubun, Sa’d b. Ubâde başkanlığında, “Benî Sâide Gölgeliğinde”
toplandıklarını ve Hz. Peygamberin yerine geçecek, Emirin kim
olacağı konusunda, tartışmalar yaptıklarını’ haber verdi. Bunun üzerine Hz.
Ebu Bekir, Hz. Ömer ve beraberindekiler de Benî Sâide Gölgeliğine
gittiler…
Orada yapılan istişareler sonucunda, Ashâb-ı
Kirâm’ın çoğunluğunun Hz. Ebu Bekir’e biat ederek, Hz. Ebubekir’i,
Emir seçmiş oldukları anlaşıldı…
Hz. Ebubekir, somut bir
öneride bulunarak ya Hz. Ömer'e ya da Hz. Ubeyde'ye biat edilmesini
teklif edince, tartışmalar Hazrec lideri Sa'd bin Ubade'den, Mekkeli
Muhacirlerden kimin Emir olması gerektiği noktasına kaydı…
“Gerçi, Hz. Abbas
ve Hz. Ali, akrabalık cihetiyle herkesten ziyade, Resûl-i Ekrem
Efendimize yakın idiler; fakat, Nebiy-yi Muhterem Efendimiz, yâr-ı
gârı olan Hz. Ebû Bekir'i Ashabının hepsinden üstün tutardı. Vefatına
netice veren hastalığında da bunu göstermişti. Mescid-i Şerife açılan
kapıların hepsini kapattırdığı halde, Hz. Ebû Bekir'inkini açık
bıraktırmıştı.
Ebediyet âlemine göç etmesine, üç gün kala, imamlık
vazifesini yine ona devretmiş, İslâm’ın temel şartlarının en mühimi olan Namazda
Ebubekir’i bütün Müslümanların önüne geçirmişti…”
https://sorularlaİslâmiyet.com/kaynak/hz-resulullahin-vefatindan-sonrasi-ve-defin
1. Kuteylâ bint Abdüluzza olup bu karısından Esma adlı bir (1) kız
çocuğu olmuş ve Ebû Bekir'in birinci eşi olan Kuteyla İslâm'ı kabul
etmemiştir. Ebû Bekir, onunla, İslâm'dan önce evlenmiş olduğu için sonraki
zamanda Kuteylâ’yı boşanmıştır…
2.Ümmü Rûman bint Âmir b. Uveymir b. Abdişems el-Kinâniyye adlı bir kadından Aişe ve Abdurrahman adlı biri (1) kız, biri (1) oğlan olmak üzere iki (2) çocuğu olmuştur. Rûman, Mekke’ye sonradan gelip yerleşen bir
ailenin kızıdır. Asıl adı Zeynep’tir.
3.Cüneybe binti Harice
4.Habibe Fahita binti Haris
5. Esmâ bint
Umeys bin Ma‘bed
(Ma‘d) el-Has‘amiyye olup, bu
hanımından Muhammed bin Ebû Bekir adlı bir (1) oğlu olmuştur.
6. Ümmü Habîbe
Remle bint Ebî Süfyân Sahr b. Harb el-Ümeviyye (Banu el-Haris bin al-Hazrac Kabilesindendir.) adlı olup Ümmü Külsum
bint Ebû Bekir adlı bir (1) kızı olmuştur.
Kaynaklar:
https://www.biyografi.info/kisi/hz-ebu-bekir
https://tr.wikipedia.org/wiki/Eb%C3%BB_Bekir
Arap Kültüründe Evlilikler:
Arap Kültüründe
Evlilikler, Kabile ihtiyaçlarına göre planlanır, Kabile içinde ve diğer
Kabileler arasında, ittifaklar oluşturma amacıyla yapılırdı.
Watt'a Göre:
Hz.Muhammed'in bütün
evlilikleri; arkadaşlık ilişkilerini güçlendirme, politikasına hizmet ediyordu
ve Arap gelenekleri üzerine kurulmuştu.
Hz. Muhammed'in bazı
evliliklerinin, dul kadınlara yeni bir yaşam şansı vermeyi amaçladığını ifade
eder.
Hz. Muhammed'in
evlilikleri hakkında, genellemeler yapmak zordur; onlardan bazıları politik,
bazıları acıma, bazıları savaşta eşi ölen hanımların sokakta ve yaşam olarak
zorluk çekmemeleri ile alakalıydı.
Hz. Muhammed'in
eğitim-öğretim, sosyal, dini, teşrii (şeriat ya da yasa koyma) ve siyasî
sebeplerle evlilikler yaptığını ifade eder.
Evliliklerinin mal,
statü, cinsel arzular gibi çeşitli amaçları bulunmaktaydı.
Hz. Muhammed'in evlendiği yirmi üç (23) kadının listesini vermiştir. Evlilik olarak kaydedilen kadınların arasında “Cariye” ve “Savaş Esirleri” nden “Hediye Edilen” İsimler de bulunmaktadır. Bunlar evlilik olarak kaydedilse bile, Arap Kültüründe Cariyelerin Statüsü ayrıdır:
Savaş Esiri Kadınlar, Cariye Olan Kadınlar ve Köle Kadınlarla, cinsel beraberlik içinnikâh yapılmaz!.. Bunlardan doğan evlatlar da naiplik, miras, makam ve mevkilerden hak iddia edemezler, baba mirasına sahip çıkamazlar (?!..)
Türkler, Müslümanlaştırıldıktan alfabeleri değiştirilmiş, dilleri unutturulmaya çalışılmış, kütüphaneleri yakılmış, geçmişlleri ile bağları tamamen koparılmak istenmiştir!.. Türklerin kendi gelenek ve görenekleri unutturulmaya zorlanarak, Türk Kültürü değil, İslâm Kültürü adı altında Emevî Arapların Pağan Dönemi alışkınlıkları âdet ve gelenekleri "Din" diye dayatılıp, benimsetilmege zorlanmıştır.
Çok eşli evliliklerden doğan çocuklar, Savaş Esiri Kadınlar, Cariye Olan Kadınlar ve Köle Kadınlarla, cinsel beraberlik için nikâh yapılmaz!.Türk de bu geçkmişten gelene bir gelenek olmadığı halde, Müslümanlıktan sonraki uygulamalarda. Osmanlı Şehzadeleri ve padişahları da bu adeti harem ve evlerinde bulundukları yerlerde aynen uylaya gelmişlerdir.
Adil, hak ve adalet ile hükmettiğini
söyleyen, eşit yaratılışa sahip hiçbir dinde, hele hele İslâm Dininde: İnsanların,
böyle bulanık, böylesine bozuk, kokuşmuş sapık, ayrıştırıcı, bölen ve
ötekileştiren bir anlayışa sahip olunduğu ne duyulmuş ne de görülmüştür! Yoktur!
Bu söylemler, olsa olsa: “Arap Pagan
Dönemi Kültürüdür” İslâm ile ve Allah’ın Kitabı Kuran’ın anlattıkları ile
hiçbir ilgisi yoktur!..” demek daha doğru olur!.. Kaldı ki İslâm’ın dini ve
İslâm’ın Kültürü en son din ve en mükemmel kültür olması gerekir. Bu ahlâka
aykırı, insan hak ve özgürlüklerine, taban tabana zıt, insanın eşitlik ilkesine
aykırı, insan saygınlığına gölge düşüren uygulamaları insanın v e insanlığın
kabul etmesi mümkün değildir!..
Arapların, bu adet veya geleneğinin İslâm
Kültüründe bulunması akıl, mantık ve ilim ile bağdaşmaz!..
Müslümanlık gibi bütün bir âleme gelmiş ve bütün insanlığa hitabeden bir dinde,
böyle bir anlayış; bölücü, ayrıştırıcı kural, kaide olmaz, olamaz!..
Kadın erkek eşitliği, hak, hukuk, adalet
ilkeleri ve insan onuru ile bağdaşmayan bu kaide ve kuralların, İslâm’da da
yeri yoktur!.. Bu ayıran ve ötekileştiren söylem, kural, kaide ve uygulamaların
en son ve en mükemmel din olduğu iddia edilen Müslümanlık ile bağdaşması mümkün
değildir!..
Bu ilkellik, çağ dışı uygulama, gelenek ve
kültür; olsa olsa, Arapların eski “Pagan Dönemi, balballara, putlara
tapılan devrin, terk edilememiş alışkanlıkları ve süregelen gelenekleri ve Arap
Emevî sapkınlığı” olabilir!.. Bununla birlikte günümüzde hâlâ ülkemizin
geri kalmış doğu ve güneydoğu bölgelerinde ve yurt dışından göçmen olarak gelen
Afgan, Suriyeli göçmenlerden (muhacir) görüyor ve öğreniyoruz ki:
Araplarda, Afganistan’da çok eşlilik devam
etmektedir. Çocuk yaşta kızlar, yaş sınırı olmaksızın yaşlı erkekler ve genç
erkeklerle evlendirilebilmektedir. Kadına hâlâ bir eşya gözü ile bakılmakta, “kadın
bir başkasına hediye edilebilmekte, para karşılığı” çarşıda pazarda alınıp
satılmaktadır.
(https://abdullahcagrielgun5.blogspot.com/2016/01/basinda-cikan-yazilar-ve-basari.html)
HZ. MUHAMMED’İN EVLENİP BERABER YAŞADIĞI
EŞLERİ:
Eşleri Evlenme
Tarihleri
1. Hatice bint Hüveylid 595–619
2. Sevde bint Zem'a 619–632
3. Aişe bint Ebû Bekir 623–632
4. Hafsa bint Ömer 625–632
5. Zeyneb bint Huzeyme 625–626
6. Ümmü Seleme (Hine) 625–632
7. Haris kızı Cuveyriye 628-632
8. Zeyd kızı Reyhane 627-631
9. Zeynep Binti Cahş 627–632
10.Cüveyriye bint Haris 628–632
11. Ebu Süfyan kızı “Ümmü Habibeh” (Remle) 628–632
12. Safiyye bint Huyey 629–632
13. Meymûne bint Haris 629–632
14. Reyhâne bint Zeyd 627–631
15. Sem’un bint Mâriye el-Kıbtiyye 628–632
1. Dahhak kızı Fadime
2. Zabyan kızı Hz. Aliye
3. Kab kızı Mileyke
1. Numan kızı Esma
2. Kays kızı Kuiteyle
3. Esma veya Seba (Sena) Binti Salt
4. Necdet kızı Selma
5. Huzeyl kızı Havle
6. Seraf binti Emir
7. Yezit kızı Amre El-Gifariye
8. Yezit kızı Hind El-Kitabıye
9. Davud kızı Mileyke
10. Rufaa kızı Nesatlsat
11. Kab kızı Esma
12. Haris kızı (Saire) Kuteyle
13. Amr kzı Senba/Seyba/Sabiye
14. Cündüp bin Dimre Cind-i’nin kızı
15. Serahil kızı İmeyme (Binti Cevn)
16. Muaviye kızı Amre
17. Süfyan kızı Seba (Sena)
18.Ümmül Haram
19. Hâkim kızı Leylâ
1. Haris kızı Meymune
2. Huzeyme kızı Zeynep
3. Ümmü Serik
4. Hâkim kızı Havle
1. Nefise
2. Cemile
1. Amir kızı Dubaa
2. Nuame Bel’anberi
3. Sehl kızı Habibe Ensariye
4. Cemre Binti Haris Bin Avf Bin Kab bin
Zabyan
5. Sevde Kireşiye
6. Besame kızı Safiye
7. Ebu Talib’in kızı Ümmü Hani (Fagite)
8. İsmi…
Hz. Muhammed'in Hayatı: Geleneksel
olarak Hicret Öncesi (Mekke, 570-622) ve Hicret Sonrası
(Medine, 622-632) olmak üzere ikiye ayrılır.
Hz. Muhammed’in
evliliklerinden ikisi hariç, diğerlerinin tamamı, Hicret sonrası dönemde gerçekleştirmiştir.
Medine döneminde Hz. Muhammed'in her bir eşi için Mescid-i Nebevî'nin duvarlarına bitişik, odalar yapılmıştır. Hz.
Muhammed öldüğü zaman, geride dokuz adet dul eş bırakmış ve bu kadınlar: “Müminlerin
Anneleri” sayıldığı için ömürleri boyunca, diğer erkeklerle
evlenmemişlerdir…
https://blog.milliyet.com.tr/hzHz.Muhammed-ile-ebubekir--omer--Hz.Osman
--Hz. Ali--muaviye-arasinda-evlilikten-dogan-akrabalik-iliskileri/Blog/?BlogNo=555636
Tam İsmi: (Ebû Hafs Ömer b. El- Hattap b. Nüfeyl b.Abdîluzza el Kureyşî el
Adevî) (644 Yılından 656’ya Kadar On İki (12) Yıllık Emirlik Yönetimi:
Hz. Muhammed'in önde gelen
yol arkadaşı ve danışmanıydı. Ömer’in Kızı Hafsa binti, Ömer, Hz. Muhammed
Peygamber ile evliydi; böylece o da Hz. Muhammed'in kayınbabası, Hz.
Ali’nin damadı olmuştu.
Emir
Ebubekir, Emirliğinin ikinci yılının sonunda,
hastalandı. Ebubekir’in, Emirliğe gelmesindeki gayret ve fedakârlığı
sebebiyle, kendinden sonra. Hz. Ömer’i Emir ilan etmek istediğini duyurdu. Bunun
için Emir Ebubekir, Ashaptan (Arkadaşları, halk, Hz. Ali,
Peygamberin sohbetinde bulunmuş olanlar), bazılarını yanına çağırdı. Ömer’in Emirliğinin kabulü konusunda,
hepsini ikna etti… Böylece, Hz. Ömer’i onların huzurunda, Emirliğe
tayin etti. Ebubekir’in vefatından sonra Hz. Ömer, Hilâfet
makamına geçerek oturdu. Ömer Emirliğe geçtiğinde elli iki (52) yaşındaydı. Hz.
Ömer Camiye giderek, kendi Emirliğini halka duyurup biatlarını
sağladı.
İyi bir putperest olan babası, orta
sınıf bir tüccar olup kendi Kabilesinde, zekâsıyla meşhur biri olarak ün
salmıştı. Ömer b. Abdülaziz. M.679-682 tarihinde Medine'de, bazı
kaynaklara göre de Mısır'da doğdu…
https://dergipark.org.tr/tr/download/issue-full-file/2751
https://tr.wikipedia.org/wiki/Emev%C3%AE_Emirler_listesi
Ömer, Mekke'de Benî Adi Kabilesinde, 583 veya 584 yılında dünyaya geldi. Ömer'in mensup bulunduğu bu kol, Kureyş Kabilesinin ana kollarından biridir. Hz. Ömer’in Hilâfeti on (10) yıl devam etti. Bu arada Müslümanlar, İran ve Rumlar ile savaş halindeydi.
Ömer ibni Hattab, Hz.Muhammed’in kızı Hafsa
Binti Muhammed ile evliydi. Hz. Muhammed ise Ömer’in
kızı Hafsa’nın ile evlilerdi… Her
ikisi de birbirlerinin hem Kayınbabası hem de Damatlarıydılar…
Ömer ibni
Hattab (r.
634–644), (D. 586–590 - Ö. 644 Zilhicce 26, 23 Hicri):
Ebubekir'in ölümünden sonra Ömer ibni Hattab, Müslümanların ikinci Emiri
oldu ve Emirliği on (10) yıl hüküm sürdü. 23 Ağustos 634'te ikinci Emir
olarak Ebu Bekir'in yerine geçmiş ve İslâm'da önemli bir rol oynamıştır. Ömer
döneminde İslâm imparatorluğu eşi görülmemiş bir oranda genişledi… Bütün Sasani Pers İmparatorluğunu ve Doğu Roma İmparatorluğunun üçte ikisinden fazlasına hâkim oldu.
Yasama yetenekleri, hızla genişleyen bir imparatorluk üzerindeki sıkı siyasî ve idarî kontrolü ve Sasanî Pers İmparatorluğuna karşı, zekice koordine edilmiş, çok yönlü saldırılar, iki yıldan daha kısa bir sürede, Pers İmparatorluğunun fethi ile sonuçlandı. Bu, onun büyük bir siyasî ve askerî lider olarak ününü işaret ediyordu. Fetihleri arasında Kudüs, Şam ve Mısır vardır. 644 yılında, Ebu Lulu'a Firuz adlı bir Pers Esiri, tarafından öldürüldü…
Hz.
Ömer Eşleri
1) Mekke’de, Hz.
Ömer (ra) İslâm Öncesi Döneminde: Kureyş’in
Cumahoğulları’ndan, Osman b. Mazun’un kız kardeşi Zeynep binti
Mazun ile evlenmişti. Bu hanımdan üç (3) çocuğu oldu: Abdullah,
Hafsa ve Abdurrahman. Abdullah b. Ömer meşhur Sahabe
âlimlerindendir.
Hz. Hafsa ise ilk kocasının Bedir Savaşı’nda
yaralanıp ölmesi üzerine, Medine’de Hz. Muhammed Peygamberimiz (asm) ile
evlenmişti.
2) Mekke’de, İslâm Öncesi Dönemde: Huzaa
Kabilesinden Cervel Kızı Müleyke (Melike, Ümmü Gülsüm) ile
de evlenmişti. Melike’den Übeydullah adlı bir (1) bir oğlu oldu. Hz.
Ömer (ra) hicret edince bu hanım Mekke’de kaldı.
Hz. Ömer, Hicretin altıncı
yılına, Mümtehine suresinin onuncu ayetinin inmesine kadar onunla evli kaldı.)
Hanımı Mekke’de, o Medine’de olmasına rağmen, evlilik altı yıl devam etmişti.
Mümtehine suresinin onuncu ayeti, Müslüman erkeklerin müşrik kadınlarla
evlenemeyeceği hükme bağlanınca: Hz. Ömer bu Müşrik hanımını
boşadı ve ondan ayrıldı. Boşandıktan sonra bu hanımla, Mekke’de Muaviye b. Ebi
Süfyan evlenmişti.
3) Mekke’de,
yaşayan dayısı, Mahzumoğullarından, Hars b. Hişam’ın kızı
Ümmü Hâkim’den de Fatıma adında bir (1) kızı olmuştu.
4) Mekke’de, İslâm Öncesi
Dönemde: Mahzumoğullarından Ebu Ümeyye’nin kızı Kureybe
ile de evlenmişti. Hicret ile bu müşrik hanımı da Mekke’de kaldı
ve Hz. Ömer (ra) bunu da boşadı…
5) Medine’de, Hicretin yedinci
yılında, kırk beş yaşındayken, Ensar’dan Asım b. Sabit’in genç kız kardeşi Asiye
ile evlendi ve adını Cemile olarak değiştirdi. Cemile’den de bir (1) oğlu
Asım oldu. Sonradan bu hanımı boşamıştı.
6) Hicretin 17. yılında elli yedi (57)
yaşlarında iken, bu kez Hz. Ali ’nin ve Peygamberin kızı Hz. Fatıma’dan olma
kızı, sekiz (8) yaşındaki Ümmü Gülsüm ile evlendi. Hz. Ali o daha küçük, sekiz (8)
yaşında) diye vermek istemediği kızıydı. Ümmü Gülsüm’den: Zeyd ve Rukiye adlı
bir (1) oğlu ve bir (1) kızı olmuştu. Her iki çocuk da fazla
yaşamadılar.
7) Yemenli Lüheyye Lihye ile de
evlenmişti. Bundan da: Abdurrahman el-Asğar (Küçük
Abdurrahman, “Ebu Şahme”) doğdu. Bu
kendisine hicretin 14. yılında, içki haddi vurulan oğludur.
8) Amcaoğlu Zeyd b. Amr’ın kızı Atike
ile de evlenmişti. Atike Medine’de Zübeyir b. Avam tarafından
boşanınca, Hz. Ömer (ra) onunla evlenmişti. Bu kadın, eniştesi Said b.
Zeyd’in kız kardeşi ve Hz. Ömer (ra)’in yakın akrabasıydı.
Hz. Ömer (ra) Medine
döneminde, Hz. Ebu Bekir (ra)’in kızı Ümmü Gülsüme de talip olmuş; fakat Ümmü
Gülsüm, onu sert mizaçlı bulduğu için onunla evlenmek istememişti.
Kaynaklar:
https://sorularlaİslâmiyet.com/hz-omer-ra-kimlerle-evlenmisti-onun-kac-cocugu-vardi-ve-bunlarin-anneleri-kimlerdi
Hars b. Hişam b. Muğire için Osmanı’ı
tercih etti ve Sa'd ise Ali’yi destekledi… Durum, ikiye
ikiydi!..
Hz. Ali'nin Hz. Muhammed ile bir dereceye kadar yakın
akrabalık bağlarını tek başına yapabileceğinden, Hz. Ali'ye karşı tek
güçlü karşı aday, olarak Osman seçildi.
RVC Bodley:
“Ömer'in öldürülmesinden sonra, Hz. Ali'nin, Emir Ebu Bekir ve Emir Ömer
tarafından oluşturulan siyasî ve beşerî yönetim sisteminin düzenlemelerine
göre, yönetim kurallarına uyup uymayacağı. Abdürrahman tarafından Ali’ye
sorulduğunda:
Uymayacağını ve ancak Muhammed’in Sünneti ve Allah’ın Emirlerine
uyacağını belirtmişti. Böylece uzun yıllar sonra kendisine tekraren sunulmuş
bulunan, Emirliği reddediyordu!.. Aslında Ehl i Beyt, Hz. Ali’ye teklif edilen “Emirlik”
değildi. “Emirü’l Müminin (Müminlerin Emiri) olmasını
istiyorlardı. Hz. Ali ise kabul etmedi…
Bunun üzerine, Osman’a müracaat eden Abdurrahman'ın
sunduğu Emirlik şartlarını, Hz. Osman, tereddütsüz kabul etti…
Abdurrahman'ın kararının ardından komite, Hz. Osman 'ı
resmî olarak üçüncü Emir seçti ve Mescittekilerin ona biatını istedi.
Orada bulunanlardan Hz. Ali de Hz. Osman ’a biat etti!.. On iki yıllık
sürenin, on yıllında, Emirliğin şartlarını yerine getirmediğine, Emirlik
makamında bulunan Hz. Osman’ın kendisi de inanıyordu…
Muaviye, Arap-Bizans Savaşları sırasında
denizden Bizans saldırılarını durdurmak için, Ömer tarafından 639'da Suriye Valisi olarak
atanmıştı. Bir vebada ölen ağabeyi Yezid bin Ebu
Süfyan'ın yerine
kendisinden önceki Hz. Ali Ebu Ubeyde
Bin Cerrah ve 25.000 kişi daha geçti. Şimdi, 649'da Hz. Osman'ın
yönetimi altında, Muaviye'nin, 655'te Direkler
Savaşı'nda Bizans Donanmasını
yenerek Akdeniz'i açan Monofizit ( ilahi ve
beşeri olmak üzere iki farklı doğasının olduğunu; ancak ilahî olan doğanın,
beşerî olan doğadan daha üstün olduğu için, onu dönüştürüp absorbe etmiş olması
inancıdır. Buna göre İsa'da sadece tanrısal doğa kalmıştır ve İsa insanî
özelliklerini yitirmiştir.) Hristiyanlar, Kıptiler ve Yakubi Suriyeli Hıristiyan Denizciler ve Müslüman Birliklerinden
oluşan bir donanma kurmasına izin verildi.
Muaviye; Ümmü Habîbe
bint Ebû Süfyân’dan dolayı Hz.
Muhammed’in kayınbiraderidir.
651'de, Osman Abdullah bin Zübeyr ve Abdullah bin Saad'ı Mağrip'i yeniden ele geçirmeleri için gönderdi. Burada 120.000 ile 200.000 arasında olduğu
kaydedilen Afrika Eksarhı ve Heraklios'un akrabası olan Patrici Gregory'nin ordusuyla tanıştı. Askerler, başka bir tahmin
kaydedilmesine rağmen, Gregory'nin Ordusu 20.000 olarak
belirlendi.
Muhalif güçler, bu
savaşın adı haline gelen Sufetulada çarpıştı. El-Bidaye ven Nihaye'den
alınan kayıtlar, Abdullah'ın birliklerinin tamamen Gregory'nin ordusu
tarafından kuşatıldığını belirtiyor; ancak Abdullah bin Zübeyr, Gregory'yi
arabasında gördü ve Abdullah bin Sa'd'dan onu durdurmak için küçük bir
müfrezeye liderlik etmesini istedi. Müdahale başarılı oldu ve Gregory,
Zübeyr'ın Pusu Partisi tarafından öldürüldü.
Bizans Ordusunun morali
bozulmaya başladı ve kısa sürede bozguna uğradılar. Bazı Müslüman
kaynaklar, Kuzey Afrika'nın, Hz. Muhammed bin Cerir el-Taberi tarafından
fethinden sonra Abdullah bin Sa'd'ın, İspanya'ya devam
ettiğini iddia ediyor. İspanya ilk kez yaklaşık altmış yıl önce Hz. Osman
'ın Emirliği sırasında, işgal edilmişti. İbn Kesir gibi diğer
önde gelen Müslüman tarihçiler de aynı rivayeti aktarmışlardır. Bu seferin
açıklamasında, Abdullah bin Saad'ın generallerinden ikisi, Abdullah
bin Nafiye bin Hüseyin ve Abdullah bin Nafi' bin Abdul Kays,
bir Berberi Kuvvetinin yardımıyla İspanya'nın kıyı
bölgelerini, deniz yoluyla
işgal etmeleri emredildi.
Endülüs'ün kıyı bölgelerini fethetmeyi başardılar. Müslüman
kuvvetlerin nereye indiği, hangi direnişle karşılaştıkları ve İspanya'nın
gerçekte hangi bölgelerini fethettikleri bilinmiyor… Bununla birlikte, Müslümanların
Hz. Osman 'ın Emirliği sırasında, İspanya'nın bir kısmını
fethettikleri ve muhtemelen kıyılarında koloniler kurdukları açıktır. Bu
vesileyle, Hz. Osman 'ın işgalci kuvvete bir mektup gönderdiği
bildiriliyor:
7. yüzyılın sonlarında İspanya'daki Vizigot
Krallığına karşı Berberiler ve Müslümanlar tarafından akınlar
yapılmış olsa da Tarık'ın 711 seferinden önce İspanya'nın işgal
edildiğine veya bir kısmının Müslümanlar tarafından fethedildiğine veya
yerleştiğine dair hiçbir kanıt yoktur!..
Abdullah bin Saad, Hilafet'in Bizans
İmparatorluğuna karşı, ilk kararlı deniz savaşında, Direkler
Savaşı'nda da başarı elde etti.
Doğuda, Temimoğulları Şefi ve
daha önce, Şuşter'i fetheden kıdemli bir komutan olan Ahnef bin
Kays, Türkmenistan'daki Öküz Nehri yakınlarındaki
Sasaîlerin 29. Ve son Hükümdarı Yazdicerd III.'yü daha fazla hırpalayarak
ve daha sonra bir askeri koalisyonu ezerek bir dizi ilave askeri genişleme
başlattı. 628 yılında oğlu II. Kubâd tarafından
öldürülen II. Hüsrev'in (590–628) torunudur.
Babası Şahryar'dı ve babaannesi Bizans İmparatoru Mauricius'un kızı Miriam'dı. Ayrıca, Ali'nin torunu Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn'in annesi Şehre-Bânû'nun da babası olur.
Halife Ömer bin Hattab gönderdiği bir
mektupla III. Yezdicerd'in İslam dinini kabul etmesini istediği zaman Yezdicerd
verdiği yanıtta Sasani resmi dini olan Zerdüştlük dininin çok tanrılı bir din olmadığını ve Araplarla
karşılaştırılınca İranlıların daha uygar ve daha fazla kültürlü olduğunu
bildirmişti. (https://tr.wikipedia.org/wiki/III._Yezdicerd)
Herat Kuşatması'nda Sasani ve Ak Hun
İmparatorluğunun koalisyonunu, sonra Basra
Valisi Abdullah bin
Amir de Fars, Kerman, Sistan ve Horasan'daki
isyanların bastırılmasından Maveraünnehir ve Afganistan'da, yeni fetih
cephelerinin açılmasına kadar, bir dizi başarılı kampanyaya öncülük etti.
“Bir zamanlar
doğru ile yanlışı, helâl ile haramı; saygı ile saygısızlığı; terbiye ile
terbiyesizliği; inanç ile inançsızlığı; büyük ile küçüğü ve benzerlerini
birbirlerinden ayırmak mümkün idi…Bugün gelinilen noktada ak ile karayı
birbirlerinden ayırmak pek zor gözüküyor”. Diyerek sitem etmektedir.
“İnsanlar kuzu
postuna bürünmüş birer kurt olmuşlar. Kimin kuzu kimin kurt olduğu belli
değil!..Bu iki yüzlülük o kadar sabırsız ki hemen kendini ele veriyor. Böylece
zarar azamiye inmiş oluyor.”
“….Gençler, ‘dünyamızın geleceğidir.’
Anlayışı birinci plandan çıkıp ikinci plana itilmiş durumdadır. Bunun
asıl sebebi ise insanların yalnızlaşarak bireyselleşmesidir. Sorunların yoğunluğu sürekli koşturmaca ve
hayat mücadelesine kendini vermiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bununla
birlikte umut tükenmez! Umuda koşan insanların bu çaresizlikten sıyrılarak,
içinde bulundukları problemleri aşacaklarına dair ümidim hep sağlam kalmıştır.”
Her şey insanda
başlar insanda biter. Sorumluluk duygusu, çevreye saygı, doğaya saygı ve temiz
bir ülke özlemi, her daim içimizde umut olarak güne yansımaktadır. Bunda da
Avrupa’dan geri kalmayacağımızdan emin benzer sözleri ile geleceğe dair
ümitlerini belirtmektedir.
İslâm Dininde yazılı bir Hukuk da yoktu! Ne Emevîler ne Abbasiler ne Selçuklular
ne de Osmanlılarda yazılı bir hukuk ortaya konmamış… 1500 yıl boyunca da
hiç olmamıştır!.. Eğer yazılı bir hukuk
olsaydı, Emirler manevra yapamazlardı. Hukuk kural ve kaidelerine uymak
zorunda kalırlardı. Bunu engellemek için hukuk yazdırmadılar. Bunun yerine,
kendileri “Hukuk” uydurdular buna da Şeriat dediler…
Bir suçun dinde
karşılığı yoksa, örfe bakılır, o da yoksa Sultanın sözü geçerliydi. İşte buna “Şeriat”
idi. Halk, buna öyle inandı ki bunu Kuranın hükmü, İslâmî şeriat kabul etti…
Halbuki bu uygulamanın Allah’ın Kuran’ı ve İslâmî kaideleri ile bir ilgisi
yoktu!.. Sadece kendi saltanatlarını yürütmek, makam ve mevkilerinde daha
fazla kalabilmek ve saltanatlarını sürdürmek için uydurulmuş“Hukuksuzluk” tu.
Yüz yıllar boyu değiştirilmeden hatta tek adam destpotluğunu artırarak sürdürüldüler.
Türk İmam Ebu
Hanif’ti. Bu ismi “Ebu
Hanif” (Ebu Hanife olarak lakabı takıp, kadın ismine çevrilerek aşağılandı,
Araplarda kadın en aşağılık kimseydi. Mal gibi alınıp satılır ve sadece
kullanılırdı. “Hanif” ismi, kadın ismine çevrilerek aşağılamak maksadıyla kadın
ismine çevrilip Ebu Hanife denilerek alay edildi, hakaret edildi ve
aşağılandı.)
Türkler itikatta, Maturidi idiler. Abbasilerin
döneminde İmam Aazam Ebu Hanif, Emir tarafından makama davet edildi. “Gel
burada görevini icra et; benim icraatlarımı fetvalarınla destekle, saltanatın
nimetlerinden de yararlan.” denildi. Kabul etmedi. Bunun üzerine İmam
Azam Ebu Hanif’i, üç ay hapse attırdı. Üç ay sonra tekrar sorduruldu. Yine
kabul etmedi. Bunun üzerine bu defa da hapishaneden zindana gönderildi. Daha
sonra tekrar soruldu. Teklifi kabul etmeyince zindanda aç ve susuz bırakıldı.
Sonra da değişmediği görülerek Emirin emri ile “İmam Azam Ebu Hanif” ismi
alçaltılarak hakaret edilerek “Ebu Hanife” diye kadın ismine çevrilip zindanda acılar
içinde öldürüldü… Bugün Müslümanlar Ebu Hanife diyor. Yani Ebu Hanif’i Abbasi Emiri’nin
söylediği gibi bilmeden aşağılayarak söylüyor. Cehalete bakar mısınız?..
Lâkabı Sadeddin
Oğlu Numan’dı. İtikadı “Maturidilik”ti. Maturidilik: Aklı ve Mantığı öne
çıkarıyordu. Osmanlı Türk İmparatorluğu dahi Hanifî olmasına rağmen
itikatta Maturidiliği değil, Eşariliği kullandılar. Bu
yöneticilerin çok işine geldi. Türkler Hanefî olmalarına rağmen onlar da
itikatta Eşariliği kullandılar.
Eşarilikte: Yönetici ister sarhoş ister deli ister katil ister
hırsız ne olursa olsun, hesap vermez! Eleştirilemez ve sorgulanamazdı!..
Yöneticiye kayıtsız şartsız biat, itaat şarttı. Karşı çıkmayacaksın!
Sorgulamayacaksın! Ne olursa olsun itiraz etmeyeceksin, itaat edeceksin…
“Onun bir günahı varsa, öbür dünyada cezasını Allah verir.” Denirdi.
Bu tarz yönetim, Müminlerin
Emiri, Emir, Sultan…vb. bütün yöneticilerin işine geliyordu. Böylece büyük
güç sahibi oluyorlardı… “Sen itaat et, gerisi Allah’ın işi.” denirdi.
Onun cezasını Allah öbür dünyada verir. Deniliyordu; fakat İslâm’daki dört Emir
de yatağında rahat ölmedi, birçok sebebe bağlı olarak öldürüldüler. Diğer
gelenler de ya savaş yoluyla veya yine ihanete kurban gittiler.
Emeviler,
Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılarda da durum değişmedi. “Emir”, “Halife” oldu ve “Halife
Sultan” veya yöneticilerin astığı astık, kestiği kestikti. O ne yaparsa
doğruydu ve dokunulamazdı. İsterse
halktan yüz kişiyi asar, isterse yüz kişiyi vezir yapardı. Yavuz’un Mısır’ı
fethedip Halife olmasıyla birlikte, İstanbul’a getirilen iki bin (2.000)
Arap Molla ile birlikte, bu adetler Türk Sultanlarına da bulaştı.
Onlar da bu kural ve kaideleri Allah’ın emri ve İslâmî olmamasına rağmen,
aynen ve daha fazlasına kullanıp uyguladılar.
İstanbul’da
Sultanahmet’te bulunan Adliye Sarayının önünde, sabah erken saatlerinde en az iki yüz, üç yüz
kişi toplanırdı. Avukatlar buradan birkaç kişi seçer. Onlara: Hâkim
karşısında: “Sen böyle, sen de böyle diyeceksin!” derlerdi. Bu şahitlik
karşılığında 100.Lira alırlardı. Bunu hâkim de bilirdi. Hâkim çıkışacak olursa,
hâkime: “Yalan söylüyorsa Allah onun cezasını ahirette soracaktır. Siz
dahile göre hükmetmek durumundasınız…
İslâm dahile göre hareket eder. Sen bu adamın kalbinin içine mi girdin
ki bileceksin?” Derler, dava
biterdi… İşte Osmanlıyı yıkan da bu
adaletsizlikti. Halife ne olursa olsun ne yaparsa yapsın itiraz yoktu!
İster öldürür isterse yaşatırdı.
Ulema: Siz, “Zillullah-ı fil-âlem” Yani: Allah’ın yer
yüzündeki gölgesisiniz. Yapacağınız her şeyi Allah adına yapacaksınız.
Muaviye: Teba ile durumum ne olacak?
Ulema: İstediğini yaşatırsın, istediğini öldürürsün…
Muaviye: Beytül
mahalle durumu ne olacak?
Ulema: İstediğiniz gibi kullanırsınız…
Muaviye: Hiçbir sorumluluğum yok mu?
Ulema: Yok!
Öbür dünyada
Allah’a karşı sorumlusun.
Muaviye: “Teba ile durumum ne olacak?” dedi.
Ulema: İstediğin yaşatır, istediğini öldürürsün…
İtaat
kültürü Osman döneminde geliştirildi. Bütünüyle bir itaat söz konusuydu. Hz.
Ali’nin ölümünden sonra Hz. Ali ve ailesine Camide vaazlarda hakaret
ediyorlardı. Halk bunları dinlemeden” Nasıl olsa Namazı kıldım!” Deyip çekip
gidiyordu. Muaviye ve oğlu Yezit’in ortaya koyduğu ve cebren
getirdiği kural Hutbenin en arkadan ortaya alınması, zikir ve tesbih ve benzeri
kural ve kaidelerdir Ondan önce bunların hiçbiri yoktur!.. Bunların İslâm Dini ile bir ilgisi
yoktu! Bilinçli olarak yapıldı. Burada
Hz. Ali ve efradına küfür ve hakaretler edilirdi. Halk Vaazı dinlemez çeker
giderdi. Baktılar ki halk gidiyor. Hutbeyi Cumalarda ortaya aldılar. Halka
hitap ettiler. Halk, bu hutbeyi istemeyerek de olsa dinlemek zorunda kaldı…
Baladhuri'den Futh Al-Buldan, ertesi yıl, (MS.652) Belucistan'ın Kerman’daki
isyana karşı kampanya sırasında Majaşa bin Mes'ud komutasında yeniden
fethedildiğini yazıyor.
Batı Belucistan ilk kez doğrudan,
Hilafete tabi oldu ve tarımsal haraç ödedi. Hz. Osman 'ın yönetimi
altındaki askerî seferler, Aşağı Nil'deki Nubia Krallığındaki
birkaç yer dışında genel olarak başarılıydı.
Hz. Osman 'ın Emevî Valilerine Emirliği sırasında
yüksek mevkiler vermesi yerel halkın tepkisine sebep oldu.
Bu atamalar sebebiyle eleştirildi. Adam kayırmakla
suçlandı… Emevî yetkililerinin görevden alınması taleplerine başlandı. Emirin,
ayrıca Emevî akrabalarına pahalı hediyeler verdiği ve kişisel hediyeler için
hazineyi, manipüle etmekle suçlandığı bildirildi.
Hilafet çevresinde hükûmet karşıtı gerilimin arttığına
dikkat çeken Hz. Osman'ın yönetimi, Hilâfetin kökenlerini,
kapsamını ve amaçlarını belirlemeye karar verdi.
654 yıllarında, Hz. Osman on iki Eyalet Valisinin
Hepsini durumu görüşmek üzere Medine'ye çağırdı. Bu Valiler
Konseyi sırasında Hz. Osman, konseyin tüm kararlarının yerel
koşullara göre alınmasını emretti.
Hz. Osman 'a, hoşnutsuzluğun kaynağını belirlemeye çalışmak
için çeşitli vilayetlere güvenilir ajanlar gönderilmesi önerildi. Emir bunun
üzerine Hz. Muhammed bin Mesleme'yi Kufe'ye , Usame bin Zeyd'i, Basra'ya; Ammar bin Yasir'i, Mısır'a ve Abdullah bin
Ömer'i, Suriye'ye gönderdi. Bu bölgelere
gönderilen ajanlar, her şeyin yolunda olduğunu ve halkın genel olarak
yönetimden memnun olduğunu bildirdi; ancak Mısır'ın elçisi Ammar bin Yasir
geri dönmedi ve öldürüldüğünden şüphelenildi…
9. yüzyıl tarihçisi Sayf ibn Umar'a göre Ammar, Mısır
muhalefeti için Hz. Osman 'ı terk etti ve Sebe'iyye grubuyla
ilişkilendirildi.
Mısır Valisi Abdullah İbn S'ad, bunun yerine,
muhalefetin faaliyetlerini bildirdi. Hz. Ali'nin üvey oğlu Hz.
Muhammed ibn Ebi Bekir, Hz. Osman 'ın evlatlığı Hz. Muhammed bin
Ebi Huzeyfe ve Ammar ibn Yasir'e karşı harekete geçmek istedi…
Hz. Osman, Kureyş Kabilesinin güçlü bir ailesi
olan Mekke’nin Emevî
Klanında doğdu. Yetmiş (70) yaşında Emir oldu.
Liderliği altında imparatorluk 650'de Fars'a (bugünkü İran) ve 651'de Horasan'ın bazı
bölgelerine (bugünkü Afganistan) genişledi…
640'larda Ermenistan'ın fethi
başladı. Emir Hz. Osman’ın Müslüman halka içindeki “Adaletsiz
uygulamaları, usulsüz atamaları, deney, tecrübe, bilgi, liyakati bir tarafa
bırakarak akraba, hısım, eş ve dostları devlet makamlara ataması…vb.”
sebebiyle ona karşı Müslümanların isyan ederek, Medine şehrine yürümesine sebep
oldu!.. Sonunda bu haksızlığa dayanamayan halk Hz. Osman ’ın bulunduğu
evini işgal ettiler. Evinde uzun süre susuz ve aç bırakılması ve sonunda bu
hareket, Hz. Osman ’ın öldürülmesiyle sona erdi…
Hz. Osman’ın, belki de en iyi yaptığı şey, Hz. Muhammed'in
yaşamı boyunca parşömenler, kemikler ve kayalar üzerinde yazılı, dağınık bir
şekilde bulunan Kuran Metinlerini bir araya getirttirmesidir!.. Asıllarının
yakılması ise büyük tepki çekti…
Emir Hz. Ebubekir tarafından toplanarak bir araya
getirilen, Ebubekir’in ölümü sonrasında da Hz. Muhammed’in dul eşi, Hafsa ’ya
geçen tek kopyaya dayanarak, Kuran’ın kopyalarını çoğaltmakla görevli bir
komite oluşturmasıyla tanınır…
Komite üyeleri, aynı zamanda Kuran okurlarıydı ve
metni ezberlemişlerdi. Hz. Osman, telaffuz veya lehçelerdeki olası
hataları açıkladıktan sonra, kutsal metnin kopyalarını Müslüman şehirlerinin ve
garnizon kasabalarının her birine gönderdi … Sonra da asıl olan varyant
metinleri yok etti!.. İran, Afganistan ve Ermenistan'a fetihler
başlamıştı.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Hz.Osman bin Affan
Hz. Osman bin Affan ilk Sahabelerdendi. Annesi Hz. Muhammed’in amcasının kızıydı. Hz. Muhammed’in kızlarından Rukiye ile evlendi. Rukiye öldükten bir müddet sonra da Hz. Muhammed’in diğer kızı Ümmügülsüm ile evlenmişti…
Hz. Osman bin
Affan Ümeyye Oğullarından (Emevîler)
Kabilesinin önde gelen tüccarlarındandır. Hz. Osman'ın künyesi, İslâm
Peygamberi Hz. Muhammed'in kızı Rukiyye'den olan oğluna
nispetle, Ebu Abdullah'tır. Bunun dışında Ebu Leylâ olarak
anıldığı da olur. Soyu Abdümenâf bin Kusay olup Hz. Peygamber’in
nesebiyle birleşir; çünkü Hz. Muhammet’in Amcasının kızının oğlu
olup, Hz. Osman, Resûl-i Ekrem’den altı yaş küçüktür.
Kureyş Kabilesine mensup olduğu ve nesebinin Hz.
Peygamber ve Hz. Ebû Bekir ile de birleştiği bilinmektedir. Aynı
zamanda İslâm Peygamberi Hz. Muhammed'in de damadı olmuştur. Putperest Ümmü
Cemil ve kocası Ebu Lehep’in oğullarıyla evliydiler. Anne ve
babaları: “Oğullarım Hz. Muhammed’in kızlarını boşayın!..” dediler.
Hz. Muhammed’e Peygamberlik gelince babasına
kızdıkları için, Peygamberimizin kızlarını boşamışlardı… Hz. Osman (ra) Peygamberin
boşanan kızlarından, önce Rukiye’yi nikahladı. Rukiye’nin ölümünden sonra da Ümmü
Gülsüm’ü nikahına aldı.
Muaviye (Hz. Muhammed’in Eşi Ümmü Habîbe bint
Ebû Süfyân’dan dolayı Muhammed’in Kayınbiladeri idi), Muâviye b. Ebû Süfyân’ın tam adı Ebû Abdirrahmân Muâviye b. Ebî Süfyân
Sahr b. Harb b. Ümeyye el-Ümevî el-Kureşî’dir.
Hz. Ömer döneminin sürdüğü
641'de Şam Valisi olarak atanmış ve Suriye'yi denetimi altına
almıştı. 661'de kurduğu Emirlik Devletinin başkenti de Şam'dı.
Muaviye'nin 661'de Emirliğini ilan etmesi ile son Emevî
Emiri II. Mervan'ın 750'de Abbâsîler tarafından bozguna
uğratılması arasında, geçen sürede, on dört (14) yıl Emevî Hükümdarlığı, Emirlik
yapmıştır. Bunlardan ilk üçü olan Muaviye, I. Yezid ve II. Muaviye; Ebu Süfyan bin
Harb'ın soyundan geldiği
için Süfyanîler Kolu, adını taşırlar. II. Muaviye'nin
ardından gelen I. Mervan'la Emirlik, sülalenin diğer bir koluna
geçildiğinden, bundan sonra gelen, diğer bütün Emevî Emirlerine “Mervanîler
Kolu” adı verilmiştir.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Emev%C3%AE_Emirler_listesi
1. Hz. Ali
2. Talha
3. Zübeyr
4. Abdurrahman
5. Hz. Osman
6. Saad bin Ebi Vakkas.
Daha sonra Ebu Talha Ensari’yi, Ensar’dan
elli kişiyle birlikte, şuranın Emir seçimi için bulundukları evin önünde
kalmalarını ve onların alacakları kararları beklemelerini emretti:
“Eğer üç gün sonra, onlardan beş kişi, birisi hakkında
tevafuk ederlerse ve biri karşı çıkarsa, karşı çıkanın boynunu vurun!
Eğer dört kişi, biri hakkında tevafuk ederlerse ve iki
kişi karşı çıkarsa, o iki kişinin boynunu vurun!
Eğer bir kişinin seçiminde, tevafuk edenler ve karşı
çıkanlar eşit olursa (yani üçe üç olursa) Abdurrahman b. Avf’ın
bulunduğu gurubun görüşü kabul edilsin!..
Eğer diğer üç kişi, karşı çıkarlarsa, boyunlarını
vurun.
Eğer üç gün sonra, birinde ortak noktaya varamadılarsa
ve herkes birbiriyle muhalefet ettiyse, altısının da boyunlarını vurun!..
Müslümanlar, kendi aralarında Emir tayin etsinler!..”
https://tr.wikipedia.org/wiki/Emev%C3%AE_Emirler_listesi
Zira, Resul-i Ekrem vefat ederken, bu
altı kişiden razı olarak vefat etti. Ben de kendi aralarında birini tayin
etmeleri için “Hilâfeti Şura Şeklinde”, onlara bırakıyorum.
1) “Osmân bin Affân, Ümeyyeoğullarındandır;
2) Hz. Ali bin Ebî Tâlib, Hâşimoğulları
ve Abdümenâfoğullarındandır.
3) Abdurrahmân bin Avf, Zühre
Kabilesindendir.
4) Sa’d bin Ebî Vakkâs, Zühre Kabilesindendir.
5) Zübeyr Esed bin Abdiluzza bin Kusayoğullarındandır.
6) Talha, Ebû Bekir’in kabilesi Teymoğullarındandır.
Açıktır ki Talha’nın halîfelikte gözü
yoktu; çünkü daha önce Halîfe seçilen (Ebû Bekir) de diğer kabilelerle eşit
olmayan bir kabiledendi.
Zübeyir bin Avvâm da Talha gibiydi.
Zübeyir Esed bin Abdiluzza bin Kusayoğullarındandı.
Bunlar, amcaoğulları Abdümenâfoğulları’na
kıyasla küçük bir kabileydi. Ayrıca Zübeyir, Hâşimoğulları safında yer
alıyordu. O, Rasulullah’ın halasının oğluydu. Dolayısıyla, Hz. Ali bin
Ebî Tâlib’in önüne geçemezdi. Geriye Abdurrahmân bin Avf ile Sa’d
bin Ebî Vakkâs kalıyor. Belirttiğimiz gibi onlar, Zühreoğullarındandı.
Bu önemli bir kabile olmakla birlikte, Abdümenâfoğullarıyla ne cahiliye
ne İslâm döneminde denk ve eşit değildi. Öyleyse sorun, Abdümenâfoğullarıyla
sınırlı kalacak, yarışma Haşimoğullarından Hz. Ali bin Ebî Tâlib ile
Ümeyyeoğullarından Osmân bin Affân arasında olacaktı…”
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/20383
Önce, Ebû
Hz. Muhammed Talha b. Ubeydillâh b. Osmân et-Teymî el-Kureşî, kendi hakkını, Hz.Osman ’a bıraktı ve Zübeyr (“Zübeyr bin Avvâm” Hz.
Hatice’nin kardeşi Avvâm b. Huveylid, annesi Resûl-i Ekrem’in halası Safiyye
bint AbdülmutTalib’dir. Soyu Hz. Peygamber’in dedelerinden Kusay
b. Kilâb’da Resûl-i Ekrem ile
birleşir) hakkını, Hz.
Ali’ye bıraktı ve Saad bin
Ebi Vakkas (Nesebi
Benî Zühre’den olan babası
vasıtasıyla Kilâb b. Mürre’de, Benî Ümeyye’den olup İslâmiyet’i kabul etmeden ölen
annesi, Hamne bint Süfyân b. Ümeyye
vasıtasıyla Abdümenâf b. Kusay’da Hz. Peygamber’in nesebiyle birleşir. Dedesi Vüheyb b. Abdümenâf b. Zühre, Resûl-i Ekrem’in annesinin amcasıdır.) hakkını,
Abdurrahman’a (Hz. Ebû Muhammed Abdurrahmân b. Avf b. Abdiavf el-Kureşî
ez-Zührî, İlk sekiz Müslümandan biri. Üç Emirye de “Sırasıyla
Ebubekir, Ömer, Hz. Osman” Müsteşarlık
yaptı.) bıraktı.
Abdurrahman, kendi görüşünü açıklamak üzere Muhacir ve Ensarı
Peygamber’in Mescidinde topladı. O, önce Hz. Ali’ın (aleyhisselem)
yanına gitti ve ona şu şartı koştu:
“Hükümet
sisteminde, Şeyhaynler (Ömer ve Ebubekir’in) siyasetini devam ettirip onların
yöntemine uyacak mısın?!..” Denildiğinde:
“Hz.
Ali; Ebubekir ve Ömer’in yöntemi üzere, devleti yönetme şartının reddetti ve
şöyle buyurdu:
“Ben
Allah’ın emrine Peygamber’in sünnetine ve Allah ve Resulünün razı olduğu, kendi
yöntemime uyarım! Başkalarının yöntemine değil!..” dedi. Daha sonra Abdurrahman aynı cümleyi Hz. Osman
’a söyledi: Hz. Osman bu öneriyi kabul etti ve yüksek sesle şöyle dedi:
"Allaha
yemin olsun ki Şeyhaynler (Ebubekir ve Ömer’in) yolundan çıkmayacağım ve
onların yönteminden sapmayacağım!..”
Abdurrahman, Hz. Osman ’a biat
etti ve Hz. Osman ’ı Emir tayin etti… Hz. Ali hemen orada
Mescidin içinde Hz. Osman ’a biat etti… Akabinde Beni Ümeyye,
grup grup gelerek biat etmeye başladılar.
“Eğer üçüncü Emir, (Bu altı kişi arasında adı
geçmeyen) Hz. Ebu Ubeyde olsaydı, İslâm toplumunu, muhtemelen,
yüzyıllar süren mücadelelere tesir eden Haşimi-Emevî rekabetinden
kurtulmuş olurdu…” diye yorumlar yapanların da olduğu görülmektedir.
“Abdurrahman b. Avf, aralarından birinin Emirlik hakkından feragat edip, en
çok istenen şahsı Emir seçmek üzere hakemlik yapmasını önerdi. Diğer
üyelerin kabul etmediği bu göreve, kendisi talip oldu ve onların onaylamasıyla
çalışmalarına başladı.
Üç gün süren bu görüşmelerin ardından, dördüncü
gün sabah Namazından sonra, kararını açıklamak üzere, halkı Mescid-i Nebevî’de
topladı. Önce Hz. Ali’yi, ardından Hz. Osman ’ı çağırıp ikisinden
de Allah’ın kitabına ve Resulünün sünnetine uyma, ayrıca, ilk iki Emirnin
siyasetini takip etme hususunda teminat istedi. Hz. Ali’nin:
“Gücümün
ve bilgimin yettiği kadar!” şeklindeki cevabına karşılık;
Hz. Osman’ın tereddütsüz: “Evet!..” cevabı üzerine; Abdurrahman
b. Avf: Hz. Osman’ı, Emir olarak ilân ettiğini açıklayıp, ona biat
etti. Daha sonra Hz. Ali ve Mescidde bulunanlar da orada, Hz. Osman ’a
biat ettiler…
Rivayetler şûra üyelerinden, Talha bin Ubeydullah’ın şûranın
teşkili aşamasında, Medine dışında olduğu ve ancak yeni Emir seçildikten
sonra, şehre geldiğini haber vermektedir…
Hz. Ali, o tarihlerde, otuz iki (32)
yaşında olup, Hz. Osman elli altı (56) olup Muhammed’in amcasının
kızının oğlu olup Hz. Ali’den yirmi dört (24) yaş daha büyüktür…
Tekraren ifade edecek olursak: o günkü durumda Ebubekir Emir seçildiğinde:
Hz. Ebubekir: 60, Hz. Osman: 56, Hz. Ömer: 50, Hz. Ali ise: 32 yaşındadır…
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/20383
Diğer
bölgelerin Müslümanları, Hilafetteki Hz. Osman ’ın tayin ettiği
yöneticilerin haksız tutum ve davranışlarına tahammül edemeyerek, defalarca
durumlarını Peygamber’in (s.a.a) Ashabına ve hatta Emir Hz. Osman’ın
kendisine şikâyet ettilerse de bu şikâyetler etkili olmadı… Sonunda halk ve
Ashap, Emir Hz. Osman ’ı uyarmaya ve eğer etkili olmazsa, onu makamından
almaya karar verdiler… Hz. Osman ve Yakınları,
bu tavsiyeleri dinlemeyince, onun yönetimine karşı başkaldırı ve kıyam,
ayaklanmalar oluştu!..
Hicri
35. yılda bu başkaldırılar Emir Hz. Osman ’ın evinin kendisinden şikâyet
eden halk tarafından, uzun bir süre kuşatılmasına ve sonunda da öldürülmesine
kadar yol açtı. Bu olay sonrasında, Müslümanlar Emir olarak Hz. Ali’ye
biat ettiler.
İlk üç Emirnin
Emirliğini, meşru ve hak gösteren Kuran ve Hadise dayalı herhangi
bir delil yoktur!.. Elbette Ehlisünnete göre hilâfet: "Peygamberin
yerini geçen kimse sadece toplumun, siyasi ve dünyevi işlerinden sorumlu
olduğu" anlamına gelir. Bu sebeple Üç Emirnin, Hilâfeti
için Kuran ve Hadisten delil getirmek de mümkün değildir!..
“Bütün Sünnî ve Şiî Kaynaklar, Hazreti Hz.
Ali'nin, Müslümanlar arasındaki ilim, takva, ihlas, samimiyet, fedakârlık,
şefkat, kahramanlık gibi yüksek ahlâkî ve insanî vasıflar bakımından, müstesna
bir mevkiye sahip bulunduğunu, Kuran ve sünneti en iyi bilenlerden biri
olduğunu, ittifakla belirtmektedirler.”
Abdurrahman'ın kararının ardından komite, Hz. Osman 'ı
resmî olarak Üçüncü Emir seçti ve diğerlerinin de Hz. Osman ’a
biat etmesini istedi. Tabii ki hepsi de itiraz etmeksizin Hz. Osman ’a
biat ettiler…
Hz. Osman ’ın Halifeliğinden Şikâyetler ve
Hz. Osman ’ı Halifelik Makamından İndirme
Girişimleri:
Halk atanan bu yöneticilerden hiç memnun
değildi…Halkın çoğu fakir, aç ve sefil bir durumda iken, yöneticilerin hemen
hepsinin, haksız ve usulsüz zenginleşmiş olmalarına isyan ettiler… Bunun
üzerine Hz. Osman’ı Emirlikten indirmek için, Emevî Kabilesi ile Haşimî
Kabilesi rekabeti başladı. Öte yandan Abdullah b. Sebe’nin, Hz. Ali’nin,
Peygamberin, vasîsi olduğu iddiasını ortaya atarak, Emirliğin onun hakkı
olduğunu, bu hakkı gasp eden Hz. Osman’ın yerine, onun geçirilmesi
gerektiğini ileri sürdüğü rivâyet edilmektedir.
Hz. Osman’ın Emirlik iktidarı döneminde, Kur’ân-ı Kerîm’i bir
araya getirilip çoğaltıldıktan sonra, diğer Kuran nüshalarının
“asıllarını” yaktırması ayrı bir şikâyet konusu oldu. Fitne hareketinin
tehlikeli bir hal aldığını gören Muâviye b. Ebû Süfyân, bu sırada Hz.
Osman’ı fitne ateşi sönünceye kadar, Suriye’ye götürmek istediği, Hz.
Osman’ın bunu reddetmesi üzerine, kendisini korumak için Suriye’den
asker göndermeyi teklif ettiği; ancak Emirnin Medinelileri rahatsız
etmemek için bunu da kabul etmediği bildirilmektedir…
İlk önemli
baş kaldırı, Valilerin yerlerine dönüşleri esnasında, Kûfe’de oldu.
Sürgünden dönenlerden Eşter en-Nehaî ve arkadaşları, Cerea
denilen yerde toplanıp, Kûfe’ye dönmekte olan Hz. Ali Saîd b. Âs’ın
yolunu keserek, şehre girmesini engellediler...
Hz.
Osman’dan, onu
görevden alıp yerine Basra’nın eski Valisi Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’yi
tayin etmesini istediler. Hz. Osman, olayları yatıştırmak için bu
teklifi kabul etti; ancak Kûfe’nin merkezî yönetimin kontrolünden
çıkmasına yol açan bu durum, diğer merkezlerdeki muhaliflere de cesaret verdi…
Müşterek hareket ettikleri bilinen ve Seyf b. Ömer rivayetine göre:
İbn
Sebe tarafından
yönlendirilen Mısır, Kûfe ve Basra’daki gruplar, Hz. Osman’ı ve Valilerini,
açıktan eleştirmeye başladılar. Bazı hatalarını abartmanın yanı sıra,
onlara haksız isnatlarda bulunmaktan çekinmediler. Ayrıca:
Hz.
Ali, Zübeyr, Talha ve Hz. Âyşe başta olmak üzere, ashabın büyüklerinin ağzından
Emir Hz. Osman’a mektuplar yazarak, onları da bu işin içinde göstermeye çalıştılar.
Bütün şehirlere gönderilen ve halkı cihad için Medine’ye çağıran bu mektuplar,
büyük yankı uyandırdı.
Mektuplar Medine’de
de etkisini gösterdi. Hz. Osman ’a yönelik kişisel kırgınlıklar Medine’deki
Hz. Osman ’a karşı, Valisine tepkili olanların sayısını arttırdı…
35.
yılının Receb Ayında (Ocak 656) Mısır’dan bir heyet, Emir Oman’la görüşmek için
Medine’ye geldi…
Hz.
Osman onları
bizzat veya Hz. Ali’nin de içinde bulunduğu kalabalık bir heyetle
birlikte, dinledi… Hz. Osman, kendisine yöneltilen ithamlara cevap
verdi. Bu arada, bazı icraatlarının hata olduğunu kabul etti!.. Ganimet
mallarının taksimiyle ilgili isteklerini uygun görüp geri dönmelerini sağladı.
Şevval
ayında (Nisan): Mısır, Kûfe ve Basra’dan sayıları 600-1000 arasında gösterilen Emir Hz.
Osman’ın bu uygulamalarına itirazcı üç grup, Hacı Kafileleri arasında,
bölgeye geldi.
Mekke yerine Medine’ye yönelen
bu gruplar, şehir dışında, üç ayrı mevkide konakladı. Gönderdikleri iki
temsilciyle Medine’de, kendilerine karşı koyabilecek bir askerî birliğin
bulunup bulunmadığını öğrenmek istediler…
Bunlar: Hz.
Ali, Talha, Zübeyr ve Resûl-i Ekrem Peygamberimizin hanımlarından oluşan bir
heyet ile görüşerek, Valiler hakkındaki şikâyetlerini aktardılar…
Hanımlardan da kendilerini Emirnin huzuruna çıkarmalarını istediler. Teklifleri
hanımlar tarafından reddedilince, geri döndüler.
Bütün
bunlardan sonra da Mısırlıların Hz. Ali’ye,
Basralıların
Talha’ya,
Kûfelilerin
de Zübeyr’e
heyetler yollayıp, “Emirlik" teklifinde bulundukları; ancak üçünün
de bu teklifi şiddetle reddettiği bildirilmektedir…
Bu girişim
ve gelişmelerden endişe eden Hz. Ali, oğlu Hasan’ı göndererek Emir Hz.
Osman’ı durumdan haberdar etti ve korunmasını üstlendi. Aynı günlerde, Ashabın
diğer büyükleri de oğullarını, Emir Hz. Osman ’ı korumak üzere yolladılar.
Hz. Osman’ı Emirlikten indirmekte
kararlı olan, kalabalık, silahlı güçler, Hz. Osman’ı savunmak için
toplanan Medinelilerin dağılmasını sağlamak ve âni bir baskınla, şehirde
kontrolü ele geçirmek için bir plan yaptılar…
Bulundukları
mevkileri terk ederek, memleketlerine doğru yola çıktılar.
Bazı
rivayetlerde ise onların Emir ile görüşerek, Mısır Valiliğine Hz. Muhammed
b. Ebû Bekir’i tayin ettirdikten sonra, Medine’den ayrıldıkları
belirtilmektedir…
Üç grup halinde,
farklı istikametlere gittikleri halde, Şevval (Nisan) ayının son
günlerinde ansızın geri döndüler…
Tekbirlerle
Medine’ye girip, Emir Hz. Osman’ın evini kuşattılar. Dönüş sebebi olarak da Hz.
Osman tarafından eski Mısır Valisine yazılan ve
liderlerinin ölümle cezalandırılmasını emreden bir mektubu, kendileri ele
geçirdiklerini söylediler.
Hz.
Osman’ın, böyle bir mektup yazmadığını belirtmesine rağmen, evinin etrafında
mevzilendiler ve tarafsız kalan Medinelilere dokunmayacaklarını ilân ettiler.
Sözü
edilen ve geriye dönüşlerini haklı göstermek için uydurdukları anlaşılan bu
mektubun, Emirnin bilgisi dışında, Hz. Osman’ın kâtibi Mervân tarafından
yazıldığı rivayetleri de vardır…
Hz.
Osman, bu durum karşısında, gizlice haber göndererek, Valilerinden yardım
istedi…
Emirnin
öldürülebileceğini hiç düşünmeyen Medinelilerin çoğu, muhasaranın ilk
günlerinden itibaren, evlerine kapanıp, mecbur kalmadıkça, dışarı çıkmadılar. Medine Şehri’nde sayıları oldukça
artmış olan köleler ve işsiz güçsüz Bedevîler de isyancılara katılmıştı.
İsyancılar, yirmi
gün ile iki ay arasında bir süre, devam ettiği söylenen muhasaranın son on
gününe kadar, Emir Hz. Osman’ın Mescide çıkıp, imamlık yapmasına
göz yumdular.
Bu
günlerde Hz. Osman, kendisine yöneltilen bütün ithamlara cevap verdi ve
birçok meselede, onları ikna etmeyi başardı. Bu konuşmalarından birinde:
Hz. Ali’nin
tavsiyesine uyup, âsilerin şikâyet ettiği bazı uygulamalarının hata olduğunu
kabul etti… Bundan
sonra Allah’ın kitabı ve Hz. Peygamber’in sünnetine uygun hareket
edeceğine söz vererek, sükûneti sağladı… Buna karşı çıkan Hz. Osman’ın
Katibi Mervân’ın, onun izniyle yaptığı konuşma, ortalığı yeniden
karıştırdı…
İsyancılar
kuşatmanın son on gününde, Hz. Osman’ın evinden
çıkmasına izin vermediler. Hz. Osman ’a:
“Emirliği
bırakmasını, aksi takdirde öldürüleceğini…” söylediler.
Bu
tarihten itibaren, evine su gönderilmesini de yasakladılar. Hz. Osman’ın Katibi
Mervân’ın konuşmasına çok öfkelenip, bir kenara çekilen Hz. Ali
ve Ümmü Habîbe’nin, Hz. Osman’a su ulaştırma teşebbüslerini de
sert bir şekilde engellediler…
İsyancıların,
yalnız kendisini öldürmek istediklerini anlayan ve Emirliği bırakmayı da
reddeden Hz. Osman, o sırada evinde olup, kendisini savunmak isteyenleri
tehlikeye atmak istememiş, onlardan silâh kullanmamaları için kesin söz almıştı!
İçeride
700 kişinin bulunduğu, izin verilmesi durumunda isyancılara üstünlük
sağlayabilecekleri, ihtimalinden bahsedilmektedir (İbn Sa‘d, III, 71).
Hz.
Peygamber’in
hadisi dolayısıyla: “Bir musibetten sonra Şehid edileceğini bilen Hz.
Osman, (Buhârî, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 5-7, “Edeb”, 119; Tirmizî,
“Menâḳıb”, 19), rüyasında Hz Muhammmed Peygamberin:
“Yarın birlikte iftar edeceklerini” söylemesinin de etkisiyle, (Ahmed
b. Hanbel, I, 497) âsilere boyun eğmeyi reddedip, ölümü beklemeyi tercih etti…
İbn
Sebe’nin
yönlendirdiği: Mısır, Kûfe ve Basra’dan kalkarak Medine’ye kadar
gelerek Hz. Osman ’ı kuşatmış olan Müslüman isyancı gruplar, Hac Mevsiminin
sona ermesi dolayısıyla, Mekke’den çok sayıda insanın Medine’ye
geleceğini düşünerek ve eyaletlerden gönderilen askerî birliklerin de yaklaştığının
duyulması üzerine, acele ettiler…
Muhasaranın
son gününde, genç Sahâbîlerin savunduğu evin, kapısını yaktılar. Akşam
saatlerinde bitişikteki evden içeriye giren birkaç Mısırlı, Kuran okumakta olan
Hz. Osman ’ı öldürdü (18 Zilhicce 35 / 17 Haziran 656).
Meşhur
rivayetlere göre: Hz. Osman, o sırada, seksen iki (82) yaşındaydı. Bu
arada ona kalkan olmak isteyen Hanımı Nâile bint Ferâfisa’nın parmakları
da kesilmişti. Ardından evini ve Beytülmâli yağmalayan âsiler, Hz. Osman’ın
defnedilmesini de engellediler… Bu sebeple, Emirnin cenazesi, Hanımı Nâile
bint Ferâfisa’nın gayretleriyle; ancak akşam-yatsı arasında, çok az kişi
tarafından gizlice, kaldırılabildi…
Hatta
cenazenin üç gün sonra defnedilebildiği de rivayet edilmiştir. Cenazeye Hz. Osman ’ın iki
hanımının yanında, üç ile on yedi arasında, erkeğin katıldığı ve onun Cennetü’l
bakī bitişiğindeki Haşşükevkeb denilen yere, defnedildiği
bildirilmektedir. Bu yer Muâviye zamanında, mezarlığa dahil edilmiştir.
Öte yandan
Hz. Aliliklerden Medine’de Hz. Osman ’ı kurtarmaya gelmek için
yola çıkanların, Suriye’den gönderilen yardım birliklerinin, Vâdilkurâ
’ya, Kûfe ve Basra’dan gönderilenlerin de Rebeze’ye
geldiklerinde, ölüm haberini duyup geriye döndükleri belirtilmektedir…
Büyük bir ordu ile Medine şehrini
işgal eden İbn Sebe’nin yönlendirdiği isyan bayrağının altında toplanmış
muhalif gruplar, Hz. Osman ’ı öldürdükten sonra, Medine şehri ve
Müslümanlar başsız kalır…
Bunun üzerine, kalabalık bir halk topluluk,
Hz. Ali’ye gelerek, kendisinin Emir olması için baskı yaparlar. Hz.
Ali, bu görevi önce kabul etmez; fakat halkın kalabalık topluluklar halinde
gelerek kendisine biat etmeleri ve elini öpmesi üzerine Emirliğe razı edilir…
Öldürülen Emir, Hz. Osman taraftarları, Hz.
Osman ’ın katili bulununcaya kadar, Hz. Ali’yi Emir olarak tanımayacaklarını ve
Hz. Ali’ye biat etmeyeceklerini bildirirler.
Kimisi de Hz. Osman’ın öldürülmesi
olayında, Hz. Ayşe’yi suçlar. Hz. Ali ve Hz. Ayşe de suçlamaları kabul
etmeyerek reddederler…
Hz. Osman 'a Silahlı İsyan:
Mısır siyaseti, Emirliğe karşı isyanda büyük rol oynadı. Hz. Osman
döneminde Mısır Hz. Valisi Abdullah bin Sa'd, Mısırlılar
tarafından ağır yönetim ve vergi politikaları nedeniyle eleştirildi.
Mısırlıların talepleri
üzerine Hz. Osman, Abdullah İbn S'ad'ı Mısır Valisi olarak
görevden aldı ve onun yerine Hz. Muhammed bin Ebu Bekir'i getirdi.
Görevi aldıktan sonra İbn Ebî Bekir ve Yandaşları Mısır'a
giderken yolda Emir'nin elçisine rastladılar. İsyancılar elçinin kişisel
eşyalarını aradılar ve Hz. Osman tarafından yazıldığı ve Abdullah İbn Sa'd'a
gönderileceği iddia edilen bir mektup buldular. Mektupta, Hz. Osman 'ın,
İbn Ebi Bekir ve destekçileri için ölüm cezası verdiği iddia ediliyor.
Mektuba öfkelenen, İbn Ebi Bekir ve Yandaşları, daha sonra Emiryi
tehdit etmek için Medine'ye doğru yola çıktılar. Asiler geldikten sonra Hz.
Ali, mektubu gördü ve mektuptan haberi olmadığını, iddia eden Hz. Osman ile
görüştü.
Tarihçiler mektubun Hz. Osman 'ın bilgisi dışında Mervan bin
Hakem tarafından
yazılmış olabileceğini öne sürdüler.
Medine'deki İsyancılar
Mısır, Kufe ve Basra'dan, her biri Hz.
Osman 'a suikast ve hükûmeti devirme talimatıyla birlikte, yaklaşık 1000
kişilik birlik Medine'ye gönderildi.
Mısır temsilcileri Hz. Ali'yi
bekledi ve ona Emirliği teklif etti; ancak Hz. Ali onları geri çevirdi. Kufe'den
gelen birliğin temsilcileri Zübeyr'e, Basra'dan gelenler Talha'ya bir sonraki Emir olarak biatlarını sundu; ancak
onlar da reddedildiler.
Bin kişilik silahlı ve tam teçhizatlı grup, Emir olarak Hz. Osman 'a
alternatifler önererek, Medine'deki kamuoyunu, Hz. Osman'ın hizbinin artık
birleşik bir cephe oluşturamayacağı bir noktaya getirdiler. Hz. Osman, Emevîlerin
ve Medine'deki birkaç kişinin aktif desteğine sahipti.
655'te Hz. Osman yönetime karşı, herhangi bir şikâyeti olanların
yanı sıra, Emirlik boyunca, Valileri ve Emirleri, tüm meşru şikayetlerin
giderileceğine söz vererek Hac için Mekke'de toplanmalarını emretti. Buna göre,
çeşitli şehirlerden büyük delegasyonlar toplantıdan önce şikayetlerini sunmak
için geldiler. Emir Cuma Namazını kıldırdıktan sonra, halkın dertlerini
dinleyeceğine söz verdi. İsyancılar tarafından taş yağmuruna tutulduğu
halde, vaaz vermek için minareye geldi.
İsyancılar, Mekke halkının Hz. Osman 'ı desteklediğini ve onları dinlemeye
yanaşmadığını anladılar. Bu, Hz. Osman için büyük bir psikolojik
zafer anlamına geliyordu.
Sunnî Müslüman rivayetlere göre, Suriye'ye dönmeden önce Hz. Osman'ın
kuzeni Hz. Ali, Muaviye'nin, ortam barışçıl olduğu için Hz. Osman'ın onunla
Suriye'ye gelmesini önerdiği söyleniyor.
Hz. Osman, Hz. Muhammed’in şehrini terk
etmek istemediğini söyleyerek, teklifi reddetti. Muaviye daha sonra Hz.
Osman 'ı isyancıların kendisine zarar verme girişimine karşı korumak için
Suriye'den, Medine'ye güçlü bir kuvvet göndermesine izin verilmesini önerdi. Hz.
Osman da Medine'deki Suriye güçlerinin iç savaşa tahrik olacağını ve böyle bir harekete taraf
olamayacağını söyleyerek bunu da reddetti.
Hz. Osman 'ın evinin
kuşatmasının ilk aşaması şiddetli değildi; ancak günler geçtikçe isyancılar Hz.
Osman 'a karşı baskıyı yoğunlaştırdılar. Hacıların Medine'den Mekke'ye
hareket etmesiyle, isyancı konumu daha da güçlendi… Bunun sonucunda, kriz
derinleşti. İsyancılar, Hac'dan sonra Müslüman dünyasının her yerinden Mekke'de toplanan Müslümanların,
Hz. Osman 'ı rahatlatmak için Medine'ye yürüyebileceklerini anladılar. Bu
sebeple, hac bitmeden, Hz. Osman 'a karşı harekete geçmeye karar
verdiler.
Kuşatma sırasında, isyancılardan sayıca fazla olan destekçileri, Hz. Osman
'dan savaşmalarına izin vermelerini istedi; ancak Hz. Osman, Müslümanlar
arasında kan dökülmesini önlemek için reddetti. Ne yazık ki Hz. Osman
için şiddet devam etti. Hz. Osman 'ın evinin kapıları, Hz. Ali'nin
oğulları Hasan ve Hüseyin ile birlikte ünlü savaşçı Abdullah ibn el-Zübeyr tarafından kapatılarak korunmaya alındı…
İsyancılar Hz. Osman 'ı kuşattı ve su almasını engellediler. Hz.
Ali'ye haber verildikten sonra, su dolu üç tulum gönderdi ve susamış Emire
ulaştı.
Hz. Osman’ı Öldürmeleri ve Hz. Osman 'ın Medine El-Baki Mezarlığı'ndaki Kabri:
Haziran 656'da bir grup isyancı Hz. Osman 'ın evinin
arkasından tırmanarak kapı muhafızlarından habersiz içeri süzüldüler. Hz.
Osman, Kuran'ı okurken, isyancılar Emirnin odasına daldılar ve
kafasına darbeler vurdular ve Hz. Osman daha sonra. 77 ya da 80
yaşlarında öldü.
8. yüzyıl tarihçisi Sayf ibn Umar, Emiryi elleriyle öldürenler olarak el-Gafiqi bin
Harb, Kinana bin Bişr ve Sudan ibn Humran'dan bahseder.
El-Taberi'ye (ö. 923) göre: “Hz. Osman'ın kölelerinden biri,
bir suikastçıyı öldürdü ve daha sonra isyancılar tarafından
öldürüldü. İsyancılar, karısı Na'ila'nın yolunu kesmesine ve parmaklarının kesilmesine rağmen, Hz. Osman'ın
cesedinin başını kesmeye çalıştılar.
Hz.Osman'ın cesedi, eşi Naila tarafından, Emirnin cenazesine yardım
etmek için destekçileri eve yaklaşana kadar iki gün evinde tutuldu. El-Taberi:
“Hz. Osman 'ın
cesedini Baki Mezarlığına doğru taşıyan dört kişi olarak Ebu Cehm ibn Huzayfa, Hâkim
ibn Hizam, Cubayr ibn Mut'im, Niyar bin Mukram'dan” bahseder.
Cenaze alacakaranlıkta kaldırılmış ve Hz. Osman'ın görevi gereği
öldürüldüğü için yıkanmamış ve şehit gömme kurallarına uygun olarak, öldürüldüğü
sırada giydiği elbiseyle defnedilmiştir. Naila cenazeyi bir
lambayla takip etti; ancak gizliliği korumak için lambanın söndürülmesi
gerekiyordu. Naila'ya (Nâile Binti
Ferâfisa) Hz. Osman'ın kızı da dahil olmak üzere bazı
kadınlar eşlik etti. Cenaze Namazı Cabir bin Muta'am tarafından kılındı.
Küçük bir törenle kabre indirildi. Cenazeden sonra, Naila ve Aişe konuşmak
istediler, ancak isyancıların olası tehlikesi nedeniyle, bunu yapmaktan
vazgeçtiler.
İsyancılar, Hz. Osman'ın el-Baki'de defnedilmesine izin vermedikleri için, yandaşları Emiryi komşu Yahudi Kevkab Mezarlığına
gömdüler. Emevî
Emirliğinin ilk
yıllarında, Muaviye I (h. 661-680) el-Baki'yi Hz. Osman 'ın mezarını da içerecek şekilde genişletti.
Tarihçi el-Taberi, Hz. Osman 'ın orta boylu, güçlü kemikli ve geniş omuzlu olduğunu ve kambur
yürüdüğünü kaydeder. Etli incikleri ve uzun, kıllı önkolları olan büyük
uzuvları olduğu söylenir. Genelde çok yakışıklı ve açık tenli olarak tanımlansa
da, yakından bakıldığında, yüzünde çocuklukta geçirdiği çiçek hastalığına ait hafif yara izlerinin belirgin olduğu
söyleniyordu. Safran uyguladığı kırmızımsı-kahverengi tam bir
sakalı ve önde gerilemesine rağmen kulaklarının ötesine uzanan kalın kıvırcık
saçları vardı. Dişleri altın telle bağlanmıştı, öndekilerin özellikle ince
olduğu belirtildi. İran, Afganistan ve Ermenistan'a fetihler başlamıştı.
"Hz. Osman alçakgönüllü ve utangaçtır ve onunla gayrı resmî olsaydım,
buraya bir şeyler söylemek için geldiğini söylemezdi!.." dedi.
Hz. Osman, gelişen aile
işinin, kendisini zengin etmesine rağmen, Emir olduktan sonra bile sade bir
hayat süren, bir aile babasıydı. Hz. Osman'a cahiliye döneminde
(İslâm'ın vahyinden önce) bu uygulamaya, bir itirazın olmadığı halde neden
şarap içmediği soruldu. O da: "Aklı tamamen kaçırdığını gördüm ve buna
yapacak bir şey bilmiyordum ve sonra tam olarak geri döndüm!"
dedi.
Hz. Osman, o kadar büyük
bir karaktere sahipti ki Hz. Muhammed kırk kızı olsaydı hepsini Hz. Osman ile
evlendireceğini söyledi.
Sunnî sābiqa doktrininde Hz. Osman, seleflerinden (önce gelen, önde olan) daha aşağı, ancak
haleflerinden (sonraki gelen) daha üstün olarak görülür.
Emevî Kabilesi Soy Ağacı. Hz. Osman yeşil renkle,
amcaoğlu Mervan ve ondan gelen Emirler silsilesi mavi renkle, Süfyani
Emirleri sarı renkle vurgulanmıştır.
Hz. Osman, kendisinden
önceki iki Emir tarafından kullanılan Emir Rasul Allah ('Allah'ın
elçisinin vekili') yerine Emir Allah ('Allah'ın vekili') unvanını
benimsedi. Unvan daha sonra Emevî Emirlerinin standardı oldu.
Madelung: "Emirnin
[Hz.Osman ] artık Tanrı'nın lütfu ve O'nun yeryüzündeki temsilcisi tarafından
hüküm sürdüğünü, artık Allah'ın Elçisi'nin bir vekili olmadığını" iddia
ediyor.
Yayılmacı bir perspektiften bakıldığında, Şaban, kızgın Arap yerleşimcileri
yeni askeri kampanyalara ve genişlemelere yönlendirerek, ısıtılmış ve sorunlu
erken Müslüman fethedilen topraklarla nasıl başa çıktığını açıkça gösterdiği
gibi, Hz.Osman 'ın çatışmada yetenekli olduğunu düşünüyor. Bu,
yalnızca bu yerleşimlerdeki iç çatışmaların çözülmesiyle sonuçlanmadı, aynı
zamanda Râşidîn Emirliği topraklarını güney İberya'ya ve doğuda Sind,
Pakistan'a kadar genişletti.
Hz. Osman karşıtı hareketin asıl nedeni Şii ve Sunnî Müslümanlar arasında
tartışmalıdır. Sunnî
kaynaklara göre:
Disiplini sert bir şekilde koruyan selefi Ömer'in aksine, Hz. Osman
daha az titizdi ve daha çok ekonomik refaha odaklanıyordu. Hz. Osman
döneminde halk daha müreffeh hale geldi ve siyasi düzlemde daha büyük bir özgürlüğe sahip oldular.
Siyasal faaliyeti yönlendirmek için hiçbir kurum tasarlanmamıştı ve onların
yokluğunda, daha önceki Emirler tarafından bastırılmış olan İslâm öncesi Kabile kıskançlıkları ve rekabetleri bir kez daha patlak verdi. Halk,
Hz. Osman 'ın devlet için bir baş ağrısı haline gelen ve Hz. Osman 'ın
suikastıyla sonuçlanan hoşgörüsünden yararlandı.
Tarihçiler genellikle Hz. Osman 'a muhalefetin esas olarak onun adam
kayırmacı politikalarından kaynaklandığı sonucuna varırlar.
RVC Bodley'e Göre:
Hz.Osman: “İslâm ulusunun
çoğunu, Hz. Muhammed'in yaşamı boyunca, kısmen lanetlenmiş olan
akrabaları, Beni
Ümeyye'ye tabi tuttu.
“Hz. Osman 'ın saltanatı sırasında, keyfi eylemlerine karşı
şikayetler, zamanının standartlarına göre önemliydi. Tarihsel kaynaklar, onun
suçlandığı suçların, uzun bir anlatımından bahseder. . .
Sunnî ideolojisinde, onu herhangi bir ahdetten aklamak ve
onu bir Şehit ve üçüncü Doğru Yoldaki Emir yapmak için gelen, sadece
şiddetli ölümü oldu!.."
“Hz. Osman, bir Emir olarak yalnızca kendi iradesine güveniyordu. Bu
da Müslüman topluluk içinde, direnişe yol açan kararların alınmasına meydan
verdi… Gerçekten de yönetim tarzı, Hz. Osman
'ı İslâm tarihinin en tartışmalı isimlerinden biri yaptı.
Hz. Osman 'a karşı direniş, Valileri seçerken aile üyelerini tercih
etmesi ve bunu yaparak Hilâfetin işleyişi üzerinde, daha fazla etkide
bulunabileceğini ve sonuç olarak, kurmaya çalıştığı Kapitalist Sistemi iyileştirebileceğini
düşündüğü için ortaya çıktı. Halbuki bunun tersinin doğru olduğu ortaya
çıktı!.. Atananları, onun işlerini nasıl yürüttüğü üzerinde başlangıçta
planladığından daha fazla kontrole sahipti.
Eyaletlerine, otoriterliği empoze edecek kadar ileri gittiler. Gerçekten de Hz.Muhammed'in önde gelen
yoldaşlarına, Hz. Osman 'ın atadığı Valilerin iddia edilen zorbalığından
şikâyet eden birçok isimsiz mektup yazıldı. Ayrıca, Hz. Osman 'ın ailesi
tarafından bildirilen iktidarın kötüye kullanıldığına dair farklı illerdeki
kamuoyu liderlerine mektuplar gönderildi. Bu, imparatorlukta huzursuzluğa
katkıda bulundu ve sonunda Hz. Osman, söylentilerin gerçekliğini tespit etmek
amacıyla konuyu araştırmak zorunda kaldı.
Abdullah ibn Sebe'nın Hz. Osman 'a
karşı isyanda sözde rolünü gözden düşürür ve modern tarihçilerin çok
azının Seyf'in İbn Saba efsanesini kabul edeceğini gözlemler.
20. yüzyılda yaşamış bir bilgin olan Bernard Lewis, Hz. Osman hakkında şunları söylüyor:
Hz. Osman, Muaviye gibi, Mekke'nin önde gelen Ümeyye ailesinin bir üyesiydi. Gerçekten de Mekkeli soyluların tek temsilcisiydi.
Peygamber'in ilk Sahabeler bir aday olarak sıralanmak için yeterli prestije
sahip. Hz. Osman 'ın seçilmesi hem onların zaferi hem de onların fırsatıydı. Bu
fırsat ihmal edilmedi. Hz. Osman kısa süre sonra, baskın Mekke ailelerinin
etkisi altına girdi…Birbiri ardına İmparatorluğun yüksek makamları bu ailelerin
üyelerine gitti.
Hz. Osman 'ın zayıflığı ve adam kayırması, bir süredir Arap savaşçılar
arasında belirsiz bir şekilde karıştırılan kızgınlığı doruğa çıkardı. Müslüman
geleneği, saltanatı sırasında meydana gelen çöküşü, Hz. Osman 'ın kişisel
kusurlarına bağlar; ancak, sebepler çok daha derinlerdedir ve Hz.Osman 'ın suçu
onları tanımaması, kontrol etmemesi veya düzeltmemesidir.
Hz. Osman 'ın belki de en önemli eylemi, sırasıyla Suriye ve Kuzey
Afrika Valileri Muaviye ve Abdullah ibn Saad'ın, Bizans İmparatorluğunun deniz hâkimiyetine rakip olacak şekilde, Akdeniz'deki ilk entegre Müslüman donanmasını oluşturmasına
izin vermesiydi.
İbn Saad'ın İspanya'nın güneydoğu kıyısını fethi, Likya'daki Direkler Savaşı zaferi ve Akdeniz'in diğer kıyılarına
yayılması, genellikle göz ardı edilir. Bu başarılar, ilk ayakta duran Müslüman
donanmasını doğurmuş, böylece Kıbrıs ve Rodos'un ilk Müslüman deniz fethini mümkün
kılmıştır. Bu, daha sonra Emevî ve Abbasi dönemlerinde Akdeniz'de birkaç Müslüman devletin kurulmasının yolunu
açtı…
Sicilya Emirliği ve onun küçük vasalı Bari Emirliği ile Girit Emirliği ve Aglabid Hanedanı. Hz. Osman 'ın denizdeki gelişiminin ve onun siyasi mirasının önemi, İslâmi Malî
ve Para Politikası'nın yazarı Hz. Muhammed M. Ag tarafından kabul
edildi ve Hassan Hz. Ali'nin Tarik al Bahriyya ve Islamiyya fii Misr vel
Sham'a ("History of the Monetary of the Monetary Policy") atıfta
bulunmasıyla daha da güçlendirildi.
Hz. Osman, Sunnîler tarafından doğru yola sevk edilen (Raşhid) dört Emirden
biri olarak kabul edilir. Onların tahta çıkışının kronolojik sırası,
Hz.Muhammed'in arkadaşları arasındaki üstünlüklerine uygundur.
Sunnî Müslüman cemaatinin ve Sunnî tarihçilerin Hz.Osman 'ın yönetimine
ilişkin genel görüşü, özellikle onun hoşgörüsü konusunda olumluydu… Onların
görüşüne göre, onun sözde kayırmacılığı, Muaviye ve Abdullah bin Amir gibi atadığı akrabalarıyla ilgiliydi. Bunların hem
askerî hem de siyasî yönetimde etkili olduğu kanıtlandı. Zaki Hz. Muhammed
gibi tarihçiler, özellikle Welid bin Ukba durumunda, Hz. Osman 'ı
yolsuzlukla suçladılar.
Yönetim Liyakatsiz kişilerin eline geçti. İdarî sistem
çürüdü. İnsanlardaki Allah korkusu, dünya hadiselerinin benzeri olan, bin türlü
hadiselerin korkusuna bağlandı. Sarıklı, Cübbeli, Eli Bastonlu, Kirli
Sakallı, genç ihtiyar onlarca insan kimi azgın, çatık kaşlı ve yabani
bakışlarla o birkaç yılda, birdenbire türediler.
Bütün bu kirlerin üstüne dindarlık elbisesi
giyenler, din hayatının sarrafları veya karaborsacıları kesildiler.
Bunlar bu dünyada mallarının sürümlerini sağlayanlara, Cenneti peşkeş
çektiler... Kendileri ile alışveriş yapmayanları ise Cehenneme gönderdiler.
Sanki kendileri, Allah'ın umumî vekâletine sahiplermiş gibi iman ile isyanın
sınırlarını sımsıkı ayırdılar.
Sosyal Çürüme:
"Sosyal Çürüme" ile koca bir toplumun norm değerleri, sosyal dengesini, toplum ayarlarını, inanç ve ibadetini bozdular... Halkın sığındığı, inandığı ne varsa katlettiler, Halkı: "İbadet Yapma, Namaz Kılma, Başörtüsü, Cumalara Gitme, Umre, Haç Ziyaretleri, "Dillere Peleseng olmuş her açılış ve törenlerde Kuran okuma, 'Ya Allah Ya Bismillah!' “Selâ Verdirme” söylem ve davranışlarıyla kandırdılar…' Allah', "Cennet, Cehennem” ile korkutup, aldattılar... Toplumun top yekûn inanlarının kaybolmasına, değerlerinin çürümesine, "Toplumsal Çürüme, Sosyal Çürüme" sine sebep oldular...
Bir toplumda ekonomi, iktisat, mali durum kökten
çökse, tarumar olsa da düzelebilir. Ekonomi batsa ayağa kalkar. Para yok olsa,
bir gün mutlak bulunur; fakat bir toplumda "Toplumsal Çürüme,
Sosyal Çürüme" başladı mı, onun düzeltilmesi yılları, hatta yüz
yılları alır…
Kanunların işlememesi, adaletin yürümemesi... Esnafın,
sanatkârın, ticaret erbabının birbirlerinin aldatıp kandırması... Haksız kazanç
elde etme... Kolay para kazanma... Köşe dönme... Kara para aklama... Güvenlik
kuvvetlerinin yerini Mafyanın ve adaletin yerini “Güç” ün alması, kuvvetlinin zayıfı ezmesi alması... Adaleti
adliyede bulamayanların, adaleti kendi gücü ile yerine getirmek üzere
silahlanması; çarşıda, pazarda, sokakta adam öldürüp, insanları katledip hak
araması... Güçlünün zayıfı döverek, boğazlayarak öldürmesi... Faili meçhul
cinayetlerin artması... Devletin Mafya ile çalışması, ortaklık kurması... Devletin
veya Mafyanın varlıklı, zengin vatandaşların malına mülküne çöreklenmesi,
çökmesi... Doğrudan veya dolaylı el koyması... Ülkede birileri servet
içinde yüzerken; diğerinin bir lokma ekmeğe muhtaç, çöp bidonlarını, pazar
artıklarını karıştırarak yiyeceğe uluşmak durumunda bırakılması, yürekleri
parçalamakta, gururları incitmektedir.
Borçlunun borcunu ödeyememesi... Alacaklının
alacağını alamaması, buna bağlı olarak fakirleşmenin artması, Türk Aile Yapısının
Bozulması, Gayrimeşru ilişkilere kapı açılması, boşanmaların hızının artması, mafyanın
çoğalması, insanların birbirlerini öldürmesi, kavgalı ve küs durumların
çoğalması, buna bağlı olarak aile yuvalarının bozulup dağılması, fuhşun tavan
yapması... İşsiz güçsüz, boş ve aç insan sayısının çoğalması, sokaklarda kaosun
başlaması...
Doğumevleri veya hastanelerde yeni doğan çocukların
hastanelerden kaçırılmaları… Daha beş-altı yaşlarındaki çocukların Yetiştirme
Yurtlarında, Vakıf Yurtlarında tecavüze uğraması (Karaman Ensar Vakfında 45
tane 10 yaşının altındaki 45 erkek çocuğuna tecavüz edildiği haberleri basında
yer aldı!..) Çocuk yaşlarındaki kızların evlendirilmeleri... Yetiştirme
Yurtlarına gönderilmiş vatandaşlarımıza ait kimsesiz kız çocukların Yurt
Yönetimi, İdarecileri, çalışanları veya internet tuzağı kanallarıyla, bürokratlara
sunulup peşkeş çekilmeleri... Pavyon ve Randevu Evlerinde çalıştırılmaları... Özel
Hastanelerde daha fazla para kazanmak
amaçlı yenidoğan bölümlerinde sağlam beklerin uzun süre küvetlerde yatırılarak
ve aç bırakılarak sağlıklarının bozulması ve bebek ölümleri bebeklerin kanından
adrenalin alınarak satılarak ticaret yapılması.. Baştakiler ilgili yöneticiler olmak
üzere, aydınların ve halkın, bütün bu olan ve yaşananları umursamamazlıktan
gelerek, "Normal Bir Durum!.." olarak görmeğe
başlaması...
Baştaki bütün yöneticiler: Cumhurbaşkanının,
Başbakanın, Vekillerin, en üst düzeydeki bürokratların; eğitimcilerin,
Hacıların Hocaların; anne ve babaların; esnaf, sanatkâr ve tüccarların: "Daha
yeni Namaz kıldım. Abdesimle duruyorum!.." dedikten, hemen
sonraki alışverişte: "Daha ilk siftah Bismillah!.." diyerek
vatandaşa on misli kazık atması; "Dinle, Allah" ile aldatma,
dini suiistimaller. İnsanları kandırmaları, aldatmaları... Kısaca her kesimden
herkesin, yapılan yanlışlıkları gördüğü halde, kılını dahi kıpırdatmaması,
inadına olup bitenlere seyirci kalmak ile yetinmeyip, bu usulsüzlüğe alkış
tutması...vb. bir "Toplumsal Çürüme" nin en önemli
göstergelerindendir...
Müslümanlarda, Emir Hz. Osman Döneminde böyle çürüme
olmuş ve bu çürüme Müslüman’ın Müslümanlarla hatta en önemlisi, Sahabiler, Emirler
ve Emirlerin birbirleri ile savaşıp binlerce Müslüman’ın ölmesine sebep olduğu büyük
bir “Sosyal Çürüme” olmuştur. Emir Hz.
Osman'ın uygulama ve adaletine karşı ayaklanan yine Müslüman Gruplar Emir
Hz. Osman 'ın evini kuşatarak, Emiri öldürmesinden hemen sonra zorlamayla Emirliğe
getirilen Hz. Ali ve sonrasında dahi gelenler bu çürümeyi düzeltememişlerdir.
Halk birbirine girmiş, Sahabiler dahi kamplara bölünmüş, Kabile Kabile, grup
grup, Meshep Meshep ayrışmışlar; kardeş kardeşe düşman olarak birbirlerini
yemiş, Binlerce Sahabi, Peygamber Hanımları, oğulları, kızları, torunları,
akrabaları, kardeş, eş dost, boşu boşuna, Makam Mevki ve İktidar olma yolunda bir
hiç uğruna öldürülmüşlerdir...
Yıkılan, yok olan üstün medeniyetlerde de "Sosyal
Çürüme", Zamanın En Gözde Medeniyetlerini, yerle bir
etmiş, tarihin çöplüğüne, tozlu raflarına atmaktan asla
çekinmemiştir!..
İrem Kavmi, Semut Kavmi, Sadom ve Gomore, Uhut,
Etiler, Sümerler, Hititler, Akadlar, Uygurlar, Babiller, Grekler, Tarakyalılar,
bunlardan sadece bir kaçıdır.
Tekrar tekrar tarihin tozlu raflarına atılmak
istemiyorsak, Din ve Devlet İşleri ayrı kalmaya devam etmelidir... Din ve
Devlet işleri Selçukluda Osmanlıda ayrıydı. Ne zaman ki Din ve Devlet işleri
birbirine karıştı Allah ile Din ile aldatıldılar. Din ve Allah
ile aldatanların esiri oldular ve bu koca koca devletler, boş bir çuval gibi
yıkıldılar; fakat gövde nasıl devrildiğinin farkına varamadı...
Din, iman ve inanç; insan beyninde, ruhunda,
vicdanında ve davranışlarına yansımış uygulamalar bütünüdür.
Dini: Kılık, kıyafet, saç, sakal, bıyık veya çarşaf,
burka, abiye; kısa etek, şort, pantolon...vb. örtülerde ve şekillerde “Din ve
İnanç” aramak Allah'ın Emirlerine aykırıdır. Abes ile iştigaldir. Allah
insanı elbisesiyle, çarşafıyla, kılık kıyafeti; saç ve sakallarıyla
yaratmamıştır. Bunlarda keramet aramak da boşunadır. Peygamber sonrasında
kişiler ve liderler ilahlaştırıldı. Kutsallar arasında ilk sıraya, Allah
gelmesi gerekirken Emir, Halife, Padişah Lider geldi. Ne
yazık ki insanlarımız: İndirilen dini değil, "uydurulan
dini" yaşamayı tercih etti. İnsanlara:
Dinin ne?
Namaz kılıyor musun?
Oruç tutuyor musun?
...vb. gibi Allah'ın soracağı soruları sormayacaksın.
Aç mısın?
Bir ihtiyacın var mı?
Sana nasıl yardımcı olabilirim? ...vb. gibi, kulun kula
soracağı, sorular soracaksınız.
Cebrail, Azrail, İsrafil, Mikail, Harut, Marut, İfrit …vb.
“İblis” hariç, bütün Melekler "İnsana" secde
etmiştir!.. Bütün Meleklerin kendisine secde ettiği bu varlık
varlıkların en şereflisi olan eşrefi mahlukattır. İnsandan beklenen de
kendisine yakışan olmalıdır…
Bu modern çağda; çağdaş uygarlık seviyesine
çıkabilmemiz için yeryüzünün en şerefli varlıkları "İnsan" olarak;
akla, bilime dayalı; soran, sorgulayan. İtiraz eden; uygulamaya dayalı, sahada:
Görerek, işiterek, dokunarak, bilgisayarlı, laboratuvarlı, teknolojinin en son
icatlarının kullanıldığı Eğitim ve Öğretime dönmediğimiz takdirde:
"Din Eksenli, Hacılar, Hocalar, Tarikat, Cemaat,
Gavs, Şeyh, Şıh...vb." lerinin gölgesinde gideceğimiz yer, eski ve
yakın örnekleri olduğu gibi tarihin tozlu raflarıdır...
Durum:
Hz. Ebubekir,
dört (4) yıl, dokuz (9) ay, yani yaklaşık beş (5) yıl, Emirlik yapıyor.
Peygamberin sünnetine uyuyor, Toplumun her kesiminin hayat kalitesini
yükseltiyor.
Hz. Muhammed Peygamberin on
beş (15) yaşındaki eşi Ayşe’nin (İlk Müslümanlardan ve Sahabe Hz. Ebubekir’ in kızı), bir sefer dönüşünde, kocası Hz. Muhammed’i,
genç bir Müslüman asker ile aldattığı iddiasıyla karşılaşıyor. İddia,
Müslümanlar arasında yayıldığında, Hz. Ali’nin bu olay üzerine, Peygambere:
“Ey Allah’ın Resulü. Ayşe’yi boşa! Sana Hanım mı yok?” demiş olduğu
rivayetinden, “Ayşe’ye aldığı tavır sebebiyle, Ayşe. Hz. Ali’ye
kırılmıştır.
İşte bu sebepten, Hz. Ali’nin Emirliğine karşı çıktığı ve Peygamber’in dul eşi Ayşe de etrafına topladığı Sahabeler’den Talha bin Ubeydullah ve Zübeyr bin Avvam gibi İslâm’ın tanınmış şahsiyetlerinin başlarını çektiği ordu birlikleri ve Ayşe’nin emrinde bulunan birlikler ile birlikte, Basra’da (8 Aralık 656) Hz. Ali ile savaşa tutuşuyorlar. Sahabeler’ den Talha ve Zübeyr orada öldürülüyor. Hz. Ali, rahmetli Peygamber’in eşi Ayşe’ye dokunulmaması konusunda Emir veriyor. Savaşta 20.000. Müslüman birbirini öldürdü… Ayşe, Medine’ye gönderildi… Hadise develerin etrafında geliştiği için, bu olaya Deve (Cemel) Vakası, Savaşı adı veriliyor. Bu savaş niçin? Seçilmiş Emir’nin yerine sen iktidar olacaksın ben olacağım!..
Sunnîlerin:
Emir Hz.
Ebubekir (Doğum Tarihi: 571-634) Emirliği (632-634) iki (2)
yıl,
Emir Hz. Ömer (Doğum
Tarihi 582-644) Emirliği (634-644) on (10) yıl,
Emir Hz. Osman (Doğum
Tarihi 575-656) Emirliği (644-656) on iki (12) yıl ve (Doğum Tarihi: 21 Mart
599-656)
Emir Hz. Ali, elli
yedi (57) yaşında, Emirliği (656-661) beş (5) yıl sürüyor!.. Ebubekir, Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali belirtilen
bu süreler içinde Emir olarak kaldılar…
Kadir
i Hum Olayına göre ilk Emir olması
gereken Hz. Ali, Arap Muaviye Kabilesi tarafından dışlanıp “Müminlerin
Emiri” olması, uzun süre engellenmiş olduğunu, bu tarihi belge ve
olaylardan anlıyoruz!..
Çoğu İslâm toplulukları, Dört (4) Emir
Dönemini kabul eder. Bunları önemli bulup, bu Dört Emirye saygı
duyarlar. Hz. Ali taraftarları (Alevîler) ise bu üç Emir’ye,
Hz. Ali’nin hakkını gasp edenler, olarak bakarlar ve bu sebeple, onların
Emirliklerini kabul etmezler… Hz. Ali ve Oğulları soyundan gelen On
İki (12) İmamı, İmam olarak görüp Emir olarak da kabul eder ve benimserler…
Hz. Muhammed'in amcasıoğlu ve damadıydı. Mekke'de genç bir erkek olarak, İslâm'ı benimseyen ve Hz. Muhammed'e desteğini sunan
kişiydi. Daha sonra, hayatını riske atarak Hz. Muhammed'in Medine'ye güvenli bir şekilde kaçışını kolaylaştırdı.
Medine'de, Hz. Muhammed ile bir kardeşlik anlaşmasına yemin etti ve Hz. Muhammed, kızı Fatma'yı. onunla evlendirdi. Hz. Ali, Hudeybiye Antlaşması'nda Hz. Muhammed’in sekreteriydi ve Tebük
Seferi sırasında, Hz.
Muhammed'in yardımcısı olarak görev yaptı.
Hz. Ali genellikle, Hz.
Muhammed'in ordusundaki en yetenekli savaşçı olarak kabul edilir ve
ikisi, Nacran'dan bir Hristiyan Delegasyonuna karşı, İslâm'ı temsil
eden tek Müslüman
erkekti.
Hz. Ali'nin İslâm'ın merkezi, metni olan Kuran'ın toplanmasındaki rolü, onun en önemli katkılarından
biri olarak kabul edilir. Hz.
Ali’nin Şii İslâm'da, “Gâdir-î Hum Olayı” nda Hz. Muhammed'in meşru halefi olarak atandığı
kabul edilir.
"Güler yüzlü ve yardımsever, düşünceli ve çekingen; [Hz. Ali] dinin
yerini siyasetin ve bağlılığın, entrikalarla değiştirildiği dıramalardan
kaçındı."
Herhangi bir ciddî muhalefetin olmaması ve özellikle Ensar ve Irak Delegesyonlarının ısrarı üzerine, Hz. Ali sonunda 25 Zilhicce'nin (MS 656) mantosunu aldı ve Müslümanlar Mescid-i Nebevi'yi ve avlusunu doldurarak ona biat ettiler.
Hz. Ali'nin, Hz. Osman 'ın saltanatının
ciddi, iç sorunlarını miras aldığı ileri sürülmüştür. Hz. Ali, Emir olarak atanmasının ardından, başkentini Medine'den
günümüz Irak'ındaki Müslüman garnizon şehri olan, Kûfe'ye nakletti. Hz. Ali ayrıca, Hz. Osman
'ın amcasıoğlu, Hz. Muhammed’in gayınbiladeri Şam Valisi Muaviye de dahil olmak üzere, yozlaşmış olduğunu
düşündüğü Hz. Osman 'ın Valilerinin
çoğunu görevden aldı…
“Roma Bizans imparatorluğunun despotizmini yansıtan paralel bir güç yapısı
inşa etmişti!..”
Hz.Osman 'ın amcasıoğlu, Hz. Muhammed’in gayınbiladeri olan Muaviye, Emir seçilmiş olan, Hz.
Ali'nin Emirlerine karşı geldi!.. Ona biat etmedi ve yapılan bütün müzakereler
başarısız olunca, iki taraf, “Birinci Fitne” olarak bilinen kanlı ve uzun bir iç savaşa girdi… (Müslümanın
Müslümanı katletmesi…)
Hz. Ali'nin MS 661'de Irak’taki
Başkent Kufe Camii'nde öldürülmesinden sonra, oğlu Hasan, Müslümanların Emiri seçilmiş ve
Muaviye'ye karşı, benzer bir yaklaşımı benimsemiştir; ancak Muaviye,
askerî komutanların ve Aşiret Reislerinin Sadakatini, satın almaya
başlayınca, Hasan'ın askerî harekâtı, çok sayıda ilticaya uğradı. Hayatına yöneltilen başarısız bir suikast girişiminden son anda yaralı
olarak kurtulan Hasan, Emirliği Şam Valisi Muâviye b. Ebî Süfyan'a devretti…
İlk dört Emir, modern İslâm içi tartışmalar için özellikle önemlidir: Sünnî Müslümanlar için onlar adil yönetimin modelleridir…
Şiî
Müslümanlar için dört
kişiden ilk üçü gaspçıydı. Hem Sünnî hem de Şiî Müslümanların kabul
edilen gelenekleri, doğru yönlendirilmiş dört Emir arasındaki anlaşmazlıkları
ve gerilimleri detaylandırıyor.
Sünnî İslâm'da, ilk Emirlere 'doğru yoldaki' etiketinin uygulanması, onların eylem ve
görüşleri (Arapça: Sunna) dinî bir bakış açısıyla, takip edilmesi ve taklit
edilmesi gereken modeller olarak, statülerini ifade eder. Bu anlamda, hem 'doğru
yolda' hem de 'doğru yol göstericiydiler’.
Sünnî görüşe göre Onların
hayatlarıyla ilgili anlatılar, doğru inanca kılavuzluk ediyordu.
“Müminlerin Emiri” olan bu dört insanın hepsi Hz. Muhammed'in yakın arkadaşları ve
akrabalarıydı: Sırasıyla Ebu Bekir (kızı Ayşe) ve Ömer (kızı Hafsa) 'in kızı, Hz. Muhammed ile evlendi…
Hz. Muhammed'in amcasının kızının oğlu olan Osman, Peygamberin (iki
kızı Rukiye, Rukiye öldüğünde de Ümmü Gülsüm), iki zkızı ile evlendi… Başka bir kızı da Peygamberin yeğeni Hz. Ali
(Fatma) ile evlendirildi. Hiçbirinin Emirliği (Müminlerin
Emiri) kalıtsal değildi…. Emirliklerini halk veya “Şura Kararı” belirledi…
Sünnîler, uzun süre, Raşidlerin (Doğru Uygulamalı Emirler: Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali Dönemlerini, örnek almaya çalıştılar. Bu yönetimi, İslâmî doğruluk ve liyakate dayalı, örnek bir yönetim sistemi olarak gördüler. Sunnîler de bu sistemi, Kuran'da ve hadislerde, Allah’ın rızasını gözetmiş Müslümanlara vaat ettiği, dünyevi başarıya benzetirler. Bu muhteşem başarı, Raşidlerin (Doğru Uygulamalı Emirler (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali)) Dönemine özenme, çekiciliğini daha da artırdı… Bununla birlikte aynı zamanda:
Ömer Döneminde Araplar'ın, Arap olmayanlar üzerinde hâkimiyet sağlama, “Etnik
Temelde Hâkimiyeti…”
Hz. Osman 'ın Emirliğinin eş dost, akrabaları Vali Olarak ve
Yetkili sıfatıyla Devletin başına atayarak, yaygın kayırmacılığının, İslâm'ın esas
amacı ve çağrısıyla gerçek bir çelişki içinde olduğuna, dikkat çekilmiştir…
Hz. Osman’ın Emir olarak bulunduğu
sırada, Hz. Osman’ın adaletsiz yönetimine karşı çıkarak; Medine
Şehrinde halktan büyük bir grup, Müslüman olan İbn Sebe’nin önderliği ve yönlendirmesinde: Mısır,
Kûfe ve Basra’daki Müslüman halklar, Hz. Osman’ı
ve ailesini açıktan eleştirmeye başlamışlardı. İbn Sebe’nin
önderliğindekiler, bütün bunları yaptıkları gibi; ayrıca haksız ve anlamsız
isnatlarda da bulunuyorlardı.
İbn
Sebe’nin
önderliğindekiler Hz. Ali, Hz. Zübeyr, Hz. Talha ve Hz. Âyşe başta olmak
üzere, Ashabın büyüklerinin ağzından, asılsız mektuplar yazarak:
Bahsedilen yörelerdeki halkı “Cihat” için Medine’ye çağırmışlardı…
Medine’ye yürüyerek giden ve giderek de
yolda çoğalan bu kalabalık, Müminlerin Emiri Hz. Osman’ın Yönetimine
karşı şikâyetçi olan gruplar, Hz. Osman’ın Medine’de bulunan
evini kuşatarak, Hz. Osman’ı muhasara altına alıyor… Bu muhasara
sonucunda, önceleri Müslümanların Emiri Hz. Osman’ın evine suyun
girişinin yasaklanması, sonrasında da öldürülmesi ile ülkede isyanlar,
öldürmeler, büyük bir kaos ve karışıklık başlıyor… Bunun üzerine, bu olayları
durdurabilecek ve huzursuzluğa son verecek tek kişi olarak Hz. Ali’den başkasının
olamayacağı görüşü ağır basıyor… Bu inancı taşıyan halk, köşesine
çekilmiş, dinî ibadetiyle meşgul bulunan elli yedi (57) yaşındaki Hz.
Ali’ye, yığınlar halinde gelerek ricada bulunuyorlar… Rica etmek fayda
vermeyince, “Müminlerin Emiri” olması
yolunda çok fazla ısrar ve baskı yapıyorlar….
Müslümanlar arasında oluşan bu nifahı,
husumeti ve savaşı ancak kendisinin durdurabileceğinin, halk tarafından
söylenmesi ve bu konudaki ısrarı üzerine, “Müminlerin Emirliğini” kabul
etmek zorunda bırakılır…
Hz. Ali, halktaki bu taşkınlığı gidermek, öldürmeleri durdurmak, “Müminlerin Emiri Hz. Osman ’ı” katleden suçluları cezalandırmak için girişimde bulunur; fakat suçlular çok büyük kalabalıklar olup: “Hep bir ağızdan Hz. Osman ’ı hepimiz öldürdük!” diye bağırırlar. Bu kalabalığı cezalandırmak mümkün gözükmemekle birlikte, daha da büyük bir kaosa sebep olacağı aşikârdır. Bu durumda taşkın kalabalığı sükûna erdirmek ve suçluları cezalandırmak, büyük bir gizlilik, derin bir araştırma, biraz da zaman ister…
Medine’de, Halk tarafından Müslümanlar’ın
Emiri seçilmiş bulunan Hz. Ali’nin; Hz. Osman’ın akrabaları
olan bazı Valileri de görevden alacağı etrafta duyulunca, bu Valiler makam ve
mevkilerini kaybedecekleri konusunda endişelenerek, yerlerini terk ederek,
şehirdeki bütün mal, erzak ve hazineleri de alarak, Medine’ye doğru
hareket ederler... Hz. Osman ’ın katilleri bulunmadan, yeni Müminlerin Emiri Hz. Ali’ye biat
etmeyeceklerini ilan ederler… Biat etmeyen bu gruplar, Hacdan kendi kafilesiyle
yeni dönmekte olan Hz. Muhammed’in en genç eşi Hz. Ayşe’yi de
yolda karşılayıp birleşerek, “Müminlerin Yeni Emiri Hz. Ali’ye savaş açarlar…
Bundan da anlaşılmaktadır ki bu dört Emir (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali) olmak üzere:
Hz. Peygamber de dahil, birbirlerinin damadı, kayınbabası, bacanağı,
eniştesi, dünürü, damadı, amcasının oğlu, amcasının kızının oğlu, kayınbiraderi,
akrabası ve hısımıdır. Buna rağmen, Makam ve mevki “Müminlerin Emiri” olma konusunda, Müslüman gruplar, birbirlerine düşmüş, ayrışmış: Kabile Kabile,
Grup Grup, Meshep Meshep bölünerek, çatışmaları günümüze kadar getirmiş ve
tartışmalar hâlâ bitmemiştir…
Hz. Muhammed'in Allah’ın
Elçisi, “Müminlerin Emiri” olmasından sonra gelecek Emirin kim olacağı meselesi) Müslüman
toplumu bölen,
temel meseledir. Yazar Carl Ernst'e Göre:
Sunnî İslâm: Adaletine bakılmaksızın, haleflerinin siyasî statükosunu kabul ederken, Şii Müslümanlar, ilk üç Emirin meşruiyetini, büyük ölçüde reddediyor ve Hz. Muhammed'in, Hz. Ali'yi Emir olarak atadığını iddia ve Hz. Ali’nin “Müminlerin Emiri” olma hakkının gasp edildiğini kabul ediyor ve bu gasp edilişe inanıyorlar.
Müminlerin Emirliğine Getirilen Hz. Ali’ye, Karşı Çıkanlar:
Hz. Osman Döneminde,
Osman’ın Emirliği ve talimatıyla tayin edilip atanan ve bizzat Hz. Osman’ın
akrabaları, eş ve dostları durumunda olan bu Emevî Valileri bir araya
geldiler. “Müminlerin Emirliği” makamına getirilen Hz. Ali’nin ilk icraat
olarak, şikâyet edilen ve adı çıkan Valileri görevden alacağının duyurulması ve
bir kısmının görevden alınması ile birlikte, Hz. Ali’nin Müminlerin Emiri
olmasını kabul etmemek işlerine geldi. Bu bahaneyle, isyan ederek, Hz. Ali’nin
bulunduğu şehir Medine’ye, Valisi bulundukları şehrin bütün zenginliklerini, hazinelerini
de yanlarına alarak, teçhizatlı ordularıyla hareket ederler…
Hz. Muhammed Peygamberin en genç hanımı Ayşe (Aişe bint Ebu Bekir) dahil, Hz. Osman’ın akrabalarından ve Hz. Osman’ın atadığı Valilerden, Emevî Valilerinin yanında yer alarak halk tarafından meşru olarak seçilmiş, Müminlerin Emiri Hz. Ali’ye karşı savaş açarak isyancıların tarafında yer almış olan kişiler şunlardı:
1) Hz.
Muhammed’in 15 yaşındaki en genç eşi, Hz. Ebubekir’in kızı Ayşe (Aişe bint Ebu
Bekir)
2) Şam Valisi Muaviye
bin Ebi Süfyan
3) Humus ve Suriye'ye bağlı
olarak Muaviye'nin maiyetinde Abdurrahman bin Halid
4) Kınnesrin Emiri, Habib
bin Mesleme el-Fihri,
5) Ürdün Emiri Ebu'l A'var
es-Sülemi,
6) Filistin Emiri Alkama bin Hâkim et-Kinanî birlikte, karşı cephe olarak yan yana bulunmaktaydılar.
1. Hz. Ali'nin ilk eşi Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in kızı Hz. Fatıma olmuştur. Hz. Ali’nin, Hz. Fatıma’dan üç (3) erkek iki (2) kız çocuğu olmuştur… Hz. Fatıma ölene kadar da başka kimseyle evlenmemiştir.
2. İkinci
Eşi Ümmü'l Benin, Amir b. Kilab Kabilesindendi. Bu hanımdan: El-Abbas, Cafer, Osman ve
Abdullah adında dört (4) çocuğu olmuştur.
3. Üçüncü
Eşi Leyla bint-i Mes'ud’du. Bu
hanım ise Temim Kabilesindendir. Bu hanımdan da: Abdullah ve Ebu Bekir olmak
üzere iki (2) çocuğu olmuştur.
4. Dördüncü
Eşi Ümame, Hz. Muhammed'in damatlarından olan Ebu'l As b Rebi’nin kızıydı.
Hz. Ali’nin, Peygamberin torunu Ümame isimli eşinden de: Muhammedu'l
Evsat bir (1) çocuğu dünyaya gelmiştir.
5. Beşinci Eşi:
Havlet Bint Cafer idi. Bu eşinden de bir (1) çocuğu Muhammed Bin El
Haniffiye isimli çocuğu olmuştur.
6. Altıncı Eşi: Ümmü Said
idi. Bu eşinden ise Ümmü Hüseyin ile Büyük Remle isimli iki (2) çocuğu
olmuştur.
Süfyan bin Uyeyne'ye Göre:
Hz. Ali'nin eşlerinin dışında, on yedi (17)
de Cariyesi olmuştur.
Eşlerinden on dört (14) tane erkek, on sekiz (18) tane
de kız çocuğu olup bilinen bu bilgilere göre Hz. Ali’nin toplam otuz iki
(32) çocuğu bulunmaktaydı…
Cariyelerinden olan çocukları hakkında bilgiler
bulunamamıştır; çünkü İslâm kültüründe Cariye, Savaş Esiri, Köle Kadınlar,
evlilik olarak kaydedilir; fakat statüleri, nikahlı eşlerden çok farklı
olup; bunlarla, cinsel beraberlik için nikâh
dahi yapılmaz, çocukları, diğer çocuklar gibi çocuk olarak sayılara dahil
edilmezlerdi, babalarının mirasını sahiplenemezlerdi… “İslâm Adaleti” diye bize
yutturulan “Hak, Hukuk, adalet ve
eşitlikçi” Din anlayışı.…
KAYNAK:
https://www.cnnturk.com/yasam/hz-alinin-cocuklari-kimlerdir-hz-alinin-eslerinin-ve-cocuklarinin-isimleri-nelerdir
https://dmjoy.com.tr/hz-alinin-cocuklari-kimlerdir-hz-alinin-eslerinin-ve-cocuklarinin-isimleri-nelerdir/
https://www.milliyet.com.tr/ramazan/dini-bilgiler/hz-alinin-esi-ve-cocuklari-kimlerdir-kisaca-isimleri-ve-hayatlari-6934226
Hz. Ali’nin “Ebû Musa Eşârî” ’yi; Muaviye b.Ebu Süfyan’ın da: “Amr b. El-Âs” ’ı hakem olarak tayin ettikleri ve adı geçenlerin Şubat 657 tarihinde, ortak bir karara varmak için bir araya gelip, bu konuda hüküm vermek için anlaştıkları olayın adıdır.
Onlar sulhun böyle devam edemeyeceğini, hem Hz. Ali
hem de Muâviye'ye Biat edilmemesi gerektiğine inanarak, fikir birliğine
vardılar…
O halde yeni Emir, Müslümanlar tarafından
seçilmeliydi. Şimdi yapılacak iş, bu kararlarını Müslümanlara bildirmeye
gelmişti. Bu kararı cemaate açıklamak üzere Ebû Musa el Eş’arî minbere
çıktı ve Allah'a hamd ve senadan sonra:
"Ey nas! Biz Ümmetin durumunu düşünüp bir formül
bulmakta epey zorlandık. Hem benim hem de Amr'ın görüşü şudur: Hz. Ali ve
Muâviye'yi hilâfetten uzaklaştırmak ve Ümmetin kendisinin istediği birisini, Emir
tayin etmelerini sağlamak gerekir. Bundan dolayı ben, Hz. Ali ve Muâviye’yi
hilâfet görevinden alıyorum!" dedi. Sıra Amr
bin As'a gelince, Amr bin As da minbere çıktı ve şöyle konuştu:
"Şüphesiz Ebû Musa el Eş’arî 'nin söylediklerini
duydunuz. Ebû Musa el Eş’arî, Ali'yi
görevden almıştır. Ben de onun yerine Muâviye'yi Emir tayin ettim!.."
deyince herkes şaşkınlıktan ne yapacağını ne diyeceğini bilemedi. Bu karara Ebû
Musa derhal itiraz ederek:
"Sana ne oluyor ki anlaşmaya ihanet ediyorsun, sen
facir oldun. Allah seni başarıya ulaştırmasın!.." diyerek orayı
terketti. (İbnü'l-Esîr a.g.e 340).
Hakem
Olayı'nda
Muaviye’nin hakemi hileli bir yolla Hz. Ali’nin “Müminlerin
Emirliği Makamına” son verdi...
İki
tarafa da karşı çıkan “Hariciler” denen bir grup ortaya çıktı... Daha sonra Hz. Ali bunlarla
da mücadele etmek zorunda kaldı...
Yıl
657: Sıffin Savaşı, Hz.
Ali ile onun “Müminlerin Emirliği” ni tanımayan Hz. Ayşe ile Zübeyr, Tâlha (Bizzat istedikleri halde kendilerine Hz. Ali
tarafından Valilik Görevi verilmeyenler) ve Şam Valisi Muaviye (Alınacak
valiler arasında bulunanlar) arasında
oldu. Hz. Ali'ye Biat etmeyenlerin başında geliyorlardı.
Hasan
ve Muaviye arasında Emirlik savaşı başladı. Hasan bu Müslüman savaşına
son vermek için bir anlaşma yaptı; fakat bir kısım Müslüman toplulukları bu
anlaşmaya itiraz ettiler…
Ölmeden önce kardeşi Hüseyin'e
Resûl-i Ekrem'in (Peygamberimiz) yanına, bu mümkün olmadığı takdirde, Cennetü'l-Bakī'da
annesinin yanına gömülmesini vasiyet etmiştir. Mervân b. Hakem birinci
teklife karşı çıktığı için Medine Valisi Saîd b. Âs'ın kıldırdığı cenaze,
Namazından sonra, Cennetü'l-Bakī'de annesinin mezarı yanına
defnedilmiştir…
Medine Müslümanlardan Alındı. 10.700 veya 11.700 Müslüman
öldürüldü. Üç gün boyunca evler yağmalandı, Peygamberin Hanımları, Akrabaları,
Hz. Ali ve Hz. Osman ve Ünlü Sahabelerine kız ve hanımlarına tecavüz edildi,
işkence yapıldı. Bu utanç tablosu tarihte, Yezit bin Muaviye Döneminde
‘’Harre Olayı’’ olarak geçmiştir. Bu vakadan doğan çocuklara da: “Evlâddü’l
Harre” çocukları ismi verilmiştir… Kerbelâ Katliamı, Harre Katliamı,
Mekke’nin Kuşatmasında, Mekke’nin yakılarak, Kabe “Haccac” Mancınıklarla taşa
tutularak yıkılmış, isabet alan Karataş üç parçaya bölünmüştür… Şehir Yezit ’in
askerlerince Mancınıkların attıkları yağlı taşlar ile yakılmıştır.
Öncü
Sahabilerden Abdullah bin Zübeyr ve Sahabelerden Zübeyr bin Avvam ile ilk Emir Ebu Bekir'in kızı Esma bint Ebu Bekir'in oğlu, Hz. Muhammed'in eşlerinden biri
olan Ayşe bint Ebu Bekir'in de yeğenidir,
on binlerce kişi ve Sahabe öldürüldü, Emevîler, Mekke’yi yeniden
aldılar...
İşte
hadisler, böyle bir ortamda toplandı. Bu şartlarda hadislerin ne kadarı sahih
olabilir?..
Dede Kasım Güvercin’e Göre, Alevilik Nedir?
Bektaşilik, Kızılbaşlık alt gruplarından sonra, üst derece olan Alevîlik’tir.
Alevilik (Kızılbaş): Allah’ı ve Resulü uğruna
kendini adamış, onların yolunda, canından ve malından vazgeçmiş, “Bu yolda ölmek var, dönmek
yoktur!” yeminini, başına sardığı, kırmızı sarık ile ilan
etmiş kişidir.
Alevilik: Allah, Hz. Muhammed, Hz. Ali kutsallığını, kalbinde taşıyan, Hz. Ali’nin adaletinden ayrılmayan, temelinde insan sevgisi bulunan, her dine, mezhebe, her inanca saygı duyan ve hoşgörü ile bakan bir görüşün adıdır. Bu görüş mensupları, bütün topluluğa: Dil, din, ırk, renk, farkı gözetmeyen, Hace Bektaşî Veli Sözü: “Eline, Beline, Diline” sahip olma ilkelerini, her kesime şart koşan, bir anlayışın adıdır.
“El, Bel,
Dil”
Genel Kabule Göre: Ahlâklı
olmak anlamında
kullanılan: "Eline, Beline, Diline Sahip Ol!.." sözü, söylendiği
döneme göre, başka anlamları yansıtmaktadır.
Diline sahip ol: Kötü söz söyleme!
Beline sahip ol: Zina yapma! Bugünkü anlamlarını belirtiyor gibi olsa da Aslı
ve İzahı Şudur:
"Eline sahip çık" ifadesindeki "El": "İl,
Yurt, Vatan, Memleket’tir. Yani bu söz ile iline, yurt, vatanına sahip çık. Demiştir.
"Beline sahip çık": "Bel", "Toprak, ekilen, ürün alınan yer"dir...Toprak, bütün Türkler için kutsaldır. Toprak sürülür,
bellenir, çabalanır, işlenir, ekilirse ürün verir. Toprağını boş bırakma! İş, uğraşından
geri kalma! Toprağını işle, toprağına sahip çık!” demektedir.
"Diline sahip çık" ifadesindeki "Dil": Ağzımızın içindeki
organ değil, konuştuğumuz dildir. Anlaştığımız, şarkılarımız, türkülerimiz,
mâni, ninni, bilmece, bulmaca, masal, tekerleme, fıkralar söylediğimiz
lisanımız, Türkçedir…Ana dilimiz
güzel Türkçemize sahip çıkın ki Arapça, Farsçanın, İngilizce ve diğer kullandığımız
ve artık neredeyse örf, adet, gelenek, görenek, kısa bütün bir Türk Kültürümüzü
alıp götürmüş ve sadece o dili Namazda, niyazda, kullandığımız ve kutsal diye
çocuklarımıza verdiğimiz adlarda, çarşıda pazarda, açtığımız tezgâhlarda,
kullandığımız tabela, levha mağaza, dükkan, fırın, berber, kuaför, terzi, manav
dükkânlara isim olarak verdiğimiz ve kullanır
olduğumuz için kültürümüz yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Bu
sebeple, özellikle Arapça, Farsça ve İngilizce karşısında Türkçe
kelimelerimiz buz gibi eriyip kaybolmasın!.. “Diline sahip çık!” örfün
âdetin, geleneklerin, kendine ait olanlar, öz benliğin topyekûn Türk
kimliğin ve Türk kültürün devam edebilsin denmiştir…
Kendine Gelmek:
Kendine
gelmek, kendini bulmak, kendi kendi ile barışık olarak, kendine gelmek isteyen
insanları, bir çatı altına toplayarak, manevî susuzluklarını gidermektir. İnsanları
yaşadıkları ortam ve toplumda, kendi istekleri ve vicdanî muhasebeleriyle,
kendi kendilerini yargılamalarını sağlayan, bir görüşün adıdır. Bu anlayış: Laik,
demokrat, eşitlikçi, katılımcı, paylaşımcı düşünceyi savunan, görüş olarak karşımıza
çıkar.
Bu anlayış Allah’ın
Peygamberi Hz. Muhammed, amcası oğlu ve damadı Hz. Ali’nin yoludur!..
Alevilik de: Zalime ve
zulme karşı gelen, mazlumun yanında olan, şeriat adı altında yobazlığa,
bağnazlığa, cahiliye devrinin pagan kurallarına bağlı olmayan ve bu
çağdışı uygulamaları reddeden anlayıştır. Bu anlayış:
İslâm dinine,
kendine göre ve Sunnî inancın dışında ve daha farklı olarak bakar ve daha
farklı olarak yorumlar.
Hz. Ali: Hz. Muhammed’in damadı,
amcasının oğlu ve de daha altı (6) yaşından bu yana ve ölünceye kadar, Hz.
Muhamed’in yanından ayrılmayarak, âlemlerin Peygamberinin, her türdeki
öğreti ve uygulamalarını, gözleriyle görüp kulakları ile işitmiş ve birlikte
uygulamıştır…
Hz. Ali’nin tavır,
davranış ve İslâm prensiplerini, gerçek hayata uygulayışı, örnek alınacak, asıl
ve gerçek uygulamalardır… Bu anlayış, Hz.
Muhammed Peygamberin Allah’ın Emirlerini uygulama ve davranış halinde
gösterme, bilgi, beceri, kabiliyet çerçevesinde sentezleyip özümsemiştir.
Hz. Muhammed’in
bütün uygulamalarının, olay ve durumlar karşısındaki tavır ve davranışlarını, konuşmalarını,
meseleler karşısındaki tutumu ve nasıl uyguladığına yakından tanık olmuş ve çok
tabii olarak, en iyi bilen ve gerçek hayata uygulayan, yorumlayan kişi, şüphesiz
Hz. Ali olacaktır… Öyleyse Hz. Ali’nin söyledikleri ve bildikleri,
diğerlerine göre daha doğru ve Hak’tır. Yol bu yol ve Hak bu Hak’tır!..
3. Emir
seçimi yapılırken; Abdurrahman b.
Avf, Hz. Ali’ye:
“Hükümet
sisteminde, Allah’ın kitabı, Peygamber’in sünneti ve Şeyhaynler
(Ömer ve Ebubekir’in) takip ettiği yola, yöntemine uyacak mısın?!..” Dediğinde, Hz. Ali:
Hz. Muhammed Öldükten Sonra, Sırasıyla:
Emir Hz. Ebubekir,
Emir Hz. Ömer
Osman İslâm Devletine Emir olmuşlardır. Hz. Osman da Emirliğinin özellikle son dönem İslâmî
uygulamalarında, Peygamber’in Hanımları:
(Hz. Hatice
Binti, Hz. Sevde, Hz. Ayşe, Hz. Hafsa Binti Ömer (İslâm’ın ikinci Emiri Hz .Ömer’in
Kızı), Hz. Zeynep Binti Huzeyme, Hz. Ümmü
Seleme, Hz. Zeynep Binti Cahş, Hz. Cüveyriye, Hz. Ümmü
Habibe, Hz. Safiye, Hz. Meymûne, Hz. Mariye ) Bunlardan Hz. Muhammed’in en genç hanımı Ayşe
(Peygamberin Kayınbabası İlk Emir Hz Ebubekir’in Kızı)
tarafından Emir Ebubekir’in gerçek hayattaki uygulamalarının, bu yönde
olmadığı ve Hz. Osman’ın yanlış yönde olduğu konusunda, Emir Hz. Osman’ı
çeşitli vesilelerle eleştirilmişlerdir…
Emir Hz. Osman ’ı sert dille
eleştiren Ayşe’ye Emir Hz. Osman, güvenlik açısından şehri terk etmemesini
söylenmiş; fakat Ayşe bunu yapmak yerine, Medine’de bir isyan
başladıktan sonra, etrafındakilerle Hac için Mekke’ye geçmiştir!.. Ayşe, Mekke’den
Hacdan dönerken, yolda, Emirlik makamında bulunan: “Hz. Osman’ın
uygulamalarına karşı çıkarak, Medine’ye kadar kalabalık gruplar
oluşturarak ve bu kalabalıkların yollardaki katılmalar sebebiyle giderek
artarak, Medine’ye kadar ulaştığı ve bu Muhalif Müslüman Halk
Kalabalığı, tarafından, Emir Hz. Osman’ın öldürüldüğünü ve yerine Hz.
Ali’nin, halk tarafından Emirlik makamına getirdiği…” haberini alır.
Emirlik makamına oturan Hz. Ali, Hz. Osman ’ın katillerini cezalandırmak ister; fakat: “Hz. Osman
’ı hepimiz öldürdük!..” diyen isyancı topluluğu ile karşılaşır. Bu topluluk,
bütün şehre hâkimdir…Şehre hâkim olan bu toplulukla, bir anda başa çıkmak, mümkün
değildir!
Aslında Emirin kim olacağı Peygamber Hz. Muhammed
Döneminden beri bellidir!.. Bu Hz. Muhammed’in damadı,
amcasının oğlu ve de daha altı yaşından bu yana ve ölünceye kadar, Hz.
Muhamed’in yanında bulunarak, âlemlerin Peygamberinin her türdeki öğreti ve
uygulamalarını gözleriyle görüp, kulakları ile işitmiş olan Hz. Ali’dir…
Aslı, doğruluk; kemâli, dostluk; cevheri, merhamet;
görüşü, eşitlik; hazinesi, bilgi; meyvesi, sevgi hamuru ile yoğrulmuş, insanı kâmil
ve erdemli insan olmayı hedefler… Bu
anlayışta Allah ile korkutma yoktur!.. Korkuyu aşıp, sevgi ve aşk ile Tanrı’ya ulaşma
ve yönelme kadın ve erkek bütün kullarda adalet ve eşitlik, sevgi ve barış anlayışı,
esas unsurdur; ancak Sahabi unvanı ve üstünlüğüne mashar olan bu kişiler,
adaletten ayrılmış, Kabilecilik ve benden olsun, ne olursa olsun benciliğine
esir olmuşlardır… İslâm dinine ikilik ve fitnelik sokmuşlardır!..
Sonraki zamanlarda bu daha da derinleşecek, birçok
yerde İslâm Dininin kurallarını en iyi kendisinin anlayıp uyguladığını iddia
eden İmamları: (İnanç açısından Maturidilik ve Eşarîlik, fıkhî açıdan
da Hanefi, Şafii, Malikî, Hanbelî ve bazen de
Caferî Mezheplerine
bağlıdırlar. Bu dört mezhepten ilki olan Hanefî Mezhebi itikat olarak
Maturidiliğe bağlıdır. Diğer üç Mezhep ise Eşariliğe bağlıdırlar.) takip eden
taraftarlar sebebiyle, yine taraftarlar arasında, Dinde, Mezhep Kavgaları baş
göstermiştir…
Enel-Hak ile insanın özünde Tanrı’yı gören, yaradan
ile yaratılan ikiliğinden Varlık Birliğine varan, edep ve ahlâklılığı yaşamın
temeline oturtan, insanı yüceltendir. Hamurunda hem ilâhiliğin hem de
irfaniliğin mayası bulunur. Kişinin ahlâklı ve karakterli yaşam ilkelerini
belirleyen, Hz. Muhammed ve Hz. Ali’den gelen neslin, imametini: Teberra
ve Tebelle ilkesi ile sahiplenen anlayış olarak kabul edilmektedir.
Dini, biçim ve şekil olarak değil, gerçek anlamıyla
algılar. Dini, bağımsız bir irade gücü ve batınî özelliği ile evrimleştiren,
akıl ve iman bütünlüğünde birleştiren ve bütün bunları Kırklar Cemi ile
yürüten bir inanç sistemi olarak görür…
Bu durum, Batınî görüşün,
Sufî geleneklerin en ilginç ve önemli göstergesidir. Bu inanç
sitemi ise İslâmiyet’in ta kendisidir. Peygamberimiz Döneminde “Mezhepler”
yoktur!.. Bu sebeple ayırımcılık da yoktur!.. Bu ayrımlaşmalar,
Peygamberimizden sonra, dinî uygulamalardaki farklı görüş ve düşünüş sebebiyle
ortaya çıkmıştır. Bu ise ideolojiktir. İktidarı elde bulundurma, menfaat ve çıkar
ilişkileri, siyasî amaçlı gruplar tarafından çıkartılmış, bir sistem olarak
değişerek ayrışarak, farklılaşarak da bugünlere kadar devam edegelmiştir.
Ebû Mıhnef’in bu özel vak’a ile ilgili kitabının
büyük kısmı, Taberî’nin Târîhi’nde, 36/657 ve 37/658 yılları olaylarında,
aktarmalar yapılarak bize ulaştırılmıştır. İbnü’n-Nedîm’in el-Fihrist’ine
göre:
İbn Müzâhim el-Minkârî, Ebû Mıhnef’in
muasırı idi. İbn Müzâhim’in başlıca kaynakları Ebû Mıhnef, eş-Şa’bî,
Seyf b. Ömer, Ebû Ravk ve Şakîk b. Seleme’dir.
İbn Müzâhim, Şiî
eğilimine rağmen Sıffîn’deki olayları, önyargılı bir şekilde tasvir
etmeye kalkışmamış; rivayetleri de Taberî ve Belâzurî’nin rivâyetlerinde
gördüğümüz bilgi ile çelişmeden açık, beliğ, bariz bir tarzda ortaya koymuştur.
Cemel Vakası’nın bir şekilde üstesinden gelinmesine rağmen, Şam Valisi Muâviye bin Ebî Süfyan’ın kendisi yeni Emir Hz. Ali’ye biat etmeyi reddetmesi üzerine, kaçınılmaz olarak ortaya çıkan “Sıffîn Savaşı” somut bir netice elde edilmeden sonlandırılmıştır.
Hz. Osman’dan
sonra Emir olan Hz. Ali ile Şam Valisi Muâviye arasında
meydana gelen Sıffîn Savaşı, Şam Valisi Muâviye bin Ebî Süfyan’ın
akıllı manevrası ile neticelenmiş, sorunun çözümü tahkime havale edilmiştir.
Tahkimden somut bir çözüm çıkmadığı gibi ardından, girişilen bölgesel
çarpışmalar da ihtilafa çare olmamıştır.
Hz. Ali Cephesinin,
Hâricî İsyanı (Hz. Muhamed ve Hz. Ali dönemlerde Müslüman Arap Bedeviler, içinden
çıkan Haricîlerin ayrılmasına sebep olmuştur!..) ile bölünmesi ve Şam
tarafı için ciddî bir tehdit teşkil eden Bizans’ın, kuzeyden
hareketlenmesi sebebiyle, Sıffîn’de çarpışan tarafların, zorunlu olarak, bir
saldırmazlık anlaşması imzalamaları ile neticelenmiştir. Söz konusu
“Sıffîn Anlaşması”, her nedense, tarihin tozlu rafları arasında kalmış ve
gün yüzüne çıkmamıştır…
Hariciler, Hz. Ali döneminde meydana gelen Sıffin
Savaşı’ndan sonra, ortaya çıkarlar. Hz. Ali ve Muaviye taraftarları
arasında meydana gelen bu savaşta, Muaviye taraftarları yenileceklerini
anlayınca mızraklarının ucuna Kuran sayfaları takarlar, "Aramızda
Kuran hakem olsun." dediler. Bunun üzerine çatışmalar durur, görüşmeler
başlar.
İşte bu "Hakem
Olayından" sonra bir kısım
insanlar Hz. Ali'ye: "Hariciler: Sen insanları hakem olarak kabul
ettin. Halbuki hüküm ancak Allah’ındır." diyerek Hz. Ali'nin
saflarından ayrılırlar. (1) Bunlara "Hariciler" denir.
"Hüküm ancak
Allah'ındır."(2) cümlesi, Haricilerin sloganı haline gelir. Hatta
bir gün Hz. Ali halka hitap ederken Haricilerden biri kalkar,
"Ey Hz. Ali! Allah’ın dinine insanları ortak
kıldın. Hüküm ancak Allah’ındır." der. Bunun üzerine her taraftan: "Hüküm ancak
Allah'ın!", "Hüküm ancak Allah'ın!" sesleri
yükselir. Hz. Ali buna mukabil şöyle der:
"Söz, hak bir söz, fakat bununla batıl murat
ediliyor."(3)
Bir gün Hz. Peygamber (asm) ganimet dağıtırken
biri çıkar: "Ya Hz. Muhammed, adil ol! Adaletle dağıtmadın!" der.
Kıpkırmızı olan Hz. Peygamber: "Ben adil olmazsam daha kim adil
olur?" der ve şunu bildirir:
"Dikkat edin, bunun neslinden (bu cinsten)
ilerde bir kavim zuhur edecek. Okun yaydan çıktığı gibi dinden
çıkacaklar."(4)
İşte hariciler bu hadisin çizdiği çerçevede
insanlardır. İslâm kahramanı Hz. Ali'yi bile tekfirden çekinmemişlerdir.
Aslında ibadete düşkündürler. Hz. Peygamber (asm)'in tarifiyle:
"Sizden biri, onların Namazı yanında, kendi Namazını,
onların orucu yanında, kendi orucunu, küçük görür; lâkin onların imanı
boğazlarını aşmaz."(5)
Şatıbî'nin yorumuyla: “Yani okuduklarını anlamazlar!” (6)
Hz. Ali ile Şam Valisi Muâviye b. Ebî Süfyan arasında
gerçekleştirilen söz konusu mütarekenin görmezlikten gelinmesi, kaynaklar
tarafından kaydedilmemesi, doğrusu ilginç bir durumdur. Aynı zamanda, bu izaha
muhtaç bir konudur. Her şeye rağmen, mevcut şartlar ve gelişmeler muvacehesinde
böyle bir mütarekenin gerçekleştirilmiş olması, sürpriz sayılmamalıdır.
Zira ne sıcak savaş ne tahkim ve ne de bölgesel çatışmalar, gerek Irak gerekse
Şam tarafı için tatminkâr sonuç doğurmamıştır. Üstelik Sıffîn Savaşı zamanlaması
içerisinde, dışarıdan gelmesi muhtemel tehlikeler de kendisini
hissettirmeye başlamıştır.
Şam yönetiminin Bizans ile yapmış olduğu anlaşmaların süresi bitmiş, Şam Valisi Muâviye b. Ebî Süfyan’ın Bizans’ı durdurmak ve bir süreliğine de olsa, onları idare etmek için ödemiş olduğu vergiler, malî olarak ağır bir yük teşkil edecek duruma gelmiştir. Anlaşmaları yenilemek, bu malî ağırlık ve içeride bulunan Emevî taraftarlığı ve Hz. Ali taraftarlığı gibi iki kutuplaşma sebebiyle neredeyse imkansızlaşmıştır.
Hz. Ali’nin hüküm
sürdüğü Irak Bölgesinin, kendi içinde bölünmesiyle, Şam
üzerindeki hegemon etki azalmıştır. Ayrıca beklenmedik bir şekilde, hem Şam
hem de Irak için tehdit teşkil eden bir Harici tehlikesi baş
göstermiştir.
Bütün bu olaylar ve gelişmeler, Sıffîn’de
savaşan güçleri, sonraki dönemde, barış yönünde adım atmaya sevk etmiştir.
(Sıffin ve Sıffin Savaşı, günümüzde Suriye'nin
Fırat Nehri boyunda Rakka ilinin doğusunda kalan bir bölge ve
bölgede meydana gelmiştir.)
Hz. Ali ile Şam Valisi Muâviye b. Ebî Süfyan arasında meydana gelen,
Sıffîn Savaşı, İslâm tarihinin önemli dönüm noktalarından birini teşkil
etmektedir.
Hz. Osman’ın “Müminlerin Emirliği”nin son yıllarında başlayan
ihtilafların, giderek derinleşmesi neticesinde, Emir Hz. Osman ’ın
asiler tarafından şehit edilmesi ve onun ardından Hz. Ali’nin halk
tarafından, Emir seçilmesi, kısa bir süre sükuneti temin etmiş olsa da
önde gelen iki Sahâbî Talha b. Ubeydullah ve Zübeyir
b. Avvam’ın, Hz. Ali’nin “Müminlerin Emiri” seçilmesine
karşı bayrak açmaları, bu sükûneti bozmuştur. Bundan sonraki dönemlerde de sükûnet
bozulmuş ve istikrar, hiçbir şekilde sağlanamamıştır.
Cemel (Deve) Vakası ’nın, bir şekilde üstesinden gelinmiştir; ancak ardından,
yaklaşık bir yıl sonra, bu sefer de Hz. Osman Döneminde tayin edilmiş
bulunan, Şam Valisi Muâviye b. Ebû Süfyan’ın, Hz. Ali’ye
biat etmeyi kabul etmeyerek, ikinci iç savaş: Sıffîn’e gidişin, önünü açmıştır…
Sıffîn Savaşı’nın sonuçları ağır olmuştur. Bu savaş, İslâm
toplumu üzerinde tedavisi zor yaralar açmış, derin izler bırakmıştır. Sahabilerin
de içinde yer aldığı bu savaş: Bir makam elde etme, mevkii kapma ve bir iktidar
savaşı olması sebebiyle, Müslümanlar ve Müslümanlık (İslâm Dini) üzerindeki,
güven duygusunu zedelemiştir.
Cemel Vak'asından sonra Kufe'ye yönelen Hz. Ali (r.a),
Cerir b. Abdullah el-Bâcelî'yi, Hz. Muaviye'ye göndererek, Muhâcirlerin
ve Ensar’ın kendisine Biat ettiklerini; onun da Muhacirler ve Ensâr
gibi Biat edip itâatini bildirmesini istedi… (İbnul-Esîr,
el-Kamilu't-Tarih, Beyrut 1979, III, 276).
Muaviye, kendisine elçi olarak gelen Cerir bin Abdullah’ı oyalayarak Amr
bin el-Âs ile istişarede bulundu ve Hz. Osman’ın kàtilleri derhal
cezalandırılmadığı takdirde ordusuyla üzerine yürüyeceğini belirtti. Muaviye
seksen beş bin kişilik bir orduyla Şam’dan yola çıktı. Hz. Ali ise
doksan bin kişiden oluşan ordusuyla, Kûfe’den Sıffin’e doğru
harekete geçti.
Ali, Muaviye’ye elçiler göndererek, onu bu tutumundan vazgeçirmek istedi; ancak olumlu bir cevap alamadı. İki ordu
birlikleri arasında bazı ufak çarpışmalar sürerken, Hicretin 37. senesi
Muharrem ayının sonuna kadar, anlaşma yapılabilmesi için elçiler gidip geldi; ancak
barış yolunda bir gelişme sağlanamadı. Safer ayının ilk günü, savaş tekrar
başladı.
Hz. Ali’nin şiddetli bir taarruzu ile Şam Ordusu dağılma noktasına
geldi. Savaş kazanılmak üzereydi ki, Amr bin el-Âs, Şamlı askerlere:
“Her kimin yanında Mushaf varsa, onu
mızrağının ucuna takarak yukarı kaldırsın.” dedi. Bu emri yerine
getiren askerler Hz. Ali tarafına:
“Aramızda Allah’ın kitabı hakem olsun.” diye seslendiler. Amr bin el-Âs’ın
tedbiri etkisini göstermiş, Iraklı Askerler:
“Allah’ın kitabına yapılan çağrıya, icabet
edelim.” demeye başlamışlardı.
Hz. Ali (r.a.) Kuran sayfalarının mızrakların ucuna geçirilmesinin, bir tuzak bir
savaş hilesi olduğunu, askerlerine anlatmaya çalıştıysa da başarılı olamadı.
Her iki taraftan birer hakem seçilerek, Kur’ân’a uygun kararın
çıkartılması istendi. Hz. Ali’nin tarafında bulunanlar bunu memnuniyetle
karşıladılar. Şamlılar, Amr bin el-Âs’ı, Hz. Ali
tarafındaki Iraklılar da Ebu Mûsâ el-Eş’arî’yi
hakem tayin ettiler.
37. yılın Safer ayında Düvmetü’l-Cendel’de
bir araya gelerek, karar verirken esas alınacak prensipleri içeren: “Tahkimnâme”yi
kaleme aldılar. Bu olaya İslâm tarihinde: “Hakem Olayı”
denir. (https://sorularlaİslâmiyet.com/kaynak/siffin-savasi)
“Hakem
Olayı” sonrasında kendilerine hile yapıldığını gören Ali bin Ebû Talip
(17 Mart 599-661) taraftarları ve 1.Muaviye Ebu Süfyan (661-680) ve taraftarlarınca
Hz. Ali’nin Halifeliğine biat etmeyen Muaviye taraftarlarınca ve hileli
Hakem Olayınca, Halife ilan edilince her ikisi de İslâm’ın Emiri olarak
kabul edilmiş oldular… O coğrafyada iki baş ve iki Halife doğmuş oldu!..
Ali bin Ebû Talip (17
Mart 599-661) ve
1.Muaviye Ebu Süfyan (661-680), Bir müddet sonra Halifeliğin kendi sülalesinden çıkma
endişesine karşı Muaviye oğlu Yezit bin Muaviye (660-684)’yi daha
sağlığında Şam’da “Müminlerin Emiri” olarak ilan etti (679).
Hüseyin (İslâm Peygamberi Muhammed’in torunu; Muhammed’in kızı Fatma’nın
ve amcasının oğlu Ali’nin oğludur.) ve Abdullah bin Zübeyr’in
(İlk on Müslümanlardan biri olan ünlü savaşçı Sahabe Hz. Muhammed’in Eşi
Hatice’nin kardeşinin oğlu Zübeyr bin el Avvam’ın oğlu “624-692”)
karşı çıkmalarına rağmen, Muaviye, onların da oğlu Yezit’e, biat
etmelerini istedi; ancak bunlar biat etmediler… Kaynakları araştırırsak Hz.
Hüseyin’in: “Küfe, Basra, Irak, Horasan, Mekke, Medine, Yemen”
ahalisine bir müddet Emirlik etmiş olduğu görülmektedir.
Emir Muaviye, ölmeden önce oğlu Yezit’in, kendi yerine geçirip devleti,
yönetmesi için halkın büyük bölümünün biatını zorlamalarla da olsa almıştı… Bu
sebeple Yezit, babası Muaviye’nin ölümünden hemen sonra, Şam’da
kendisini “Müminlerin Emiri” değil: “Müminlerin Halifesi” ilan
etti!..
Hz.
Ali katledilinceye
kadar yöneticiler: "Emir'ül Müminin" (Müminlerin
Emiri) sıfatını kullanıyorlardı. Hz. Ali kadledilince, Muaviye ulemayı
topladı ve dedi ki:
"Bundan sonra 'Halife' sıfatını kullanacağım. Allah ile benim aramdaki konumum ne olacak?
Ulema: "Siz, Zillullah - fil-âlem" yani:
Allah'ın yeryüzündeki gölgesisiniz... Yapacağınız her şeyi, Allah adına
yapacaksınız.
Muaviye: Her şey mi?
Ulema: Her şey!..
Muaviye: Teb'a ile durumum ne olacak?
Ulema: İstediğini yaşatırsın, istediğini öldürürsün!..
Muaviye: Beyt'ül Mahal ile durumum ne olacak?
Ulema: İstediğiniz gibi kullanırsınız...
Muaviye. Hiç sorumluluğum yok mu?
Ulema: Yok!
Günahın
varsa öbür dünyada Allah'a hesap verirsin. " Demişlerdi….
Muaviye ve oğlu Yezit otoritesini tesis
etmek için ilk iş olarak Hz. Ali’nin oğlu, Hz. Hüseyin ve
Ailesini Kerbelâ denilen yerde Şehit etti. Daha sonra da ülkede çıkan
isyanları bastırmak için Medine ve Mekke’yi yakıp yıktı.
Mancınıklarla ateş topu ve taşlara tuttu. Kabe yerle bir oldu. Hacer’ül
Esvet Taşı üçe parçalandı. Kabe’ninn yıkılması dahi savaşı
durdurmaya yetmedi…
Yezit, babasından devraldığı iktidarını üç (3) yıl devam
ettirebildi. 39 yaşında Dımaşk yakınlarındaki Huvvarin’de öldü…
Hz. Hüseyin
ve Ehl-i Beyti, Şehit
ettiren Yezit, tarihte en fazla lanetlenen kişi oldu!.. İster Şii olsun
ister. Sunnî Müslümanlar onun ismine lânet ettiler. Yezit mezarında bile rahat edemedi…
Hülâgü Han, atalarının dini olan “Tek Tanrı” inancına
sahipti; ancak annesi Sorgoktani Hatun’un Hıristiyan dinine mensup
olması, onu az da olsa etkilemiş olmalıdır!.. Cengiz Han’ın en
küçük oğlu Toluy Han’ın oğlu olan Hülâgü Han, Meraga’da
kırk sekiz (48) yaşında ölmüştür (8 Şubat 1265). Öldüğünde, Urmiye Gölü’ndeki
bir adaya, yanına atı ve Cariyeleri de kurban
edilerek gömülür. Cenazesi, Şamanist usullere göre yapılmış
son hükümdardır…
Hülâgü Han: Matematik, Astronomi, Kimya ve Geometri bilimlerine
vakıf, cesur, kararlı, savaş taktiklerini çok iyi bilmektedir. Cömert;
bilginleri ve ulemaya koruyan, bir devlet adamıdır. Mevcut din ve
inanışlarına karşı, hoşgörülü olduğu, bütün tarihçilerce de onaylanmıştır.
Hülâgü Han: “Changüşa”nın yazarı Alâddin Ata
Melik Cüveynî’yi yanına almış; Nasirettin i Tûsî’yi, “Rasathane” kurmak
için görevlendirmiştir.
Rusafe Şehri’ndeki Halife Mezarlarını, Halife Camiini ve
bugün Irak’ın Kazımeyn Şehrinde
bulunan Şiî Müslümanların Hz.
Ali Silsilesinden gelen yedinci (7.) İmamı olan, Musa Kazım’ın Türbesini, yıkılan
ve hasar gören diğer kutsal kabul edilen mabet ve türbele yerlerini onarttırıp tamir ettirerek, bölgeden
ayrılmıştır…
Kendi adına bastırdığı paralara, İslâm geleneğine
uygun olarak (1254-1256), “Allah’ın Birliği”ni ifade
eden (Kelime i Tevhit) yazısını koydurmuştur. Hülâgü
Han için söylenen:
İslâm Medeniyetini katlettiği, taş üstünde
taş bırakmadığı, tarafgir tarihçilerin bir yalanından
ibarettir… Böyle bir adam, Allah’ın birliğini ifade
eden: “Allah Birdir!..” yazısını, kendi adına bastırdığı paralara
kazdırtıp; Sahabelerin ve Mezhep İmamlarının Mezar ve Türbelerini tamir
ettirir mi?.. Hatta üstüne işetirdi…Yapmamış!?.
Yalancı, tarih yazarları ve "Arap
Sevicilir" utansın!..
Bugün Türkler, Türkçe konuşmasını bile Hülâgü
Han'a borçludur. Bağdat Seferi olmasa; Anadolu
Türklüğü tamamen Araplaşacak veya Farslaşacaktı.
Tarih yazanlar; hiçbir zaman tarihi yapanlara, sadık
kalmadığı için birçok şey göz ardı edilir. Örneğin:
Arap Kuteybe Bin
Müslim: Vilat, Talkan ve Curcan’da
katlettikleri yüz binlerce Türk’ün adı bile anılmaz. 24 km yol
boyunca çeşitli işkencelerle öldürüldükten sonra ağaçlara asılarak
katledilen Türkler’den hiç bahsedilmez.
Hülâgü Han'ın bir özelliği de bilim adamlarını sevmesi ve
korumasıdır. Nesredin Tûsî’yi hapisten çıkarmış ve araştırmalarını
yapması için ona her türlü imkân sağlamıştır.
Böylece, Türk’ün öcünü aldığını söylemiştir…
(https://www.liseedeBiat.com/yazarlar/487-elsen-ismail/10611-hulagu-han-elsen-ismail.html#google_vignette)
Ordusu ile
Şam’a giren Emir Timur, üzerlerine derme çatma kulübelerin yapılmış
olduğu bazı mezarlar gördü. Bakımsız
mezbe ve üzerleri çalılarla dolu olan bu mezarların, kime ait olduklarını
sorunca: Bir bölümünün Sahabe, bir bölümünün de Ehl-i Beyit Dostları
olduğunu öğrendi. Yoluna devam eden Emir Timur şehir merkezinde yer
alan, Emevî Camii’nin yakınlarında karşılaştığı kubbeli ve son derece
gösterişli mezarın ise Muaviye’nin oğlu Yezit’e ait olduğunu öğrenince: Emir
Timur öfkelendi ve Şam Halkına seslendi:
“Size
yazıklar olsun!..
Ehl-i Beyit
ve Sahabelerin Mezarlarına çalı çırpı yığıp, kulübeler kondurmuşsunuz; ama
Peygamberin Ailesin katletmiş mel’un’a da saray gibi bir mezar yapmışsınız!..” dedi. Hiddetinden deliye dönen Emir Timur:
“Yezit’in Türbesi’nin derhal yıkılmasını, toprağının
elli arşın kazılarak Kızıl Deniz’e dökülmesini, ardından da bütün
ordunun Yezit’in Mezarına işemesini…” emretti… Niçin; çünkü Ehl-i Beyt Türk’tü Muaviye ve
oğlu Yezit yıllarca bunlara zulüm yapmıştı…
(https://eksiseyler.com/timurlenkin-yezidin-mezarini-yiktirip-uzerine-askerlerini-isetmesi)
Dört Emir Dönemi, Hz. Muhammed'in vefat ettiği yıl olan 632
yılında başlar ve 661 yılında sona erer. Toplam 29 yıl süren
bu dönemde, sırasıyla Hz. Muhammed'in yerine
geçen ilk dört Emir, Sunnî
İslâmda: “Raşidin Emirler” (Doğru yolda olan Emirler) olarak
bilinirler. Şiiler (Hz. Ali Taraftarları) ise ilk üç Emir’i
kabul etmezler!.. Bunlardan dördüncüsü olan Hz. Ali’nin (İlk Emirlik
hakkının) diğer üç Emir: “Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman” tarafından
gasp edilmiş olduğuna inanırlar…
Hazreti Muhammed Mustafa’yı Medine’ye davet eden Evs
ve Hazreç Kabileleri, Sümer asıllı idiler… Sümerlerin
dağılışı sırasında, Yemen’e göçmüşlerdi. Medine’ye gelişleri ise daha
sonraydı.
Kureyş ileri gelenleri, Peygamberin amcası
Ebu Talip’in yanına gelmişler ve ona:
“Ya yeğenini susturup
davasından vazgeçirmesini ya da Türk yurtlarına çekip gitmelerini…” tavsiye
etmişlerdi. Peygamberimizin amcası Ebu Talip Kureyş (Kureyşın)
kabilesinin ileri gelenlerinden ve tam kırk iki yıl Peygamberin hamisi,
destekçisi ve yardımcısı olarak, onun koruyuculuğunu yapmıştı. Bunun yanında Ebu
Talip, Mekke toplumunda önde gelen, sözü dinlenen, makam ve itibar sahibi
bir önder ve Haşim Oğullarının Lideriydi… Bu tehdit dolu talebe, 94
beyitten oluşan “Kaside-i Lamiyye” ile cevap verdi. İşte o
şiirden bazı bölümler:
Halbuki, onlar, bizim Türk ve Aftalitler
(Akhunlar; Türkistan
topraklarında Batı Hint Yarımadasına kadar uzanan geniş bir alanı
yönetiyorlardı.) kapılarına sığınmamızı
isterler.
Ebu Talip’in bu şiirinde, Türkler yanında “Aftalitler”
yani Akhunlar dan söz etmesi, oldukça ilginç ve önemlidir. Demek ki
Araplar Hazreti Peygamber’in soyunu, sopunun Türk olduğunu çok
iyi biliyorlardı.
Hazreti Peygamberin torunu, Hazreti
Hüseyin’in Kerbelâ olayından önce, “Türk yurtlara gitme isteği”,
Yezit tarafından reddedildi; çünkü Hazreti Hüseyin, Horasan’daki Türk
soydaşlarıyla birleşerek tekrar gelecekti. Bunu önlemek için 10 Ekim 680’e
Yezit’in görevlendirdiği komutan dört bin (4.000) kişilik bir kuvvetle, Hüseyin
ve yanında bulunan yetmiş kişilik (70) kafileye Emevi Valisi Ubeydullah bin
Ziyat saldırdı. Tamamına yakını kılıçtan geçirildi. Sağ kalan aile üyeleri
ise esir alındılar.
Türkmen
Bölgelerinin
başına görevlendirilen Kürt Beyler, ellerindeki Padişah Beratlarıyla
görevlerini, amansız bir sertlik ve gayretle, yürütürler. Doğu vilayetleri
de Yavuz Sultan Selim'in emriyle ve Kürt İdris-i Bitlisi 'nin görevlendirilmesi
ve gayretleriyle, Bektaşî Türkmenlerinden tamamen temizlenmişti...
Yavuz
Sultan Selim'in
imzaladığı Fermanlar, Kürtler'den seçilen Beylere dağıtıldı. Kürt
İdris'i Bitlisî'nin tayin ettiği Beyler, Kürtler‘den topladığı
askerlerle kendi ordularını kurdular. Bu ordular aynı zamanda Yavuz,
sefere çıkarken hazır olacak ve Yavuz'un, Şah’a yapacağı seferine
de katılacaktı...
Kürt
İdris i Bitlisî,
yöredeki Kürt Beylerine kurdurduğu tamamen Kürtlerden oluşan
Askerî Birlikleri ile bu bölge topraklarının sahibi Alevî Bektaşî
Türkmenlerinin topraklarına sahip oldular...Yöre Türkmenleri tekraren
Horasan'a veya Azerbaycan'a sürülerek gönderildiler. Zorluk çıkaranlar
öldürüldü...
Bu
işin, tez vakitte gerçekleşmesi için de ellerinden geleni geri bırakmıyorlardı…
Bu Emirlere direnenlere ise:
(Ya
göç ya öl !..)
diyorlardı... Beratlarını, Kürt İdris'ten alan Kürt Beyleri, görevlerini çok
kısa bir zamanda tamamladılar.
“Yavuz
Sultan Selim Alevi Bektaşî Türkmenlerine bir isim de takmıştı."
"Kızılbaş!.."
bunlar “Kızılbaş!” diyordu…
Kürt
İdris i Bitlisi
ve Türkmen Beyleri görevlerinden alarak tayin ettiği Kürt Beyleri
40 bin Türkmen’i katletmişlerdi. Bu sayı, bazı kaynaklara göre 70-80
bin Alevî Bektaşi Türkmen’in katledildiğini söylüyordu.
Kürt
İdris i Bitlisî,
Padişaha öldürülen Türker’in sayısını rapor olarak sunup verdiğinde 70.
bin demişti... Yavuz Selim: Bu doğru mu diye sorduğunda ise:
"Padişahın,
fazlası var, eksiği yok! Mezralarda, tarlalarda ve
yaylalarda öldürülen Türkmenleri de saymadık!.." diyordu...
Sıra
İran'da hüküm süren “Kızılbaşlar”a gelmişti…
Safevi Alevi Bektaşî Türkmen Devleti
Hükümdarı, Şah
İsmail idi; ve halkının tamamı
Oğuz boyuna mensup Avşar,
Türkmenlerinden oluşuyordu!.. Öncelikte babası Beyazıt Döneminde sık sık
ayaklanan Bektaşi Tarikatına Mensup Türkmen Yeniçeri Ocağı Askerleri,
meselesini halletmeliydi...
Şehzade
Selim, babası Beyazıt'ın sarayını kuşattığında, Alevî Bektaşî Tarikatına
bağlı Türkmen, Yeniçeri Ocağı Askerleri’nin İstanbul'da bulunan
evlerini, bir yangın çıkartarak yaktırmayı da ihmal etmemişti...
Bunların
İstanbul'da bulunan, evleri tek tek tespit edildi. Zaten deprem sebebiyle
evler, ahşaptan yapılmıştı. Bu ahşap evler, ateşe verilecek içindekilerle
birlikte hiçbir canlı kalmamacasına yaktırıldı!..
Şehzade
Selim,
babasının tahtını ele geçirmek için Sarayı kuşatırken, bu evleri yakmak için
adamlar görevlendirilmişti. Görevliler de gidip Alevî Bektaşî Türkmenlerin
evlerini tek tek yaktılar.
Yanma
işi bitip, ortalık durulduktan sonra, tulumbacılar o evlere gönderildi... Yangın, daha önceden kararlaştırıldığı gibi,
maksatlı olarak, durdurulmadı... İstanbul'da yaklaşık
3.000 ila 7.000 arasında, Alevî Bektaşî Tarikatına bağlı Türkmen,
Yeniçeri Ocağı Askeri ve Aileleri bu evler ile birlikte yanarak kül oldular…
Türkmen Yeniçeri, Bektaşi Tarikatına mensup, Askerlerin evleri ve aileleri,
Şehzade Selim'in iki dudağı arasından çıkan sözle cayır cayır
yakılmıştı!..
II.
Beyazıt, fazlaca direnmeyip oğlu Şehzade Selim’e teslim olduğunda, sıra Doğu
Vilayetlerindeki Türkmenlere gelmişti... Diyarbakır, Bitlis, Siirt, Hızan,
Adilcevaz, Erciş, Hasankeyf, Sason, Cizre, Mardin, Meks, Tunceli, Capakçur
Bölgesinin Türkmen Âlevî Bektaşilerden tasfiyesi için ise Kürt
İdris-i Bitlisi bulunmuştu. Kürt İdris, Padişahın huzuruna
getirildi. Selim ona gereken talimatı verdi... Kürt İdris-i Bitlisi eline
Padişah Selim tarafından mühürlü, boş beratlar verildi. Bu Türkmen
yerleşim yerlerine, Kürt Beyleri tayin edilecek, Türkmen ahalinin yönetimi
Kürtlerin eline bırakılacaktı. Buradaki halk ise Azerbaycan ve Horasan''a göçe
zorlanacak, zorluk çıkaranlar, derhal orada bertaraf edilecek ve aşırı
direnenler de öldürülecekti... Padişah emriydi. Konuyla ilgili de Kürt Beylerin
ellerinde beratlar vardı... Türkmenler için çare yoktu!.. Bölge
boşatılacaktı... Göçmek istemeyen Türkmenler Erdebil’deki Safevi Tekkesi’ne
gidip durumu Şah İsmail’e şikâyet edip dert yanıyor ve kendilerine
yardım edilmesini istiyorlardı. Şah İsmail buna dayanarak Tokat’ı
ele geçirmiş, burada adına Hutbe okutmuştu!.. Ankara içlerine
dayanmıştı!..
24 Nisan 1512'de 8. Osmanlı Hükümdarı (1468-1520) olarak tahta geçen Yavuz Sultan Selim: Hadim’ ül Harameyin (İslâm'ın Koruyucusu) sıfatıını aldı... Sunnî Bektaşiliği, Devlet Politikası haline getirdi. İlim adamlarını ve sanatçıları yanına aldı. Memlüklülerin elinden Abbasi Halifeliğinin (1517) alınmasıyla, Araplar Türk Halife’ye biat etmek istemezler. Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur. Bu yol Mısır’dan ve Arap ülkelerinden seçilen iki (2) bin civarında ulema Molla, Ebu Suud Efendiler İstanbul’a davet edilip, getirilir. Para, mal, mülk, araziye boğularak, İstanbul'da kalıcı olarak yerleşmelerini sağlanır…
Yavuz
Sultan Selim,
Osmanlı Türkiye’si ve Türk İslâmı’nı terk ederek, Arap'ın, İslâm anlayışına ve
yaşayış biçimine dönüştürmek için anlaşırlar. Araplar tarafından da destek
bulan bu düşünce hemen hayata geçer...Günümüz Türkiye’sinde de az da olsa kabul
gördüğü gibi "Türk ve Türklük" düşman ilan edilerek, Arap Kültürü
ve Ebusud Mollalarının din anlayışı uygulamaya geçirilir... “Türk”
kelimesi yasaklanır, “Türk’üm!” “Türkmen’im!” diyen "Kızılbaş"
ilan edilir. Aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir...Yavuz'un İstanbul
başta olmak üzere yedi (7) bin, Sivas'ta kırk (40) bin, Diyarbakır,
Muş, Bingöl, Tunceli, ... vb. yerlerde kimi kaynaklarda 70 bin Alevî Bektaşî
Türk'ü, Kürt İdris i Bitlisi'ye katlettirmiştir. (Bu dönem sadece
Kuyucu Murat Paşanın “Türk’üm ! ”, “Türkmen’im !” dedikleri için
kafasını kestirip, kuyulara doldurduğu insan sayısı 158. bindir.) Türklerin ilk
iki yüz elli (250) yılı geride bırakıldıktan sonra, Osmanlının. 350-400
yılı Türklere, zulüm ile geçer.
Osmanlının:
Arap Kültür ve Arap din anlayışına dayalı, sıkı bir Mezhepçilik Anlayışı kurulur...
Mısır ve çeşitli Arap ülkelerinden getirilen Mollalar, Ebu Suutlar, ve
Enderun'dan yetişen Devşirme Sırp, Hırvat, Boşnak, Rum, Ermeni Çocukları
Sarayı ve Osmanlı Devletinin en üst makamlarda görev alarak Osmanlıyı
yönetmeğe başlarlar...
1603
yılına gelindiğinde, artık Ehli Beyt Türk Tekkeleri yasaklanır
kapatılır. Yerine, Halid-i Nakşi Kürdî Tekkeleri kurulur. Kürtlere
sayısız imtiyazlar verilir. 1839 Tanzimat Fermanına kadar Kürtler
askerlikten dahi muaf tutulurlar...
Türkler,
Saray, Ordu ve Devletteki her tür makam ve memuriyetten temizlenip
uzaklaştırılırlar.
Artık Sarayı ve Devleti Sırp, Hırvat, Boşnak, Rum, Ermeni Devşirmeleri;
Acemin ve Arap Mollaları yönetirler. Asıl teba Türk Halkı bu duruma isyan
eder... Türklerin askerî ve siyasî gücünü kırmak için Arap Mollaların
Fetvalarıyla, sadece Türklerden oluşan "Serdengeçti Birlikleri" oluşturulur.
Bunlar, ölümüne acınmayacak ve en ön safta savaştırılacak, rütbesiz Askeri
Birliklerdir. Böylece Türkler, her savaşta kırılır, kırdırılır. Türklere
ganimet bile toplatılmaz… Ganimeti: Saraylardaki Arap Mollalar, Boşnak,
Sırp, Yahudi, Rum, Ermeni ve Devşirme Yeniçeri Ağaları paylaşırlar. Canından bıkan Türkler, çareyi
Kürtleşmekte ararlar. Kendi isimlerini kullanarak çarşıda pazarda gezemez
olurlar. İsimler, konuşmalar, Boy, Oymamak adları bile değiştirilir. “Alo,
Hasso, Gasso Hamo, Hamido, Selo, Memo,…vb. ” adlarını alırlar… Kürtleşen ve Araplaşan bu Boy ve Oymaklar:
Avşar,
Bayat,
Beğdili,
Yıva,
Mukri
Kureyş (Kureyşın,
Kureyşan)
Halaçlar'dır...
Bu Türkmenler'e “Ekrad
Türkmenler” adı verilmiştir. İmparatorluğu kuran asli unsur Türkler
dışlanmış, ülke Mezhepçiliğe kurban edilmiştır. Ordu ise sürekli savaş
kaybetmektedir. Kanuni ile Eylül, 1683 Viyana Kuşatması ve Viyana Bozgunu’na
kadar savaştığı bütün savaşları kazanan ‘’Türk Orduları’’;
sonrasında 250 yılda girdiği bütün savaşları kaybetmiştir. Üstelik
ülkesini ve istiklâlini kurtarmak için, bir de Kurtuluş Savaşı yapmak
zorunda kalmıştır...
(Prof. D.
Yusuf Halaçoğlu Sivas Yeni İl Kadılığı),
(On İki İmamcı) Şii Görüşü: Kuran'daki geçmiş peygamberlere benzer şekilde, Hz. Muhammed'in Halefiyetinin konsensüs yerine, ilahî
atama ile kararlaştırıldığıdır. Şii Görüşüne Göre: “Kuran'daki geçmiş peygamberlerde
olduğu gibi, Tanrı, Hz. Muhammed'in Halefini ailesinden seçti. Hz. Muhammed
özellikle amcaoğlu ve damadı Hz. Ali'yi ölümünden kısa bir süre önce, “Gadir Hum” denilen
yerde, Hac’dan dönen 125 bin kişilik Kafileyi toplayarak açıkça ilan etti!..
Diğer olay ve diğer durumlarda bu işareti görmek mümkündür. Örneğin:
‘Zil Aşire Olayı’nda, meşru
halefi olarak ilan etti. Tabii ki, inancın kendisinde olduğu gibi, Müminlere,
kendi zararlarına olacak şekilde Hz. Ali'yi takip etmemek için özgür irade
bahşedilmişti.”
Şii Görüşüne Göre: Hz. Muhammed'in
ölümüyle doğrudan vahiy sona ererken, Hz. Ali, Kuran'daki geçmiş
peygamberlerin haleflerine benzer şekilde, Allah'a karşı doğru rehber
veya İmam olarak kaldı.
Hz. Muhammed'in ölümünden sonra Hz. Ali, Hz. Muhammed'in ilahi bilgisini
ve Kuran'ı, özellikle alegorik ve mecazi ayetlerini (müteşabihat) doğru yorumlama yetkisini devraldı.
Şia (Şiî) görüşüne göre: İlk Peygamber olan Adem'in zamanından beri, yeryüzü hiçbir zaman peygamberler
ve onların ilahi olarak atanmış halefleri şeklinde bir imamsız kalmamıştır.
Aynı şekilde, İmamet, Hz. Ali'den bir sonraki İmam olan Hasan'a ilahi ilhamla (Nass) iletildi. Hasan'ın ölümünden sonra, Hüseyin ve onun soyundan gelen dokuz kişi, Mehdi'nin düşmanlarının, düşmanlığı ve hayati tehlikesi nedeniyle, sonuncusu Mehdi olan Şiî imamlarıdır.
Sünnîler, Mehdi hakkında farklı
görüşlere sahip olsalar da gelişi hem Şiîler hem de Sünnîler tarafından
bekleniyor. Mehdi’nin yokluğunda, Şiî liderliğindeki boşluk,
kısmen merceiyye ve daha yakın zamanlarda, velayet el-fakkih, yani İslâm hukukçusunun velayeti ile doldurulur.
Başta İsnâaşeriyye
İmâmiyyesi olmak üzere hemen hemen bütün Şiî gruplara göre Hz.
Peygamber Veda Haccı dönüşü (17 Mart 632), aslında dinlenmeye elverişli bir
yer olmadığı halde, önemli bir hususu bildirmek maksadıyla, burada
konaklamıştı. Bu sırada, kendisine indirilen her vahyi tebliğ etmesini emreden,
bunu yapmadığı takdirde, elçilik görevini yerine getirmiş sayılmayacağını
belirten âyet (el-Mâide 5/67) nâzil olmuştur.
Hz.Muhammed Resûl-i Ekrem, kafilenin önde giden ve geride kalan bütün
fertlerinin toplanmasını istemiştir. Herkes geldikten sonra, Öğle Namazını
kıldırmış ve arkasından yeni gelen âyeti tebliğ ederek, bir konuşma yapmıştır.
Hz.
Peygamber, bu
konuşmasında:”Dünyaya veda etme zamanının yaklaştığına işaret ederek, risâlet
görevini yerine getirip getirmediği hakkındaki kanaatlerini, ashabına
sormuş,”. Olumlu cevap aldıktan sonra; ashabının, Allah’a ve Âhiret Günü’ne
olan imanını, yeniden ikrar ettirmiş ve ardından “Sekaleyn Hadisi” diye
meşhur olan sözlerini söylemiştir:
“Size
paha biçilmez iki şey bırakıyorum: Allah’ın Kitabını ve Ehl-i Beytini... Benden
sonra bunlara sarılırsanız asla sapıklığa düşmezsiniz!..”
Resûl-i
Ekrem konuşmasını
bitirdikten sonra, Hz. Ali’yi sağ tarafına almış, elini tutup kaldırmış
ve şöyle demiş:
“Ben
kimin mevlâsı isem, Hz. Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım, onu seveni sev, ona
düşman olana düşman ol!..”
Hz.
Peygamber’in bu
açıklamalarından sonra, orada bulunanlar sırasıyla, gelip Hz. Ali’yi
tebrik etmişler. Bunların arasında Hz. Ebû Bekir, Ömer ve o anda Hz.
Ali’nin İmâmeti hakkında bir şiir söyleyen Hassân b. Sâbit de varmış…
Medine’ye hareket edilince yolda, hatta
bazılarına göre daha orada, “...Bugün sizin için dininizi ikmal ettim. Üzerinize
olan nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için İslâm’ı beğendim...” meâlindeki
âyet nâzil olmuş (el-Mâide 5/3).
Gadîr-i
Hum Olayı, Ahmed
b. Hanbel, Müslim, İbn Mâce ve Hâkim en-Nîsâbûrî gibi Sünnî Muhaddislerin
naklettikleri hadislerde de geçmektedir. Ahmed b. Hanbel’in naklettiği
rivayete göre:
Hz. Peygamber bir sefer esnasında Gadîr-i
Hum denilen yerde konaklamış, öğle Namazını kıldırdıktan sonra Hz. Ali’nin
elinden tutup:
“Ben kimin mevlâsı isem Hz. Ali de onun
mevlâsıdır. Allah’ım, ona dost olana, sen de dost ol, ona düşman olana
sen de düşman ol!” dedikten sonra Hz. Ömer, Hz. Ali ile karşılaşmış ve:
“Ey Hz. Ali! Sen her Müminin mevlâsı
oldun!..” diyerek onu tebrik etmiştir (Müsned, IV,
281).
Aynı
konuda başka bir rivayet nakleden Ahmed b. Hanbel, hadisin sonunda:
“Allah’ım,
ona dost olana sen de dost ol, düşmanlık yapana da düşmanlık yap!” şeklinde yer alan kısmın, hadise
sonradan ilâve edildiğini söyler (a.g.e., I, 152). Müslim’in rivayetinde
ise Resûl-i Ekrem’in, Mekke ile Medine arasındaki Hum adı
verilen bir mevkide yaptığı konuşmada:
“Ölümünün
yaklaştığına işaret ettiği, ashabına Allah’ın kitabını ve Ehl-i beytini
(sekaleyn) bıraktığını belirttikten sonra, Allah’ın kitabına sarılmalarını
tavsiye ettiği ve Ehl-i beyti konusunda onlara Allah’ı hatırlattığı”
nakledilmiştir (Müslim, “Feżâiʾlü’ṣ-ṣaḥâbe”, 36).
İbn
Mâce
(“Muḳaddime”, 11) ve Hâkim en-Nîsâbûrî de (el-Müstedrek,
III, 109) benzer rivayetleri kaydetmişlerdir.
Daha sonra
Ya‘kūbî, İbn Kesîr ve Süyûtî gibi müteahhir dönem âlimleri bu
rivayetlere eserlerinde yer vermişlerdir.
Şiî
geleneğinin zengin ve geniş rivayetlerle ayrıntılı bir şekilde anlattığı Gadîr-i
Hum olayı İbn Hişâm, İbn Sa‘d, Taberî gibi ilk devir tarihçi müelliflerince,
ya hiç zikredilmemiş, yahut da Resûl-i Ekrem’in konuşmasına yer
verilmeden, sadece orada konakladığından söz edilmiştir. Ayrıca bunların
hiçbiri, Resûl-i Ekrem’in sözlerini, Şiîler’in anladığı gibi Hz.
Ali’nin imâmeti ve hilâfeti için bir delil olarak değerlendirmemiştir.
Aslında Şiî geleneğinin bu olay münasebetiyle, indirildiğini söylediği âyet (el-Mâide
5/67), müfessirlerin büyük çoğunluğuna göre, çok önce nâzil olmuştur. Esasen bu
âyetin, içinde yer aldığı diğer âyetlerle birlikte, ele alındığında, Müslümanlar
hakkında değil Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında nâzil olduğu ve onların Hz.
Peygamber’e, bir kötülük yapamayacaklarını ifade ettiği anlaşılır.
(Fahreddin er-Râzî, XII, 48-49).
Hz. Muhammed
Resûl-i Ekrem’in
hadisinde geçen, “mevlâ” ve onunla birlikte “Velî” kelimeleri “Emir”
veya “İmam” değil “Dost, Efendi, Arkadaş” mânalarına gelir.
Birçok âyette Allah ve Resulünün Müminlere, Müminlerin de Allah’a ve
birbirlerine dost oldukları ifade edilirken hem Velî hem de Mevlâ kelimeleri
kullanılmıştır. Bu durum birçok hadiste de görülmektedir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “Velî”,
“Mevlâ” md.leri; Wensinck, el-Muʿcem,
“Velî”, “Mevlâ” md.leri). Bundan dolayı sekaleyn hadislerinde yer alan
mevlâ kelimesi âyet ve hadisler çerçevesinde dost olarak anlaşılmalıdır.
Sünnî Kaynaklarına
Göre Bu Hadis:
Çeşitli
savaşlarda müşrik akrabalarını öldürdüğü için Müslümanlar
arasında Hz. Ali’ye karşı duyulan antipatiyi gidermek ve en önemlisi, Yemen
seferinde (10/631-632) ganimetlerin paylaştırılması sırasında, katı
davranışları ve beraberindekileri küstürmesi sebebiyle, kendisini Hz.
Peygamber’e şikâyet edenleri, teskin edip Müslümanlar arasında
kardeşlik ve dostluğun bozulmasını önlemek amacıyla söylenmiştir (Meselâ bk.
Tirmizî, “Menâḳıb”, 20; İbn Kuteybe, s. 42; İbnü’l-Esîr, V, 228; İbn Hamza
el-Hüseynî, II, 230).
Hz. Ali’nin
torunu, Hasan el-Müsennâ’ya Resûl-i Ekrem’in:
“Ben kimin
mevlâsı isem Hz. Ali de onun mevlâsıdır!” sözünü söyleyip söylemediği sorulmuş,
o da şöyle cevap vermiştir:
“Evet
söylemiştir; fakat bununla Emirliği kastetmemiştir. Eğer maksadı bu olsaydı
daha açık bir ifade kullanırdı; çünkü Resûlullah Müslümanların en fasihidir...
Yemin ederim ki Allah ve resulü Emirlik için Hz. Ali’yi seçip Müslümanlara
idareci yapsalardı ve Hz. Ali de bunu yerine getirmeseydi, Allah’ın ve
resulünün Emirlerini ilk terk eden, o olurdu!..” (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, s.
185-186, 196). Ehl-i Sünnet Âlimlerinin:
“Ben kimin
mevlâsı isem...” hadisinden çıkardığı nihaî sonuç, Hz. Ali’yi sevmenin veya ona
düşman olmanın Resûl-i Ekrem’i sevmeye veya ona düşman olmaya yakın bir
hüküm taşıdığı yönündedir (krş. Mahmud Şükrî el-Âlûsî, s. 161).
Gadîr-i
Hum, Şiî Halk
Topluluklarının 18 Zilhicce’de coşku ile kutladığı bir bayramdır. Büveyhîlerden
Muizzüddevle Ahmed b. Büveyh 352’de (963) Irak’ta, Fâtımîler’den
Muiz-Lidînillâh 362’de (973) Mısır’da bugünü resmî bayram ilân
etmişlerdir.
“18
Zilhicce”,
günümüzde de halk tarafından İran’da, her biri Ebû Bekir, Ömer ve Hz.Osman
’ı temsil eden, içleri balla doldurulmuş üç çöreğin, bıçaklanması
suretiyle kutlanır. Onlara göre bal, üç Emirin kanını sembolize eder. “18
Zilhicce” Nusayrîler tarafından da son derece önemli bir bayram
kabul edilir.
“Alevî:
Hazreti
Hz. Muhammed’den sonra, Müslümanların Emiri olarak, onun vekilliğini
üstlenen, Emirlere verilen isimdir.
Hz.
Ali
soyundan gelen on bir kişiden her birine verilen ad.
…Hz. Ali başlayıp Mehdi ile biten, bu İmamların sayısı on ikidir (12). İmamların varlığında dile gelen, biçimlenen inançlar, yolun özünü meydana getirir. “Hak Muhammed, Ali”, Kasım GÜVERCİN, s.173; Ankara, 2021
Alevilik: Haci Bektaşi Veli’dir.
Kasım
GÜVERCİN Dede,
bu kitabıyla, Alevîliğin Usûl ve Esaslarını, büyük bir maharet ile
ortaya koymuş bulunuyor.
Sorusunun
cevabını yine kendisi veren Kasım GÜVERCİN Dede: Sunnîlerce dayatılan Namaz’ın,
Kuran’da vakitleri yazmaz!.. Bu
baskılarla ibadet yapılmaz! Yapılan ibadet de geçersizdir. Alevîlerin yaptığı
ibadet, Kuran’a dayalı ibadettir. Bu bakımdan baskılar Alevîlere vız
gelir. …Alevilere dayatılan:
“Günde beş vakit Namaz kılın. Böylece iyi bir insan olursunuz.” Gibi inancı
biçimsel kurallara indirgeyen, hatta neredeyse bunu: “İnancın özü, temeli,
dinin direği” sayan mantığın, yanlış olduğu açıktır.
Namaz, neredeyse birileri tarafından,
inancın asıl gayesi haline getirilmiştir. “Günde beş vakit Namaz kılan kişi,
iyi bir insandır ve yaşamını Namazın anlamına uygun yaşayan kişidir. Kılmayan
ise münafık, kafir kişidir.” gibi bir anlayış ortaya çıkmıştır ki bu
tamamen yanlıştır!.. Asıl olan Namaz değil “Okumak!” tır. Kuran
ilk emri de “Oku!.. Rabinin adıyla Oku” dur…
Alevîler; asırlardır, bu görüşün inancın özüne
ters bir tutum olduğunu belirtmişlerse de siyasî anlamda, iktidarda
olmadıklarından, seslerini kimseye duyuramamışlardır.
Asırlardır
her dönem, iktidarı ellerinde tutan Arap Ümeyye Oğulları (Emevî) Kabilesinin uyanık
Erkeklerinin kendi fikir
ve görüşlerini ve eski pagan dönemi geleneklerini, devam ettirerek, Kuran’daki
bazı bilgileri (İlme, akla, mantığa uymayan, iktidardakilerce uydurulmuş sözleri),
dinin kuralları diye yutturmaya kalkışmışlar ve bu yıllarca sürdürülmüştür…
Şöyle ki: İnsanlığın en büyük keşiflerinden biri, hiç şüphesiz ki yazıdır. Yazıya dökülmemiş; fakat hafızaya emanet edilen her şey zamanla, hafızalardan uçup gider ve kaybolur… Bunun için Arap Ümeyye Oğulları (Emevî) Kabilesinden Emir; Hz. Ebubekir, Emir Hz. Ömer’den sonra Emir Hz. Osman, bu üç kişi “Müminlerin Emiri” olarak seçiliyorlar. Osman’ın, en iyi yaptığı işlerden biri, hiç şüphesiz kurduğu altı (6) kişilik bir komisyona, ezberindeki Kuran’ı, kendi bilgi, fikir ve görüşleri doğrultusunda dikte ettirip, yazdırıyor… Kuran’ı yazdırırken de diğer kişilerinin ezberindeki, hafızalara emanet edilmiş ayetler ile Hz. Peygamber’in hanımı Hz. Ömer’in kızı Hafsa’da, dağınık bulunan, Kuran Mushaflarını getirtiyor.
Hz.
Hafsa,
bir kısmı, beyaz taşlara yazılmış parçalardan, ceylan derilerinden, Mushaflar,
yapraklara yazılmış olanlar, bir araya getirilerek, altı (6) kişilik heyete
Hz. Osman ’ın da düzenleme ve direktifleri doğrultusunda, her biri, bir tane
el yazısı ile yazıyor olmak üzere çoğalttırılıyor. Akabinde Kuran’ın aslına ait,
bu bilgi ve belgelerin tamamı, yani Kuran’ın asılları, imha ediliyor!.. Niçin?..
Peygamber
sağlığında bunu niçin çoğaltma gereği duymamış?.. “Allah’ın dinimi tamamladım. Kuran’ın ayetleri bitti, ileriki zamanlarda
insanlar ayetlerimi değiştirip, doğru yoldan sapmasınlar. Bunu bir kitap haline
getirelim, getirin!” dememiş!..
Kimin
kime karşı tavır alacağını gören, yıllar ötesi uzaktan havlayan köpeklerin
sesini duyup, Hz. Ömer’i, Hz. Osman ’ı, Hz. Ayşe’yi daha o gün, sağlığında
olacaklar sebebi ile uyaran, Allah’ın kulu ve elçisi Hz. Muhammed, niçin
sağlığında Kuran ayetlerini bir araya getirterek toplanması, kitap haline getirtilmesini
istemedi?.. Bu soru hep sorulup
durmuştur?..
İşte
bu Kuran, Allah’ın elçisinin sağlığı zamanında bir araya getirip topluca
bulunmasını istemediği o ayetlerdir ki Ümeyye Oğulları (Emevî) Kabilesinden Emir
Ebubekir, Ömer döneminde dahi toplatılıp yazdırılmamış; fakat her ne hikmet ise
3. Emir Hz. Osman bunu
akıl etmiş ve Kuran’ın Mushaflarını toplatıp tek kitap haline getirmek istemiş.
Bizzat kendisi, dikte ettirip, aynı anda altı (6) kişiye yazdırıp, çoğaltarak,
başka devletlere de göndermiştir…
İnancın,
asıl özünü takip edip, uygulamak yerine, gösteriş için yapılan fiillerde
zamanını harcayanlara, Maun Suresinde şöyle hitap edilmektedir:
“Dini
yalanlayanı gördün mü? İşte yetimi itip kalkan, yoksulu doyurmayı teşvik
etmeyen odur. İşte o, Namaz kılanların vay haline ki onlar Namazlarında
yanılgıdadırlar… Onlar, gösteriş yapmaktadırlar ve ufacık bir yardımı da
engellemektedirler.” Kasım GÜVERCİN ise: “Biz Alevîlerce,
anlaşılması gereken en önemli nokta burasıdır.” demektedir.
Önceki
satırlarda da belirtmeye çalıştığımız gibi Namaz, Farsça bir kelimedir.
Kuran’daki karşılığı salattır. Salat’ın anlamı ise: “Allah’ı içten
anıp, selamlama ve dua”dır…
Bugün
egemen Sunî anlayışın, beş vakit kıldığı ve Alevîlere dayattığı ve neredeyse
dinin temeli “direği” saydığı Namaz, inancın özü sayılacak kadar önemli
bir ibadet ise, neden Yüce Yaratıcı, neden açık ve kesin hükümler ortaya
koymasın?..
Alevîler
Namazı reddetmiyor. Nitekim Cem İbadetlerinde Halka Namazı şeklinde
ibadetlerini yerine getirmiyorlar; ancak bu Namaz, hiçbir şekilde egemen Sunî Namazı
anlayışıyla benzer değildir. Bazıları çıkıp diyebilir ki: “Şu kadar milyon
insan, Namazı böyle kılıyor da siz Alevîler, neden farklı anlıyor ve
uyguluyorsunuz?..” Hemen belirtelim
ki çoğunluk her zaman doğru yapıyor anlamına gelmez!.. İbadetle amaçlanan,
kişinin kendini yenilemesi, arındırması ve sosyal dayanışmayla, kişiliğini
tamamlamasıdır. Mâun Suresi böyle bir anlama sahip.
İbadet
için ibadet!..
Gösteriş
için yapılan ibadet,
Nafile
yapılan ibadetlerdendir.
Alevî
ibadet anlayışı, biçimsellikten uzak, içtenliği esas alır.
İmran
Suresi 191 Âyetinde:
“Onlar ayakta iken otururken, yan yatarken
Allah’ı anarlar.”
Bakara
Suresi Âyet 239’da:
“Eğer
korkarsanız (Namazı) yaya veya binekte iken kılın!..” Bu ve benzer ayetlerde de
anlaşılacağı üzere Allah, insanlara içten ibadet etmeyi emrediyor.
Nisa
Suresi Âyet 102:
“Sen içlerinde
olup da Namazlarını kıldırdığın zaman: Bir kısmı seninle beraber Namaza dursun
ve silahlarını da yanlarına alsınlar; secdeyi yaptıktan sonra, onlar arkanıza
geçsinler; kılmayan öbür kısım gelsin, seninle beraber kılsınlar, tedbirli
olsunlar, silahlarını alsınlar.” Birileri kabul etsin veya etmesin: Alevilerin
ibadet anlayışı bu minval üzeredir. s.119-120”
İslâm
Dininde Mezhepler Yoktur! Ne Sunnîlik ne de Şiilik Peygamberimizin yaşadığı
dönemlerde olmamıştır. Bunların hepsi sonradan kişilerin, İmamların, dinî
önderlerin, fikir ve anlayış ayrılıklarının, toplumlarca kabul edilerek,
ayrışması ve farklılaşmasından ortaya çıkmıştır… Halbuki İslâm, birleştirici,
bütünleştirici iri, diri, bütün ve kuvvetli olmayı öğütler. Ayrılığı fitne
olarak nitelendirir. Bu sebeple, bu dinî farklılıkları dinlerdeki incir
çekirdeğindeki teferruatlar gibidir. Esas olan Müslümanlıktır. Bu da: “Allah
birdir; Peygamber de onun kulu ve elçisidir!..” olarak kabul etmektir!..
Peygamber dışındaki yakınları sadece ve sadece dinî önderlerin yakınları
olarak, din büyükleri, âlimleri olarak görülüp saygıyla anılmalıdırlar.
Bugün
İslâm dininde de böyle sapmalar (Tarikat ve Cemaatler ve bunları yöneten:
Gavs, Şeyh, Şıh, Seyyid, Pîr, Tarikat Ağası, …vb.) ortaya çıkmıştır.
Peygamber
döneminde böyle bir şey yoktur! Bunlar kontrolsüz büyüyerek büyük güç ve nüfus
sahibi olmuşlardır. Birbirleri ile madî ve manevî menfaat çatışmalara dahi
girmekte, taşlı sopalı Gavs, Şeyh, Şıh, Seyyid, Pîr, Tarikat Ağalığı için kavga yapabilmekte ve birinin
uygulamasını diğeri beğenmemekte, bazıları da küfür derecesinde şirk ve
sapıklık içerisinde bulunabilmektedirler! İslâm Dini ile hiçbir ilgisi olmayan,
bu şeylere inanmak da Allah’a ortak koşmak ile aynı şeydir!..
Aklı esas alan: El Kindi, İbn-i Rüşd,
İbn-i Heysem, Farabi, İbn-i Sina, El Razi, El Harezmi, İbn-i Haldun gibi ünlü
filozoflar yetiştiren, İslâm dünyasının alimleridir. Daha sonraki gelenler,
aklı ve bilimi reddederek nasıl da sefalete sürüklendiğini anlamadılar.
Mu‘tezilîler, Horasan ve Hârizm bölgelerine göç ettiler. Burada, Mu‘tezilî gelenek Ebû Mudar Mahmûd b. Cerîr el-İsfahânî ve öğrencisi Cârullah ez-Zemahşerî tarafından devam ettirildi Alparslan’ın veziri ve koyu bir Eş‘arî taraftarı olan Nizâmülmülk sürgüne gönderilen 400 civarındaki Sünnî âlimin geri dönmesini sağladı. Bunlar adına Medreseler açtırdı (Balcıoğlu, s. 61-64). Nizâmülmülk’ün verdiği destekle Eş‘arîlik, canlandı. Cüveynî ve Gazzâlî gibi otoritelerin, yönelttiği tenkitler sonucu, Bağdat ve civarında tutunamayan Mu‘tezilîler, Horasan ve Hârizm bölgelerine, buradaki Mu‘tezilî gelenek Ebû Mudar Mahmûd b. Cerîr el-İsfahânî ve öğrencisi Cârullah ez-Zemahşerî tarafından devam edilerek göç ettirildiler... Özellikle: “Zemahşerî, el-Keşşâf” adlı tefsiriyle, Mu‘tezilîler kadar, Sünnîler tarafından da takdir görmüştür.
İslâm'da felsefeyi benimseyen Mutezile Akımının yok olması ve Aklı, ihmal eden Eşarilik Akımının, İslâm dünyasına hâkim olması ile İslâm Filozofları Çağının sonlandırılmış olduğunu görüyoruz. Emevî, Abbâsî, Osmanlıda ünlü felsefeciler yetişmedi. Üstelik yetişmişler de çeşitli vesilelerle yok edildiler. Bunu bugüne geldiğimizde daha rahat görüyoruz… Bunun neticesinde de İslâm'da akılcı düşüncenin çöktüğünü ve Selefilik Akımının hızla geliştiğini görüyoruz. Bu durum, “Halifelik” yönetiminde olağandı; çünkü idare tek adamın iki dudağı arasına sıkışmıştı. İsterse, günde yüz kişiyi vezir yapar; ister, yüz kişiyi öldürürdü ve hiç hesap vermezdi. Hiçbir sorumluluğu da yoktu!.. Günahı varsa, öbür tarafta Allah’a hesap vereceğine inanılırdı…
Diğer Mezhep ve Akımlar için
de yüzde 40'lık bir nüfuz alanı ile en yüksek orana sahip olan İrrasyonel
Eşarîlik Ekolün, hemen bütün İslâm Dünyasını etkilediğini
söyleyebiliriz. İslâm düşünce hayatında 6'ncı yüzyıldan itibaren iki akımın
veya iki ekolün etkisi büyük olmuştur. Bu ekollerin ilki Mutezile,
ikincisi ise Eşari Ekolüdür.
'Tanrı insanlara akıl vermiştir ve
insanlar akıl yoluyla Tanrı’yı, ahlâkı, iyiyi, kötüyü bulur. “İnsan-Tanrı
ilişkisinin merkezinde “Akıl ve Mantık vardır” diyen bir görüştür.
'Aklın, hakikati bulabilme kabiliyetini
reddeder. İnsan aklının sınırlarını olduğunu ve gerçek hakikatleri
bilemeyeceğini savunur. Gerçekleri, “Bilinemez!” olarak gören, Allah ile
onun yarattığı Kul Aklı arasında, bir otorite seçme, tercihinde
bulunarak, “Tanrı ile Aklı karşı karşıya getiren' bir akımdır.
Mutezile Akımına Göre: Tanrı'nın insandan beklediği ilk
vazife, akıl yoluyla bir yaratıcı olduğunun bulunmasıdır. Mutezile, Tanrı'nın
dünyaya doğrudan müdahale ettiği fikrine karşı çıkar. Yani Tanrı, dağdan
salınan bir kayayı aşağıya doğru kendisi yuvarlamaz; bunun için yer çekimini
yaratmıştır ve bu görevi her seferinde yer çekimi yerine getirir. Mutezile,
Tanrı'nın kanunlarını, doğa kanunları olarak kabul eder.
Müslüman filozofların ortaya
çıkışı ile Mutezile akımı doğdu. Dönemin ilk entelektüel tartışması 'kader
ve kaza' konularında ortaya çıktı ve Kaderiyye ile Cebriyye
taraftarlarını karşı karşıya getirdi. Mutezile yanlıları aklı önceledikleri
için, 'insan iradesinin kendi kaderini belirlediğini' savunarak
Kaderiyye tarafında yer alırken, Eşarî ve Hanbeli taraftarlarına
göre: 'İnsanın anne karnındayken, yanına Allah tarafından gönderilen Meleklerce,
nasıl bir insan olacağı kaydedilir ve Allah iyi ya da kötü, insan olup
olmayacağına karar vererek, insanı ister Cennete, isterse Cehenneme gönderir.'
Görüldüğü
gibi Eşariler insan iradesini neredeyse yok sayarak, aklı ihmal
etmiş, insanın yaptığı her iyi ya da kötü hareketin faturasını Allaha
mal etmişlerdir. Aklı, mantığı, bilimi hiçe sayarak ortadan
kaldırmışlardır…Günümüz Türkiye insanlarından bu görüşe Örnek:
18.11.2018;
Necmettin Erbakan Üniversitesi Havacılık ve Uzay Bilimleri Dekanı Prof. Dr.
Mehmet KARALI Sosyal medyadan yaptığı açıklamayla: “Yerel seçimlerde kadınlara
oy vermeyeceğim. Kadınların iş hayatında olmak yerine evinde olması
gerektiğini…” söyledi.
21 Mart
2016; Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Bülent ARI: “Ben daha çok cahil ve okumamış,
tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum. Yani ülkeyi ayakta tutacak olanlar,
okumamış, hatta ilkokulu bile okumamış, üniversite okumamış, cahil halktır!... Ben cahil halkın ferasetine güveniyorum. Okuma
oranı arttıkça beni afakanlar basıyor.”, diyen Rektör Yardımcısı YÖK’e transfer oldu.
17.Ekim
2017; Adıyaman Üniversitesi Rektörü Mustafa Talha GÖNÜLLÜ: “Yabancı kadınla tokalaşmak,
ateş tutmaktan daha korkunçtur!” dedi…
31 Ekim
2018; Harran Üniversitesi Prof. Dr. Ramazan TAŞALTIN: “İslâmî olarak Cumhurbaşkanımıza
itaat etmek farz ı ayndır. Karşı gelmek de harpten kaçmak mânâssına
gelir, haramdır…” dedi.
Bir
vatantaş TV. Spikerinin sorusuna: “Zamları Allah yapıyor. Tayyip’in suçu yok!..”,
“Erdoğan
zamlar için: (Sınanıyoruz…) dedi.
AKP
Hükümet Bakanı Süleyman SOYLU: “Bunları bize yaptıran Allah’tır!” dedi.
https://www.youtube.com/watch?v=5tUZyLEshyY;
https://www.youtube.com/watch?v=kJiTDB4RSkQ
Bugünün
Türkiyesindeki
iktidarı destekleyen Taban Sınıfının Hak aramayı bırakın hayatını vermeyi bile
göze alanları görüyoruz: “Allah’ım benim ömrümden alsın sana versin!..”,
serzenişi…”, “Reisi yedirmeyiz!..” hayatlarını kuru soğan, patates, un ile
devam ettiren yoksul vatandaşlardı… “Artık doktor bile dövebiliyoruz!..”,
bunlardaki kişilik yetmezliği gerçeği görmelerini engelliyor: “Çalıyor
(hırsız); ama iş yapıyor!..” Tarikat, Cemaat mensupları; Şeyh, Şıh, Gavs,
Ağa önderleri gibi her şeyi Allah’a mal ederek insanlarla dalga
geçmişlerdir. “TUİK yapmıyor, Allah yapıyor. “Zamları da Allah
yapıyor. Tayyip’in suçu yok!” diyen halk…
Fakirlik de Allah’tandır. Zenginlik de Allah’tandır. Recep Tayyip
Erdoğan Allah istediği için Ekonomiyi böyle yönetiyor. “Zamları yapan Allah,
Doları yükselten Allah’tır. (AKP Hükümet Bakanı Bakan Hüseyin Çelik)”
(onedio.com › haber ›
huseyin-cevik-de-son-zamlara-isyan-etti-biz-su-anda)
Dönemin egemen gücü Emevi
Siyasi Önderlerinin, dini siyasallaştıran Emevi Siyasetçilerinin
zulümlerini, Allah'a fatura etme kolaylığı, bakımından, işlerine gelmiş ve
günümüze kadar gelen, 'Emevi İslâmı' dediğimiz irrasyonel bir inanış
biçiminin İslâm coğrafyalarına hâkim olmasına neden olmuştur. Mutezile
taraftarları ise, Allah'ın kötü hareketler yaptırmayacağını söyleyerek,
aklın öne çıkarılmasında ısrarcı olmuşlardır.
Emevileri ortadan kaldıran Abbasi
Yönetimi, özellikle rüyasında bile Aristo ile tartışmalar yapan 7.
Halife Memun Döneminde, Mutezileyi şiar edinmiş ve devletin resmî
ideolojisi haline getirmiştir. Daha sonra gelen 10. Halife Mütevekkil'in
önderliğinde Mutezile ekolüne karşı savaş açılır ve aklın egemenliğindeki bu
akımın etkisi zayıflatılır. İslâm'ın ilk filozofu olan El Kindi'nin
bile, kütüphanesine el konulur ve kendisine zulmedilir…
Eşariliğin kurucusu Hasan El Eşari'nin
ölümünden yaklaşık yüz yirmi (120) yıl kadar sonra, dünyaya gelen ünlü İslâm
bilgini Gazali, önceleri felsefeye, akla itibar etmesine rağmen, daha
sonra, anlaşılmaz bir biçimde felsefedeki 'nedensellik ilkesini' yani 'neden
sonuç ilişkisini', 'doğa kanunlarını' ve 'aklın üstünlüğünü'
reddederek Yunan Felsefesinin tercümesi ile ortaya çıkan, İslâm bilim
uyanışının, ortadan kaldırılması yönündeki çabalara büyük destek verir.
Gazali'ye göre:
“Susamak ile su içmek”
arasında bir “neden sonuç ilişkisi” değil, sadece “ilahi bir
irade” vardır. Bu yüzden Gazali, İslâm düşüncesinde nedenselliğin
kaybedilmesine vesile olan kişi, olarak bilinir. Oysa nedenselliğin
olmadığı yerde, akıldan da bilimden de gerçeklikten de bahsedemeyiz. Yine Gazali'ye
göre: “Akıl, ahlaki gerçeğin kaynağı” değildir. Bu yüzden akıl, farz
ve haramlar için bir referans oluşturamaz. Gazali'nin adalet kavramına
yaklaşımı da benzerdir. İnsanın, adaleti tesis edemeyeceğine, aksine Allah'ın
koyduğu kural ve yasaklarla, adaleti eksiksiz tesis ettiğine inanır. Yani Gazali:
Aklı devre dışı bırakarak, adaleti, 'haramlardan sakınmak ve
farzları yerine getirmekle' sınırlamaktadır.
Gazali'den sonra gelen İbn-i Rüşd ise:
'Eğer sebep ve sonuç arasında bir ilişki yoksa, dünyada bir
düzenden bahsetmek imkansızdır. Halbuki o düzen ve nizam vardır ve bir bilgelik
ve akıl aracılığı ile yaratılmıştır” der. Bu iki görüş ayrılığına göre: Gazali'nin
Allah'ı: “Mutlak irade”, İbn-i Rüşd'ün ise: “Mutlak akıl ve mutlak
bilgelik”, olarak gördüğünü anlıyoruz. Yani Gazali'de kişi, Allah,
İbn-i Rüşt'te ise kavram Allah düşüncesi hâkimdir.
Eşarilik, insanın iradesini ve aklını
tamamen yok sayarak, insanın bir eylemin başlatıcısı ve bitiricisi
olamayacağını ve bütün bir hayatın Tanrı'nın isteği ile gerçekleştiğini
savunur. Bu görüşe göre: Tanrı bütün kötülüklerin ve bütün iyiliklerin
kaynağıdır. Esasen bu görüş Kur'an'da birçok yerde bahsi geçen: “Aklı
üstün tutan ve siz hiç akletmez misiniz? Siz hiç düşünmez misiniz?” diye
haykıran ayetlerin de bir yanı ile inkârı anlamına gelmektedir…
Nihayet 8-12 yüzyıllar arası El
Kindi ile başlayan, İbn-i Rüşd, İbn-i Heysem, Farabi, İbn-i Sina, El
Razi, El Harezmi, İbn-i Haldun gibi düşünürlerle devam eden İslâm akıl
ve bilim uyanışının önü, maalesef; Eşari Ekolü ile ve Hanbeli Akımı ile
kesilmiştir…
Günümüzde, İslâm ile demokrasinin
bir arada olamayışının, İslâm ülkeleri ile gelişmiş Batı ülkeleri arasındaki
gelişmişlik farkının, İslâm dünyasındaki çöküntünün ve sefaletin hikayesi bu
ekollerin İslâm coğrafyasına egemen oluşuna dayanır.
İslâm dünyası, bu durumun
bilincine varamadığı sürece de maalesef acılar içinde sürünmeye devam edecek ve
sırtı yerden asla kalkmayacaktır…
Kur'an'da
Namazın kılınış şeklini anlatan bir âyet bulunmaz! Namaz ile alakalı olduğu
düşünülen ifadelerde, Allah'ın secde hâlinde (4:102), eğilerek (22:77) ve
ayaktayken (3:113) anılması veya dua edilmesi anlatılır…
Hac’da şeytan taşlama, yok!
Hacer’ül Esved taşına el yüz sürme
yok!
Kabir hayatı, kabir azabı yok!..
İki kadının bir erkeğe denk gelebilecek şahitliği
yok!
Kandil Günleri yok!..
Erkeğin kişisel üstünlüğü, kadının erkeğe
itaati yok!
Kadın veya Erkek Kölelik ve Cariyeliği
yok!
Haremlik-Selamlık yok!
Kadının sesinin haramlığı, günahlığı yok!
Bir insandan Tevbe almak vermek, Rabıta
yapmak, dönmek, kafa sallamak yok!
Mezhepler yok!
Bazı ayetleri veya duaları belli sayıda
okuyup üflemek ve bundan murad beklemek yok!
“Hülle” yapıp karısını
boşadıktan sonra, başka biri ile evlendirip, cinsel münasebete girdiğinin
gözetleyip, sonra boşandırıp, üç ay sonra, tekrar kendisinin evlenmesi yok!..
Bütün Şefaat sadece Allah'a aittir: “Şefaat
ya Resullullah ya Ali ya Muhammed, ya Geylani, ya Gavs… vs.” yok!
Mehdinin geleceği yok!..
Kutsal günler (Mevlit, Regaip, Berat,
Miraç Kandilleri) yok!..
Sadece “Kadir Gecesi” özeldir.
Recm cezası yok!
Hac ayları dört (4) aydır, dileyen iki (2)
günde dileyen daha fazla günde işini bitirir ve döner. On (10) günlük hac
süresi yok!
Altın,İpek erkeğe haramdır, yok!
Bir Şeyhe veya Tarikata bağlanma yok!
Kıyamet alametleri yok!
Hayızlı lohusa kadınlara ibadet yasağı
yok!
Kuran’ı anlamadan, sevap için okumak yok!
Ölüye Kuran okumak, sevap transferi yapmak
yok!
İnfakta, zekatta, kırkta bir yok! Malın
biriktikçe ihtiyacından fazlasını, imanın samimiyetin, takvan oranında
verirsin.
Sorgusuz itaat Allah’adır.
Veli, Evliya, Embiya (Allah dostu),
keramet sahibi olmak yok!
Türbede dilek dilemek yok! Tasavvuf,
Gavs, Kutup, Şeyh, Şıh, Seyyidlik, Veli, Eren,
Ermiş…vb.
lerinin, İslâm’da yeri yoktur!
Muska, Büyü, Nazar yok!
Kadının uğursuzluğu, cenazeden uzak
tutulması, sadece erkeğin cenaze Namazı (Dua Etmesi) kılması yok! Cenaze Namazı,
cenaze duasıdır.
Sünnet Namazı zorunluluğu yok!
Kaza Namazı yok!
Teravih Namazı yok!
Dua ederken el açmak, âmin demek
zorunluluğu yok!
Sırat Köprüsü yok!
Cennet, Cehennem yok! (Herşey bu dünyada)
Kuranın saydığı haram yiyecekler dışında
kalan yiyecekler, kültürel, tercihler ve alışkanlıklar ile ilgili meselelerdir.
Kafaya göre haram koymak yok!
Erkeğin kadının elini tutmaması yok!
Kadının erkek ile tokalaşmaması yok!..
Erkeğin kadını dövme yetkisi yok!
İnsanların, çaprazlama el ve ayak kesmek,
kadını veya erkeği kırbaçlamak yok!
Sağ el, sağ ayak saçmalığı yok!
Askerde veya savaşta ölenin Şehit olması
gibi bir şey yok!
Boşanma yetkisinin, yalnızca erkeğe ait
olması yok!
Ölüye telkin ve ıskat yok!
Deve sidiği içmek, elini yemeğin içine
daldırarak yemek ve içmek yok!
Sorgulamadan bir fikre, bir şahsa tabii
olmak yok!
Kuranın bütün emir ve yasakları farzdır.
Sadece 32 veya 52 farz yok!
Kuranda 6236 ayet var, 6666 ayet yok!
Çocuk yaşta evlilik yok!
Namus, namussuzlukta, zinada, kadın erkek
farkı yok! Hiçbir şekilde atmış bir (61) gün oruç tutma cezası yok!
Din değiştirenin, Namaz kılmayanın, içki
içenin, zina yapanın öldürülmesi, kırbaçlanması
diye bir şey yok! Dinin asıl direği : Okumak, bilgilenmektir..
Kuran anlaşılması zor bir kitaptır, yok!
Resul ve Nebi var, Peygamber kelimesi ise
kuranda yok!
Kuran okumak için abdest şartı yok!
“Sakala jilet vurmak haramdır!” diye bir
şey yok!
Bazı günlerin kutsallığ yok!
Cuma toplantısı yok!..
Cehennemde yanıp çıkma yok!
Sakalı şerif, nalın ı şerif, hırkayı şerif;
kabak, hurma, zemzem, tesbih, seccade vs. kutsaldır
diye
bir şey yok!..
Sevap kazanmak için kertenkele, karga,
kirpi, kara köpek, kara kedi…vs. hayvanları öldürmek, etini yemek, sidiğini
içmek, her türdeki hayvanın uğursuz olduğuna inanmak diye bir şey de yok!..
İslâmî bir isim koymadan ve sünnet olmadan
Müslüman olamazsın, diye bir şey yok! Hadisler için kesin Peygamber sözüdür
diye bir şey yok!
Hadis, Fıkıh kitaplarında, kuran dışındaki
uyulması gereken hükümler yoktur!..
"Kuran'da içki içmenin cezası yoktur,
varsa göstersinler. (Halife Padişahların çoğu içki içerdi. Hatta Yavuz Afyon
kullandığı tarihe geçmiştir.)
(https://www.odatv.com/siyaset/hangi-osmanli-padisahlari-icki-icerdi-395)
Yine Namaz kılmamanın da cezası yoktur!
Örtünmenin, ve örtünmemenin de cezası
yoktur!
110 bin Caminin Hocasına, müftüsüne, Kuran
Kursu hocasına,
Diyanetine, ilahiyatçısına... vs. kim
varsa hepsine sorun, nerede böyle bir ayet varsa göstersinler!...
Takva kıyafeti (Kadınlarda:
Tesettür, Başörtüsü, Türban, Peçe, Bürgü, Cilbab, Aabiye, Çarşaf: erkeklerde:
Sakal, Cübbe, Şalvar, Sarık vs.) yok!
(https://www.kuranmucizeler.com/kadinlarin-aleyhine-olacak-sekilde-anlami-saptirilan-nur-suresi-31-ayetinin-detayli-incelenmesi-bas-ortusu-turban-pece-yuce-allah-in-emri-mi)
“Kara Çarşafı, fahişeler, gizlenmek için
giyerlerdi!” demişti. İzmirli bir
avukat ışık hızıyla şikayetçi oldu. Prof Hanımda.... Prof. Dr. Muazzez Hanım:
“Boşuna zaman kaybı dedi!..” duymazdan
geldiler... Muazzez Hanım, mahkemeye Sümer Tabletleri ve delilleri de götürüp sundu.
Tabii davayı da kazandı.
(Kaynaklar: https://www.korkusuz.com.tr/kabul-etmek-islerine-gelmez-wp-376073
https://en.rattibha.com/thread/1567145645022093313
https://www.scribd.com/document/392153038/Muazzez-%C4%B0lmiye-C%C4%B1%C4%9F-%C4%B0brahim-Peygamber-sumer-yaz%C4%B1lar%C4%B1na-ve-arkeolojik-buluntulara-gore-1-pdf)
İslâm’da kadercilik yoktur!
Namaz için her köşeye Cami Yaptırma yoktur!
“Kurban Kesme”
yoktur!
Dört, beş kadınla birlikte evlilik,
Cariye, Köle, Savaş Esiri Onlarca kadınla zorla veya gönüllü nikahlı, nikahsız
yatağa girmek, seks yok, yoktur!..
“Kadın Dövme, onu yatakta terk etme,
yalnız bırakma” yoktur!
İnsanları cezalandırmak maksadıyla kırbaçlama, el ve ayaklarını çaprazlama kesme, veya başkaca mahrem yerlerini yakma, dağlama, uzuvlarını tek taraflı kesme, gözünü dağlama kör etme, …vb. yok, yoktur!..
“Erkek veya kız çocukların Sünnet Edilmesi” İslâm’da yoktur! Bu dahi bir Yahudi Geleneğidir. Bütün Yahudiler sünnetlidir. Aynı şekilde baş örtüsü, peçe ve çarşaf dahi yoktur!.. Osmanlıda Padişahlık Döneminde de (II. Abdülhamit, İslâm’ın Halifesi) çarşaf giymeyi yasaklanmış! Birçok padişahlar da Tek tip giyinmeyi kanunlaştırmışlar. Devlette çalışanları da buna mecbur tutmuşlardır. (III. Selim, II. Mahmut, Abdülaziz, II. Abdülhamit…vb.).
Emevîler’in İslâm diye uydurduklarını Kuran olarak okutup, küçük çocukları dahi “Hafız” ilan edip, bu unvan ile aldatıp, beyinlerini yıkayıp manyaklaştırdılar. Halbuki İslâm: Akıla, matığa, bilime dayalı, hoşgörüye dayanan, soran,sorgulanan, anlaşılan ve yorumlanan bir görüşe dayalıdır. Akıl baliğ olmayan çocuğa din aşılamak ve aktarmak, meczuba akıl vermek gibidir.
Allah ve Din ile korkutup, Cehenneme gönderenler,
insanları dinden çıkarmışlar, dinden soğutmuşlardır.
Bunlar sadece İslâm dininde değil, hiçbir
dinde böyle bulanık, bozuk, akıl, mantık ve ilim dışı anlayış yer almamıştır.
Olmaz! Varsa bunlar devrin egemen kişi ve güç düşkünlerinin uydurup, kitaba
veya sünnete ekledikleri sapkın düşüncelerdir.
Bu saydıklarım için, az veya çok bir ceza varsa, çıksınlar göstersinler. Söylediklerimin hiçbiri Kuran'da yoktur!... Gösteremezler çünkü yok, yok!... Bunların hepsi çok sonradan Emevi, Emiri I.Muaviye ve oğlu Yezit Halife olduktan sonra kendilerinin uydurduğu ve inandığı pağan dönemi adetleridir..
Yalan üzerine bir din inşa ettiniz,
herkesi ona inandırmaya kalkıştınız...
Atatürk, Kuran'ı
Türkçeye çevirttirince, bütün bu üfürükçülere: "Püf!!.." dedi.
Bütün ışıkları söndü, karanlığa gömüldüler...
Şimdi yedi yüz (700) yıl sürmüş Osmanlı İmparatorluğumuzu idare eden Padişah ve Vezirlerden de biraz bahsedelim. Bakalım bu Devletimizin yöneticileri acaba düşündüğümüz gibi miydiler?
“Hangi
Osmanlı Padişahları İçki İçerdi?
(ODA T.V. : Soner YALÇIN’ın İlginç
Araştırması; 17 Kasım 2023)
Hangi Padişahın Lakabı Sarhoştu?
TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda Ulaştırma Bakanlığı
bütçesi görüşülürken, şaraptan alınan yüksek vergi tartışma konusu oldu. Bakan
Binali Yıldırım: “İnsanların ayık gezmesi lazım.” diyerek yeni bir içki
tartışması başlattı.
Bugün devletin üst sivil kadrolarında içki içen kimse
yok; herkes ayık. “Ayık olmak” bir devlet politikası haline geldi. Bu
nedenle devlet seremonilerinde bile kadeh kaldırılmıyor.
Bazı çevreler, “Osmanlı Devleti de böyleydi”
diyor. Öyle miydi değil miydi; gelin bir göz atalım…
Adı: Osmanzade Taib Ahmed (1660-1724).
Şairliği, Padişah özel kâtipliği ve tarihçiliği vardı.
11 kitap yazdı:
“Hadikatü’l-müluk” adlı eserinde; Sultan I. Osman’dan
II. Mustafa’ya kadar yirmi iki (22) padişahın hayatını kaleme aldı.
“Hadikatü’l-vüzera” adlı kitabında ise, ilk Osmanlı Veziri
Alaaddin Paşa’dan, Rami Mehmed Paşa’ya kadar yüz sekiz (108) Sadrazamının
hal tercümelerini yazdı.
Bizim yararlanacağımız kitabının adı ise, “Telhisü
Mehasini’l-adab”.
Kitabın adından da anlaşıldığı gibi Taib Ahmet
Efendi’nin bu eseri; meşhur Arap ilahiyatçı/edebiatçı Cahiz’ın
(776–868) “Minhacü’s-süluk” ile tarihçi Mustafa Ali Efendi’nin
(1541–1600) “Mehasinü’l-adab” isimli kitaplarının sadeleştirilmiş bir
özetiydi.
Sadrazam Damat İbrahim Paşa’ya takdim edilen bu eser
15 bölümden oluşuyordu. 3’üncü bölümde, İslam Halifeleri ve Osmanlı
Padişahlarının özel hayatlarına ilişkin bilgiler mevcuttu.
“Telhisü Mehasini’l-adab” adlı esere
göre, Osmanlının ilk sultanları ağızlarına içki koymamışlardı.
İlk padişah Osman Gazi, dini bütün Şeyh
Edibali’nin damadı olduğundan “kadehin gül rengine rağbet etmemişti.”
Ancak: Bu eserin aksine, bazı tarihçilere göre, Osman
Gazi Bizanslı beylerle (tekfur) şarap içmişti.
Taib Ahmed’e göre, Osman Gazi’nin oğlu Orhan
da içkiden uzaktı.
Her iki Padişah da içmiyordu; ama toplantılarında
komutanlarına iltifat etmek maksadıyla içki/ “dolu” sunmuşlardı. Bu adet, Yıldırım
Beyazıd, Çelebi Sultan Mehmed ve Sultan I. ve II. Murad döneminde de devam
etmişti.
Taip Ahmed’e göre, “Fatih Sultan Mehmed Han
ve Sultan Bayezid-i Veli, komutanları ve vezirleriyle arada sırada iyşü nuş
(içki alemi) ederlerdi. Hatta Bayezid-i Veli, Sadrazam Gedik Ahmed Paşa’yı
işret (içki) sırasında katletmişti.”
Yine kitabın aksine, bir iddiaya göre, Yıldırım
Beyazıd içki içiyordu. Padişahın içki ve bezm (içki meclisi) düşkünlüğünün
sebebi, eşi Sırp Prensesi Maria Despina (Olivera) idi.
Dönelim tekrar Taib Ahmed Efendi’nin kitabına:
Yavuz Sultan Selim içki kadehine fazla iltifat
etmezdi, ancak ara sıra içerdi. Heyhat, çabuk sarhoş olup şiir okurdu. Bir gün
bir eğlence sırasında yine sarhoş oldu; ayağa kalktı; elindeki kadehi öne doğru
uzattı ve üzümden ilk şarabı çıkardığı iddia edilen İran Şahını
anımsayıp şiir okudu:
“Bint-ül inebin bikrini Cem etti izale” (Üzümün kızının bekâretini Cem yok etti!)
Kanunu Sultan Süleyman, ilk
zamanlarında musiki dinlerken içki içmişliği vardı; ancak daha sonra içkiyi
yasakladı.
“Osmanlının yasağı üç gün sürer” deyimi
doğruydu. Kısa bir zaman sonra içki yasağı unutuldu, meyhaneler yeniden açıldı.
Padişahlar arasında içkiye en düşkün isim II.
Selim’di. Lakabı “Sarhoş” idi. Bu dönemde sınırsız içki serbestliği vardı.
İlginçtir II. Selim içkiye düşkün olmasına rağmen,
beş vakit namazını da kaçırmazdı. Ve sonra, Halvetiyye Şeyhi Süleyman Efendi’nin
telkiniyle içki içmeye tövbe etti.
Hatta bir gün hastalandığında hekimlerin iyileşmesi
için verdiği ilacı, “içinde içki vardır” diye içmedi.
İçkiye karşı padişahlardan biri de, III. Murad’tı.
İçki içmediği gibi huzurunda lafının edilmesinden bile hoşlanmazdı. Bunun
altında yatan sebep ise şuydu: Şehzadeliği sırasında babası II. Selim
bir gün kendisini içki sofrasına çağırdı. İçki içmesine izin verdi; ama Padişah
daha önce Harem Kethudası Hekimbaşı Kurdoğlu’na, şarap kadehinin içine
baş ağrısına neden olacak bazı maddeler koymasını istemişti.
Şehzade bu oyundan habersiz şarap kadehini ardı ardına
içince birkaç gün baş ağrısından duramadı ve içkiye tövbe etti.
Bir diğer padişah, III. Mehmed de babasının
yolundan gitti; içki içmedi. Ama onun döneminde Osmanlı kötü bir alışkanlıkla
tanıştı: Tütün.
Allah’tan tütün günah değildi!
Osmanlı padişahlarının içkiyle ilişkileri hep inişli
çıkışlı oldu.
İçki yasağı bazen şiddetle uygulandı bazen ise
görmezden gelindi.
Bu uygulamalarda, padişahların kişisel yaşamlarının
etkisi vardı: Örneğin:
I. Ahmed çok dindardı ve onun döneminde içki
yasağı çok etkiliydi.
Osmanlı Devleti için 17. yüzyıl, “duraklama”
dönemiydi.
Osmanlı savaş kaybettikçe gericileşti. İçki yasakları
bu dönemde arttı. Tüm kötülüklerin sebebi bu uğursuz içkiydi!
IV. Murad kendisi içmesine rağmen halka
alkol, sigara ve kahve kullanılmasını yasakladı. İçki içenler darağaçlarında
sallandırılırken IV. Murad’ın Şeyhülislamı Zekeriyazade Yahya Efendi
bakın şiirinde ne diyordu:
"Mescitte riyamişler etsin ko riyayı/ Meyhaneye
gel kim ne riya var ne mürai..." (Bırak mescitte ikiyüzlüler devam etsin, riyakârlığa/ Sen meyhaneye gel ki orada, ne riya var ne riyakâr.)
Eee, şimdi bu şiiri nasıl değerlendireceğiz?
Neyse devam edelim…
Sultan İbrahim döneminde yeni keyif verici maddeler
ortaya çıktı: Bunların başında, burundan çekilen enfiye (burun otu) vardı.
Bir tür uyuşturucu olan enfiyeyi zamanla padişahlar ve
sadrazamlar kullanacaktı.
Bir sonraki Padişah IV. Mehmed, avcılığa ve
eğlenceye çok düşkün olmasına rağmen içkiden uzak durdu. Hatta yasakları
katılaştırdı.
Ve 17. yüzyıldaki içki yasağı Osmanlıyı yeni
bir alkol çeşidiyle tanıştırdı: Rakı.
Rakı, -görünürde sudan farklı olmadığı için-, içki
yasağını delmek maksadıyla Osmanlı’ya giriverdi.
Görüldüğü gibi, bize ait zannettiğimiz rakı maalesef “Milli
İçkimiz” değildi. “Rakı” sözcüğü Türkçe değil Arapça’ydı. Arap ülkelerinde “arak”
denilmekteydi.
Rakıyı Osmanlı Sarayı da pek sevdi. III.
Ahmed, çoğunlukla geceleri hünkâr sofasında, balkonda yumuşak yastıklar
içinde yarı yatmış bir halde oturur, sadrazamı, şairleri ve dalkavuklarıyla
rakı içerdi.
Bir sonraki Padişah I. Mahmud da içkiyi
seviyordu.
İçkinin seyri 18. yüzyılda da değişmedi. Bazen
yasaklandı, bazen serbest bırakıldı.
Ne zaman paraya ihtiyaç duyuldu içki içimi serbest
bırakıldı. Çünkü alkolün alım satımından alınan “Zecriye Vergisi” hayli
yüklüceydi!
Fındıklı Mehmed Ağa bu durumu “Silahdar Tarihi”
adlı eserinde şöyle yazdı:
“Hazine çok sıkıntı içindeydi, içki yasağı kaldırıldı.
Meyhanelere ve tütün içmeğe izin verildi. Tütüne de ayrıca gümrük kondu.”
Aynen bugün gibi, ithal edilen içkiden alınan fon getirisi
hayli iyiydi.
En İçkici Padişah; 2. Mahmud
Osmanlı Sarayı tarih boyunca ne trajedilere tanıklık
etti: III. Mustafa, yemeğine zehir konularak öldürüleceği korkusu nedeniyle hep
panzehirler kullandı ve bunun sonucu uyuşturucu bağımlısı oldu!
Osmanlı’da içkiye savaş açan son padişah, III. Selim
oldu. Musikiye olan ilgisiyle bilinen bestekâr padişah, ne kadar meyhane varsa
hepsini kapattı. Yasağa rağmen içki içmekte ısrar edenleri, astırdı.
Sonra ne oldu:
Son dönem Osmanlı padişahları arasında içkiye en
düşkün kişi II. Mahmud, yasakları deliverdi.
Tarihçi Necdet Sakaoğlu’na göre, Abdülmecid
içki bağımlısıydı; bazı geceler kör kütük sarhoş durumda mabeyinciler
tarafından arabasına konulup saraya götürülürdü.
II. Abdulhamid anılarına göre, kardeşi padişah V.
Murad’ı içkiye alıştıran, geceleri sık sık buluştuğu şair Namık Kemal’di.
II. Abdülhamid’in de içtiği biliniyor; ama o ne rakı
ne şarap içiyordu. O, “şeker suyu” rom içiyordu!..
“Batıcı İttihadcılar’ın Padişahı”: V. Mehmed Reşad
ağzına içki koymazdı…
“Hain olup olmadığına” henüz karar verilemeyen son
padişah Sultan Vahdeddin de içki kullanmayanlar arasındaydı.
Gelelim sonuca: Şimdi biz meseleyi “ayık kafa”
sorununa indirgeyip, padişahların, şehzadelerin içki içmelerindeki temel meselelere
gözümüzü kapatıp, “Osmanlı’yı büyütenler, ayık kafa ile gezmiyordu!... Batıranlar
ise hep ayıktı!” gibi absürd bir değerlendirme yapabilir miyiz; ama ne
yazık ki yapanlar var!
Osmanzade Taib Ahmet’in: “Telhisü Mehasini’l-adab”
kitabında İslam halifelerinin içkiyle ilişkileri de yer alıyor.
Halifeler fethettikleri topraklarda içkiyle
tanışmışlardı.
Oysa İslam’ın ilk yıllarında sert bir yasak vardı.
Hz. Ömer, hamamda vücudunu şaraplı suyla
yıkayan Halid bin Velid’e, “şarabın içilmesi kadar vücuda sürülmesi de
yasak” demişti.
Gelelim Halifelere…
Tarihçi Taib Ahmet Efendi, Halifeler
hakkındaki bilgileri, İslam dünyasının önemli ilim adamları arasında gösterilen
Cahiz’in (776–868) “Minhacü’s-süluk” adlı kitabından almıştı. Bu
kitapta, içki içen Emevi ve Abbasi hükümdarlar şunlardı:
“Müslümanlar arasında içkinin yayılmasının
nedenlerinden biri de, Emevi Halifelerinden Yezid Bin Muaviye, Abdulmülk Bin
Mervan, Yezid Bin Abdulmülk, Velid Bin Yezid gibi kimselerin içki düşkünü
olmalarıydı.
Arap hükümdarlarından Numan ve Hişşam ve küçük
emirliklerden çoğu haftada bir gün işret ederlerdi (içerlerdi).
“Emevi hükümdarlarından Yezid bin Velid
ayyaş idi; vaktini sarhoş olup ayılmakla geçirirdi. Abdülmelik ayda bir kere;
Velid bin Abdülmelik haftada bir kere; Sülayman ve Merdan bin Mehmed üç günde
bir kere içerlerdi. (…)
“Abbasiler’den zevkusefa sofralarına en ziyade rağbet
eden halifeler; Hadi, Reşid, Emin, Me’mun, Mu’tasam, Vasık, Mütevekkil
idi. Abbasi halifelerinden Ebul Abbas haftada bir kere salı gecesi içerdi.
Hadi ve Mehdi iki günde bir kere; Harun ve
Me’mun haftada iki kere içerdi. Bunlar nihayet giderek ayyaş olmuşlardır. Mu’tasım,
Perşembe ve Cuma günlerinde ve toplantılarda içerdi; ama Vasık, Cuma
gecesi ve toplantı günlerinde içmez, diğer geceler içmezse uyuyamaz, rahat
edemezdi…”
Emevi ve Abbasiler’den içki düşkünleri olduğu gibi
içkiye karşı hükümdarlar da vardı.
Örneğin: Emeviler’den Ömer Bin Abdülaziz
ve Abbasilerden Muhtedi ile Mansur gibi birçok halife de içkiye karşı
mücadele vermişlerdi.
Fatimiler’den; Mustansır içki sofraları
kurdurmasıyla bilinirken, Hakim Biemrillah tam tersine içkiye düşmandı.
İslam içkiye izin vermiyordu. (Maide Suresi 90-91 ve
Bakara Suresi 219).
İslam inancına göre içkinin bir damlası bile haramdı. İçki murdardı. Bu nedenle içenlerin cezaya çaptırılması gerekiyordu. Peygamber döneminde de Hz. Osman içki içerdi. O aynı zamanda amcasının kızının oğluydu. Peygamber oha: "İçkili iken Mescide gelmemesini söyledi.. Bu sonradan kurallaştı; fakat yine de Osman dahil Müslümanların büyüklyerinden bir kısmıdan çekinmeden içki içenlerdi... Biz de şimdi sarhoşken trafiğe çıkmış, Trafiğe içki iken çıkmış olanlara para cezası kesiyoruz. Durum budur. Yasak da bu!..
Bin Harep, Velid Bin Akabe, Yezid Bin Muaviye, Ömer
Bin Hattab vs İslam’da içki cezası alan ilk isimlerdi. Aslında
mazeretleri vardı: “Biraz ferahlamak” ve “Türlü düşüncelerden
kafalarını kurtarmak!” gibi.( Cezaya gelince, içki kullanımına yönelik
Kur'an'da herhangi bir ayet
bulunmamaktadır.) https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0slam_ve_sarho%C5%9Fluk
Nedeni ne olursa olsun, bazı
halifeler hem de konumlarını bile göz ardı ederek, içki içmişlerdi.
Eh ne diyelim;günah varsa, günahları
boyunlarına!
Bunları Biliyor Muydunuz?
Türklerin milli içkisi kısrak sütünden mayalanma
yoluyla yapılan kımızdır. 1960’lı yıllarda bazı Türkçü/Bozkurtçu gençler
rakı, şarap değil, “Milli İçki” diye kımız içerlerdi.
Ülkücülüğe ne zaman “Türk-İslam Sentezi”
yerleşti bu hareket içinde kımız içme geleneği son buldu.
—İçki yasağı hiçbir dönemde hiçbir ülkede tam olarak
uygulanamaz. Ayrıca bazı İslam düşünürleri, kimi hadislere dayanarak İslam’ın
içkiye izin verdiğini ispat etmeye çalışırlar.
Bunlardan biri de Milli Şair Mehmet Akif Ersoy’un
damadı, ilahiyatçı Ömer Rıza Doğrul’dur. İslamiyet ve dinler tarihi
üzerine eserler vermiş Doğrul, iyi bir içiciydi.
Sirkeci’deki Konyalı Lokantası’nda hem içkisini içer,
hem de yazılarını kaleme alırdı. Kur’an-ı Kerim’i “Tanrının Buyruğu” adıyla
Türkçe’ye çevirdi. “Çeviri parasını içkiye yatırdı” diye çok eleştirildi.
—Milli Şair Mehmet Akif Ersoy, 24 yaşına kadar içti
sonra bıraktı. Yakın arkadaşı Neyzen, Mehmet Akif’i içkiye başlatmak, Mehmet
Akif ise Neyzen’e içkiyi bıraktırmak için çok uğraştı. İkisi de başarılı
olamadı.
—Türk ressamları arasında en çok içki içenlerden biri
de Çallı İbrahim’di. Neyzen, bir akşam elinde rakı şişesi Çallı
İbrahim’e giderken, Bakırköy Hastanesi’nin başhekimi Mahzar Osman’la
karşılaştı.
Osman, daha hastaneden yeni çıkan Neyzen’i
elinde şişe ile görünce çok kızdı. Hemen şişeyi kendisine vermesini istedi. Neyzen,
içkinin yarısının Çallı İbrahim’e ait olduğunu söyledi.
Mahzar Osman, “o halde hemen yarısını boşalt”
dedi. Neyzen, “boşaltamam, üstteki bölüm Çallı’nın” yanıtını
verdi!
— Türkiye’deki siyasal İslâm’ın manevî lideri Necip
Fazıl KISAKÜREK, uzun bir dönem içki içip, kumar oynadı; ama daha sonra
ikisine de tövbe etti.
—Şair Yahya Kemal BEYATLI, içki
masasında en küçük bir münasebetsizliği bile hoş karşılamazdı. Yakın arkadaşı Yakup
Kadri Karaosmanoğlu’ndan öğrendiği Bektaşilerin: “Masaya nasıl oturdunuz
ise, öyle kalkınız!” sözünü pek severdi.
— İslami temelde gelenekten kopmayan Batılı bir yaşamı
savunan
Şair Namık Kemal, rakıya pek düşkündü. Babası, II.
Abdulhamid’in Müneccimbaşısı Mustafa Asım her mektubunda adeta oğluna
yalvarırdı; “n’olur şu içkiyi biraz azalt!”
—Bülent ECEVİT içki sevmezdi. Turgut ÖZAL,
Semra Hanımın ısrarıyla sadece bir kadeh konyağa hayır demezdi. Süleyman
DEMİREL ise keyifli olduğunda bir iki kadeh içerdi.”
Bütün bunları insanların içinde bulunduğu peşin
yargılardan uzaklaştırmak, olay ve durumlara olduğu gibi objektif bir
pencereden bakış açısı getirmek için yazdık…
Emir Hz. Osman, Emir Hz. Ebubekir tarafından toplanarak
bir araya getirilen, Ebubekir’in ölümü sonrasında da Hz. Muhammed’in
dul eşi Hafsa’ya geçen, tek kopyaya dayanarak, Kuran’ın
kopyalarını çoğaltmakla görevli bir komite oluşturmasıyla tanınır…
Komite üyeleri, aynı zamanda Kuran okurlarıydı ve metni ezberlemişlerdi. Hz.
Osman telaffuz veya lehçelerdeki olası hataları açıkladıktan sonra, kutsal
metnin kopyalarını Müslüman Şehirlerinin ve Garnizon Kasabalarının her
birine gönderdi… Sonra da asıl olan varyant metinleri yok etti!..
Kuran misyonu, içindeki: “Hak, Adalet, Eşitlik,
Hürriyet” ile bağdaşmayan eklentileri üç yüz yıl sonra dine Emevîler
sokmuşlardır…
(Şam Valisi iken Suriye’de de büyük hâkimiyet sağlayan
Muaviye bin Ebû Süfyan, 3. Emir Osman’ın katledilip
öldürülmesinden sonra 4. olarak Müminlerin Emiri ilan edilen ve Hz. Ali’ye Biat
etmeyerek baş kaldırmıştı. Böylece iki Emir ortada bulunuyordu. Yine Müminlerin
2.Emiri olan Ömer bin Hattap tarafından Muaviye bin Ebû Süfyan, Şam Valiliğe
atanmıştı. Emir Osman bin Affan’ın döneminde de Şam Valiisi sıfatıyla Suriye’nin
tamamına hakîm olarak Muaviye çok güçlendi…
4. Emir Ali döneminde Ali’ye muhalefet ederek kendisini Emir ilan edince,
Müslümanlar ikiye, hatta üçe bölündüler:
1.Hariciler: Tarihçi Taberi’nin Naklettiğine Göre:
Hz. Ali, Ebu Musa’yı Muavîye ve kendileri arasında “Hakem” tayin ederek göndermeye karar verince, Haricilerden bir grup: “Hüküm ancak Allah’ındır. Hakem tayin etmeyi bırak. Kararından dön! İşlediğin hatadan tövbe et ve bizimle birlikte düşmana karşı savaşmaya devam et!” dediler… Bunun üzerine Hz.Ali : “Ben bunu daha önce sizden istemiştim; fakat bana karşı geldiniz. Artık karşı taraf la aramızda yazışma oldu. Şartlar ileri sürüp, sözler vererek anlaşma yaptık. Ayrıca Allah: “Ahitleştiğiniz zaman Allah’ın ahdini yerine getirin. Allah, kendinize kefil olarak pekiştirdiğiniz yeminleri bozmayın!” buyurmuştur… Hariciler, bu işten dönmezse kendisini öldürmekle tehdit etmişlerdir. Hariciler, ısrarla Ali’den yaptığı günah için tövbe etmesini istemişlerdir…Sıttın Savaşın’dan sonra tamamen ayrılmışlar ve sonra da dedikleri gibi Hz. Ali’yi hançerleyerek (İbn i Mülcem adında Harici tarafından) öldürmüşlerdir
Muaviye bin Ebû Süfyan, daha sağken oğlunu Müminlerin Emiri ilan etti.
Ali’nin öldürülmesinden sonra, Muaviye’nin oğlu Yezit, Emirlikten
vazgeçip, kendisini “Müslümanların Halifesi” ilan etti. Bütün halkı,
kendisine biat etmeye çağırdı. Etmeyenlere ordular göndererek zorla da
olsa ayaklarını öptürerek: “Muaviye’nin kulu, kölesi ve köpeği olarak Biat
ederim!..” dedirterek Biat ettirmiştir.”)
İslâm’da
akla, mantığa, bilime, adalete, barışa, kardeşliğe kadın ve erkek eşitliğine ve
birliktelikteki mutluluğa dayanmayan her söz yalandan ibarettir!..
Bugün
dayatılan bazı uygulamalar, Araplar’ın Pagan Dönemi alışkanlıklarının terkedilememesi
sonucu, devam eden uygulamalardır.
Arapça
dua
etmek ve Arapça Namaz Kılma, Arapça Ezan Okuma Zorunluluğu yok!
Erkek
kullarının ne giyeceği, nasıl giyineceği, konusunda tek kelime etmeyen Tanrı, kadın
kulları için söyleyebildiği kadar sıralamış olabilir mi? Allah’ın eşit
yarattığı kullardan erkeğin, bu kadar rahat; fakat kadının ise kafes arkasına
kapatılmasının, istendiği, kadının istemediği halde 7-8 yaşlarında
evlendirilmesi, pazarlarda alınıp satılması, evlendirilirken karşılığında “Mehir”
denilen altın, para, kıymetli eşya ile takas edilmesi, Tanrı’nın değil,
Hz. Osman Döneminde altı kişilik emre amade Arap Ümeyye
Oğullarından (Emevîler) Kabilesi uyanık Erkek kullarının,
kendi görüşü, cin fikirlerinden başka bir şey değildir. Böyle bir şey yoktur! Olamaz!.. Mümkün mü?
Erkek,
Hanımına üç defa: “Boş ol! Boş ol! Boş ol!..” Deyince kadın hiçbir
güvencesi olmadan sokakta kalacak!..
Sonra
pişman olup, o kadar çoluk çocuk buna razı göstermeyip tepki verince erkek bu
boşadığı kadını, tekrara nikahına almak isteyecek ve “Hülle” denilen
kıstas yapılacak?..
Burada
kadının hiçbir sözü yok mu?.. (Nerede Adalet ve Eşitlik İlkesi?) Bu defa boşadığı
kadını başka bir erkekle mahallenin ileri gelenleri evlendirecek …Bu boşanmış
ve evlendirilen kadın üç ay boyunca, nikahı yapılan erkekle evli kalacak? Bu
arada evlendiği yeni erkekle gerdeğe girerken bu heyet tarafından
görevlendirilen kişilerce işin olup olmadığı konuş gizlice gözetlenecek (?!) Üç
ay sonra ondan çocuk olmadığından emin olunursa, yeni evlendiği erkek
tarafından boşanacak… (Kadının burada suçu ne? Günah keçisi mi?) Ya ondan da
çocuk olursa ne olacak?.. Belli değil!.. Beyefendi bu kadar boynuzlandıktan
sonra, üç ay bekleyecek… Çocuk olmamışsa, sonra o, boşadığı kadını nikahına
geri alacak? Kendisi de çocukları da bu kepazeliğe razı olacak?.. (Öyle mi?)
Hangi aile bu rezilliğin içinde yaşayabilir? Buna rıza gösterebilir?
Kim
inanır kim razı olur bu kepazeliğe? Bu nasıl bir namus koruma olabilir?.. Bu
usul ve esaslar: Hangi akla, mantığa, hayatın gerçekliği ve ilme sığar?..
Boşanmış
zavallı kadın, Allah’ın kulu ise nasıl hiçbir hakkı olmadan elden ele erkekten
erkeğe dolaştırılacak? Bunun suçu ne? Bu durum inanıp iman ettiğimiz Allah’ın
adaletine eşitlik ilkesine sığıyor olabilir mi?.. Kuran’a girmişse Hz. Osman’ın kendi iradesi
çerçevesinde, Arap Ümeyye Oğullarından (Emevîler) Kabilesi uyanık Erkek kullarının
kendi görüşü doğrultusunda yazdırıp, asıllarının imha edildiği Kuran ayetleri sizce
bu olabilir mi?..
İşte Çok Güven Duyulan Kütüb-i Sitte ve
Yazarları…
Hz. Peygamberin vefatından 2 asır sonra
başlayan ve bir asır devam eden Abbasi ler döneminde Bugünkü İran ve çevresin
de 9. yy bir hadis toplama ve yazma aşkı ve süreci yaşanır.
Altı Kitap anlamına gelen, Ehl-i Sünnet
tarafından en sağlam Hadis kaynakları olarak kabul edilen Kütüb -i Sitte adı
verilen bugün de ehli sünnet diye tanım lanan cemaat ve Tarikatlerin baş tacı
eseri olan hadis kitaplarının yazılması işte bu dönem ve Mekke’ye 2-4 bin km
uzaklıktaki bir coğrafyada İran ve çevre sinde görüldü.
İbn-i Hişam, 9. yüzyılda yaşamış tarihçi,
dil ve neseb bilgini diye bilinir. Kendinin doğum tarihi bilinmez! Basra'da
doğmuş tur. Asıl adı Hz.Muhammed ibn-i Hişam olup siyer ilminin en önemli
kitabı Siret-i İbn-i Hişam kitabının yazarıdır. Emevîleri yıkıp Abbasiler’i
kuran Abbasiler döneminde sarayında prensleri eğitmek amacıyla 833 de eserini
yazdı. Eserini. peygam berden 201 yıl sonra Mekke’ ye 1500 km uzakta yazmıştır…
İmam Müslim:821 de Nîşâbur’da doğdu.
Basra, Küfe, Bağdat, Mekke, Medine gibi İslâm beldelerini gezdi hadis rivayetle
rini topladı. Hz peygamberden 243 yıl sonra Sahih-i Müslim adı verilen hadis
kitabını yazdı.
İbn-i Mace: 824 yılında Tahran’ın KB da
Kazvin'de Arap soylu bir Farisi ailede doğmuştur. Kütüb-i Sitte’nin altıncı
kita bı olarak kabul edilen eş Sünen adlı ünlü kitabını 887 de hz peygamberden
255 yıl sonra ve Mekke ’den 2500 km uzakta yazmış.
Ebu Davud:
Horasan bölgesinin İran ile Afganistan arasında kalan Sistan 'da 817 de Arap
asıllı Farisi bir ailede doğdu. Ebu Davud olarak da anılan eser Kütüb-i sitte
’nin önemli bir kitabıdır. Eser 887 de hz peygamberden 257 yıl sonra 3000 km
uzaklıktaki Orta Asya’da yazmıştır.
Tirmizi: Özbekistanın Tirmiz’de 824 de
doğdu. Farisi hadisçi Kütüb-i Sitte’nin muteber altı kitabından biri olan
Sünen-i Tirmizi’yi 892 de hz peygamberden 260 yıl sonra 4500 km uzaklıkta
yazdı.
Taberi: İran’ın başkenti Tahran’ın daha
güneyindeki Tabaristan’da 839 doğdu. Bağdat’a yerleşip tefsir ve hadis üzerine
çalışmış ve 923 de Hz. Peygamberden iki yüz doksan bir (291) yıl sonra, Mekke’
ye 2000 km uzakta yazdı.
Kuran’da Tarikatlar var mı, yoktur!.. Bugün
Türkiye’de bilinen yetmiş iki (72) Tarikat ve bunların dört yüz (400) kolu
bulunuyor. Sadece İstanbul’da dört yüz kırk beş (445) Tekke faaliyetlerini
açıktan sürdürüyor. Yahudiler:
Türkiye’deki bu Tarikatların tamamını biz kurduk demişlerdir.
Son Günlerin Sapkın Tarikatları arasında “Kırklari
Tarikatı, Badeci Şeyh; (Lideri Uğur
Cübbeli Ahmet (Ahmet Mahmut ÜNLÜ) gibi
Hocaların anlattığı: Bademe ve Bodozlama yok!
Korunmaz: Dergâhına
gelenlerle ‘Cennet vaat ederek’ cinsel ilişkiye giriyordu. Onlarca
Müridi sözde Şeyh’e hem kendilerini hem de eşlerini sunuyordu.)”,
Bu sapkın Tarikatların
sözcüleri, öncüleri, kapitHz. Alizmin, sömürünün birer temsilcisidirler.
Hakikatte temsilcileridirler. Zinanın, fuhşun, adaletsizliğin, haramın,
ırkçılığın, kumarın, soygunun içindedirler. Bunu bir Tarikat zihniyeti ile,
kümelenerek, örgütlenerek yapıyorlar ve kendilerinden olmayanlar ile bu Tarikatların
yaptıkları usulsüzlüklere karşı çıkanlara da saldırmadan edemezler.
“Nakşibendi Şeyhi Halidî Bağdadi”, “Kadirî
Tarikatı”, “Halveti Tarikatı”, “Rufai Tarikatı”, “Melâmî Tarikatı (Bayramîler),
“Sühverdiye Tarikatı”, “Çeştiyye Tarikatı”, “Şazeliye Tarikatı”, Mevlevî Tarikatı”,…vb.
Türkiye’de Tarikatlar ve Kolları:
Rapora göre, Türkiye’de belli başlı
30 Tarikat silsilesi ve bunların 400 kolu bulunuyor. Sadece İstanbul’da 445
tekke faaliyetlerini açıktan sürdürüyor. Çoğunluğu İstanbul, Siirt,
Diyarbakır, Mardin, Adıyaman, Batman, Van, Hakkari, Şırnak, Ağrı, Muş, Bitlis,
Gaziantep ve Şanlıurfa olmak üzere 445’in üzerinde faal Medrese bulunuyor.
Türkiye’de Listesi Yapılan Belli Başlı Tarikatlar:
-Nakşibendi Tarikatı
-Nurcular
-Kadiri Tarikatı
-Halveti Tarikatı
-Rufai Tarikatı
-Melami Tarikatı
-Sühverdiyye Tarikatı
-Çeşti Tarikatı
-Şazeliye Tarikatı
-Mevlevi Tarikatı
1-a) Nakşibendi Tarikatı:
Türkiye'de en fazla kolu, en fazla cemaati, en fazla müridi bulunan,
siyaset ile
iç içe olan, Türkiye'nin en etkili Tarikatıdır.
• Menzilciler. (Gavsçılar ve Semerkand)
• İskenderpaşa cemaati
• İsmailağa cemaati (İhvancılar-Cübbeli Ahmet Hoca)
• Süleymancılar
• Hazneviler (Şeyh İzzettinciler)
• Yahyalı cemaati (Kayserililer)
• Erenköy cemaati
• Tufancılar
• Kıbrısiler (Şeyh Nazım Kıbrısi)
• Zilan cemaati
• Reyhaniler
• Hacegan cemaati
• Arvasiler
• Akfırat cemaati
• Halidiye
• Şeyh Muhammed Nayır Erzincani.
• Bilvanis gurubu.
1-b)
Nurcular:
• Gülen cemaati (FETÖ'cüler)
• İlim Yayma cemiyeti.
• Kırkıncı Hocacılar
• Işıkçılar (İhlas grubu)
• Yeni Asyacılar
• Yeni Nesilciler
• Aczimendiler (Müslüm Gündüz)
• Meşveretçiler
• Medzehra grubu
• Zehra Vakfı
• Kurtoğlu grubu (Okuyucular)
• Sungurcular
• Yazıcılar
• Medrese Alimleri Vakfı
• Alvarlı Efe cemaati
• Hayrat cemaati
• Norşin Dergahı (Şeyh Nurettin Mutlu)
2)
Kadiri Tarikatı:
Abdülkadir Geylani'nin öğretilerini kabullenen, Türkiye'de çok etkin,
siyaset ile iç içe geçmiş çok sayıda müridi bulunan Tarikat.
• Galibiler.
• İcmalciler (Haydar Baş)
• Tillocular
• Muhammediye
• Halisiye
• Üveysler
• Şeyh Osman cemaati
• Zenbililer
• Hüseyniler
• Farukiler
• Bilal-i nadir. (Nadiriler)
• Kesnizani
•
Şettariye
3)
Halveti Tarikatı:
Kadiri ve Nakşibendilik ile sıkça karıştırılsa da bağımsız bir Tarikattır. Türkiye'de
çok sayıda cemaatleri ve müritleri bulunur.
• Cerrahiler (sosyetik-şarkıcı-popçu-topçu Tarikat)
• Uşşakiler
• Şabaniye
• Mısriyye
• Ticaniler
• Ruşeniye
• İpek yolu gurubu
• Sünbüliye
• Nasuhiyye
• İbrahimiye
4) Rufai
Tarikatı:
Ahmet Ali Rüfai'nin 1148 yılında kurduğu Sunnî-İslam Tarikatıdır.
Vücutlarına şiş
batırmaları ile bilinirler.
• Kubbealtı cemaati
• Çorum dergahı
• Mehmet Efendi cemaati
• Maafiriler
• Antakiler
• Marufiler
• Ayderussiyye
• Sayyadiye
• Zeyniyye
• Sebsebiyye
• Kantaniye
Hacı Bektaş Veli ve Hacı Bayram Veli'nin felsefesini benimseyen Tarikat.
Anadolu'nun Türkleşmesi ve Osmanlı'nın kuruluş döneminde çok etkili olduysa da devlet
politikalarını tasvip etmediğinden ve sisteme karşı duruşundan ötürü Nakşibendilik,
Halvetilik gibi daha sistem odaklı Tarikatlara bırakıp önemsizleşmiş, sindirilmiştir.
Türkiye'de hâlâ Melamiler mevcuttur.
• Maşukiler
• Aksarayiler
• Edirneviler
• Yakubi
• Kabayiler
• Kemaliler
---------------------
6)
Sühverdiyye Tarikatı:
Bağdat kökenli Tarikat. Halvetiler ile yakın ilişki içerisindedir.
Türkiye'de
önemsizdir.
• Zeyniyye…
Kaynak: https://www.kulis.tv/turkiye-de-kac-Tarikat-kac-cemaat-var/12177/
(https://www.yenialanya.com/haber/11309730/turkiyede-kac-Tarikat-kac-cemaat-var)
’Denilmiştir
ki: "Türkler, dinini, kendi diliyle yaşayamayan tek milletir."
Bu sebeple İslâmcılık, muhafazakarlık ve
dindarlık çok fazla düşünmeden her şeyi olduğu gibi kabul eden, bir bakıma
mitolojik bir yaşam biçimidir.
Bunun için Atatürk'e: "Kafir,
Dinsiz, Ayyaş..." dediler, kendi sıfatlarını itiraf edip söylediler…
Kutsal inançları dini, siyasî emellere
alet etmek için, Cemaat, Cemiyet, Tarikat, Tekke, Zaviye kurmak, benzeri
oluşumlar dine aykırıdır. Yasaklanmalıdır.
Bu
tür uygulamalar, halkın güvenliğini bozar, devletleri ve hükümetleri çalışamaz
hale sokar, halk arasında düşmanlık ve ikilik yaratır.
Dini ve onun ayetlerini kullanarak halkı
kamplara ayıran, ötekileştiren toplum düzenini bozan, ahlâkı ve meşru yaşama
haklarını tehlikeye sokan uygulama ve görüşler dine aykırıdır.
Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk Dönemi dahil,
kurulduğu günden itibaren, dini siyasete alet eden, Türk, Türklük ve Cumhuriyet
düşmanı çıkarcıların hedefi olmuştur.
Bunlar İngiliz, Amerika, İsrail…vb.
tarafından finanse ve kontrol edilmektedir. Türkiye'deki bütün Tarikat,
Tekke, Cemaat, Topluluk ve Dinci Partilerin yönlendiricileri Patronları
bunlardır. Finansının çoğunu bunlar karşılar, bunlar yönlendirir, bunların
kontrolündedirler.
Cumhuriyeti için en büyük tehdit: Arap
Milliyetçiliği, Arap kültürü, Arap ırkçılığı olup, Allah ve din korkusuyla
boyun eğdirilip biat ettirilip boyun eğdirilmiştir. Birtakım topluluklar organize edilmiş, bunların
çoğu uyduruk kökne ve sapkın fikirler ile insanlara işkence ve zulüm eden eylem
ve uygulamalardır… Bu sebeple İslâm ülkeleri geri kalmış, insanları açlık,
sefalet ve hastalıkla boğuşmakta, refah ve çağdaş uygarlık seviyesini
yakalayamamaktadır; çünkü bağnazlığa, ceberut eylemlere, hurafeye dayalı,
sorgusuz sualsiz, düşünmeden, yorumlamadan, soru sormadan korkutulan boyun
eğdirilen anlayışın hâkim olduğu toplumlar çağa uyamaz, ayak uyduramaz,
ilerleme gösteremezler.
Siz dini, bunlar üzerine kurmayıp Emevî-Kapitalist
Arap Pağan Dönemi geleneklerini din diye tanıtıp, İslâm, üzerine kurarsanız
ve bunları dinin kuralları diye yutturup dayatırsanız, işte o zaman, bu din
insan yaşamından çıkar...
İnsanlar Deist, Ateist, Budist, Şaman
olur.
Bu Kapitalist Narsist, Egolu Emevî
Pagan Dönemlerinde Puta tapanların yaptığı uygulamaları "Din"
diye yutturmağa kalkarsanız, din kalmaz. din de yıkılır, insanların umutları
da...
Asıl yıkılması gerekli olan da bu Arap Emevî
Pagan Dönemi Kültür Kalıntıları, sapkın bağnaz uygulamalarını devam ettiren
zihniyetin yıkılmasıdır.
“Eğer araştırırsanız
Peygamberimizin Türk olduğunu ispat edebilirsiniz.”
Muharrem Kılıç, Büyük Atatürk’ün bu araştırma isteğinin/buyruğunun izine düşmüş ve bana sorarsanız bir hayli de yol almış. “Toplumsal Çözüm Yayınları” arasından yeni çıkan:
“Gizlenen Türk Tarihi/Hazreti Hz.Muhammed” adlı kitabını okuyunca
vardım bu kanıya.
Kitabı esas olarak iki bölüme ayırabiliriz. İlk bölümde
varlığı “Naakal Tabletleri ile ortaya çıkan MU Uygarlığının bir Türk
Uygarlığı olduğu, MU Kıtasının o “Büyük Tufan” la yok
olduğunda, bu uygarlığın Uygur Türkleri aracılığı ile dünyanın muhtelif
yerlerine saçıldığı iddiası (Aztek, Maya, İnka gibi); sağlam kanıt,
bulgu ve bilgilerle berkitiliyor.
“Hz.Muhammed’in Ümmetinden, İbrahim’in milletindenim…”
Hazreti Peygamber’i Medine’ye davet eden Evs ve Hazreç Kabileleri Sümer
asıllı idiler, Sümerlerin dağılışı sırasında, Yemen’e
göçmüşlerdi. Medine’ye gelişleri daha sonraydı.
Akabe biatında: “Hz. Muhammed bizdendir!” demişlerdi
ve Hazreti Peygamber’den: “Kanınız kanımdır” yanıtını
almışlardı.
“Ya yeğenini susturup
davasından vazgeçirmesini ya da Türk yurtlarına çekip gitmelerini…” tavsiye
etmişlerdi. Peygamberimizin amcası Ebu Talip, bu tehdit dolu talebe, 94
beyitten oluşan “Kaside-i Lamiyye” ile cevap verdi. İşte o
şiirden bazı bölümler:
Halbuki, onlar, bizim Türk ve Aftalitlerkapılarına
sığınmamızı isterler.
Allah’ın evine and olsun ki sizler yalan söylüyorsunuz.
İşleri karma karış etmeden ne Mekke’yi terk ne de buralardan
Türk yurtlarına gitmeyeceğiz!..”
-Hazreti Peygamberin
torunu, Hazreti Hüseyin’in Kerbelâ olayından önce, “Türk
yurtlara gitme isteği”, Yezit tarafından reddedildi; çünkü Hazreti
Hüseyin, Horasan’daki soydaşlarıyla birleşerek tekrar gelecekti.
“Ne güzel üzüm!” dedi. Sahabe, anlamayarak:
“Ya Hz. Muhammed!
Arapça konuş!..” dediler. Yüce Peygamber:
“Durun yakınmayın, ben köküm olan Hz. İbrahim’in dili ile
konuşuyorum. Arap benden; ama ben Arap’tan değilim!” diye yanıt
verdi.
Bu kitap, her Müslüman Türk’ün kütüphanesinde
olmalıdır. Yazarı ve yayıncıyı yürekten kutlarım.
Kaynak:
https://www.yenicaggazetesi.com.tr/gizlenen-turk-tarihi-ve-hazreti-muhammed-351062h.htm
https://www.siyasetcafe.com/turkiyede-kac-cemaat-tarikat-var-hangi-cemaat-hangi-tarikatin-kolu-57087h.htm#google_vignette
Yıl 632: Allah'ın Kulu ve Elçisi Hz.Muhammed
vefat etti.
Yıl 644: Hz. Ömer İranlı, vergilere itiraz
eden Lu’lu adında bir Zerdüşt tarafından Camide Şehit edildi.
Yıl 656: Hz.Osman kendisinden memnun olmayan halk tarafından evi
baskınla kuşatarak katledildi.
Yıl 656: Resulün amcasıoğlu ve aynı
zamanda damadı Hz. Ali ve Resulün eşi Ayşe ve Etrafında Toplanan öldürülen Emir
Hz.Osman ’ın Valileri, Cemel Savaşında, karşı karşıya geldiler.
Bu savaşta çoğu Sahabe olup Hz.Osman 'ın
atadığı Hz. Ali'ye biat etmeyen Hz.Osman 'ın akrabaları Valiler:
Şam Valisi Muaviye:
Basra Valisi Abdullah b. Âmir savaş
malzemeleri ve Şehrin Devlete ait hazinesini de yanlarına alarak, şehirden
ayrılarak 1. Emir Ebubekirr'in kızı Peygamber’in en genç Hanımı Ayşe Bint Ebu
Bekir’e katılmak üzere, yola çıkıp MEKKE'ye varmışlardı...
Valilerin değiştirileceği haberini
duyarak, 4. Emir Hz. Ali'den valilik isteyen, Talha b. Ubeydullah (Basra);
Zübeyr b. Avvâm da (Kûfe), valiliklerinin kendilerine verilmemesi
sebebiyle, Emir Hz. Ali'ye kırılmışlardı…
(Taberî, I, 3069, 3082).
Bunun üzerine Talha ile Zübeyr 4. Emir.
Hz. Ali'den Umre için Medine’den ayrılma izni istemişler, fakat bu
izin de dört ay sonra verilmişti...
“Müminlerin Emirliği”nin son dönemlerinde 1.
Emir Ebubekirr'in kızı Ayşe, katledilen Emir Hz. Osman 'ı çok
eleştirmiş ve öldürülen Emir Hz. Osman 'ın şehri terketmemesi ricasına
rağmen, şehirde isyan başlattıktan sonra, Hac görevi için MEKKEye gitmişti.
MEKKE dönüş yolunda da Hz. Osman 'ın isyancılar tarafından öldürüldüğü
haberini almıştı... Bu sebeple de Hz. Osman 'ı öldürtmekle suçlanmış; fakat
ısrar ile bu konuda kendisinin bir suçunun olmadığını söylemiştir...
Hz. Ali b. Ebi Talib ve Muâviye b. Ebi Süfyan taraftarları birbirleri
ile sevaştılar… Hz.Osman 'ın
Şehid edilmesiyle ortaya çıkan karışıklığın, Hz. Ali'nin halkın ısrarı
ile Emir tayin edilmesiyle nisbeten hafiflediği görülmüş ve Müslümanlar
çoğunlukla, Hz. Ali'ye Biat etmişlerdi.
Hz. Ali'ye Biat etmeyenlerin de Hz.Osman 'ın öldürülmesi
olayının Hz. Ali taraftarlarınca gerçekleştirildiği görüşü rol oynasa da
makam ve mevkimlerinden olacaklar ile makam ve mevki bekleyen Vali adaylarının
hoşnutsuzluklarının da payı çoktur.
Hz. Ali ise, bu olaylarla uzaktan yakından bir ilişkisinin
olmadığını, hatta zorla, istemediği halde tahdit sonucu Emir seçilmiş olduğunu,
ileri sürülerek kendisine Biat etmeyenlerin Müslümanlar arasına nifak
soktuklarını ifade etti. Hattâ daha sonra meydana gelecek olan Cemel Vak'asında
dahi savaştan eser yokken, gece vakti nifakçıların Hz. Ayşe tarafındakilere
saldırmaları neticesi savaş çıkmış, Hz. Ali bu savaşta şehid olan Hz. Zübeyr'e;
"Ey Zübeyr,
hatırlamıyor musun bir gün Ganemoğulları Mahallesinde beraberken, Hz. Peygamber
(s.a.s)'le karşılaşmıştık. Bize şöyle demişt:
"Ey Zübeyr bir gün Hz. Ali b. Ebî Talib'le savaşacaksın ve
o savaşta, sen ona karşı, haksız durumda bulunacaksın!". Bunun üzerine Hz.
Zübeyr:
'Vallahi hatırladım,
seninle savaşmayacağım!..' diyerek
savaştan vaz geçmeyi düşünmüş, ancak oğlu Abdullah, Onu zorlamıştı (İbnül-Esîr,
el-Kâmil Fit-Tarih, terc. Ahmed Ağrakça, III, 284, 349; Ebu'l-Fidâ, el-Muhtasar
fî ahbâri'l-Beşer, I, 173).
Bundan da Hz. Ali'nin
bu olayda haklı olduğu ve kendisine Biat edilmesinin gerektiği sonucu
çıkmaktadır. Nitekim Hz. Ayşe de bu savaştan sonra gerçeği anlayarak,
Medine'ye evine dönmüştür.
Burada toplamda 10 ile 18 bin Müslüman karşılıklı birbirlerini
öldüler... Bunların çoğu sahabeydi…
Kaynak: https://sorularlaİslâmiyet.com/kaynak/hakem-olayi
Biz Sevgiden Olduk:
Horasan’dan Anadolu erenlerine, Ahmet
Yesevi’den Hacı Bektaş Veli’ye, Yunus Emre’den Hacı Bayram’a uzanan Türk
Müslümanlığının merkezinde muhabbet vardır.
“Yaradılanı severiz Yaradan
ötürü” anlayışı binlerce yıldır Türk milletinin aklına, kalbine ve gönlüne
işleyen iman esaslarından biri olmuştur.
İstersen var bin Hacca,
Hepisinden iyice,
Bir gönüle girmektir!...
Bunun içindir ki divanlarda, dergahlarda, şiirlerde, kıssalarda buram buram sevginin rayihası eserler vardır. Yunus’tan yüzlerce yıl sonra yine bu topraklarda;
Şeyh Galip: “Merdüm-i
dîde-i ekvân olan âdemsin sen!”
“Hoşça bak zâtına kim zübde-i
âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan
âdemsin sen” diyecek ve yaratılmışların göz bebeği
olarak insanı tasvir edecektir.
“Ey insan evladı! Kendine saygıyla, hürmetle yaklaş; çünkü
sen kâinatta yaratılmışların özü, göz bebeği olan insansın. Kısaca Mahlukların
en şereflisisisin (Eşre i Mahluk)”.
Ey gönül,
ey gönül, neden bu kadar gamla dolusun. Yıkıksın, kırık döküksün ama tılsımlı
bir definesin sen. Meleklerin secde etmeleri emredilen kadri yüceltilmiş bir
varlıksın, bildiğin gibi değil, her varlıktan daha olgun daha ilerisin sen.
Ruhsun,
Cebrail’in üfürmesiyle ikizsin, Tanrı’nın sırrısın, Meryem’in oğlu İsa gibisin
sen. Kendine bir hoşça bak, alemin özüsün sen, varlıkların gözbebeği olan
insansın sen.
Mertebeni
adlarla sanma; adların sahibindedir. Dönüp varacağın yer her şeyi yaratandır,
eşyaya gideceğini zannetme. Gördüğün gerçekleri rüya sanma, sen başka bir
varlıksın; kendini her sûreti kabul eden Heyulanın büründüğü sûret zannetme.
Keşifle gerçekliği meydana çıkan manayı dava sanma, hakkında söylenen vasıfları
gözüne girmek için söylenmiş sözler zannetme. Kendine bir hoşça bak, alemin
özüsün sen; varlıkların gözbebeği olan insansın sen.
Sırrını
inleyip de sakın ağyara açma; bilmezlikle inkâr çukuruna düşmekten sakın.
Ahların, sakın, sevgilinin kâkülüne değmesin, sonra Mansur gibi dâra çıkarsın.
Sakın yaradan incinip de sevgiliye aczini bildirmeye kalkışma; a çaresiz kişi
bulduğun kadri yüce incileri sakın. Kendine bir hoşça bak, alemin özüsün,
varlıkların gözbebeği olan insansın sen.
Sevgi
sırlarının mahzeni, o sırlar hazinelerinin konduğu yer sendedir, sende. Erlik,
yiğitlik nurlarının madeni sendedir, sende. Gizli gizli daha nice ruh halleri
var sende. Tanıyıp anlayış sende, hüner sende hakikât sende. Baksan görürsün ki
yer de, gök de, cehennem de, cennet de sende, kürsî de sende, melek de elbet
sendedir sende. Kendine bir hoşça bak, alemin özüsün sen, varlıkların gözbebeği
olan insansın sen.
Yazıktır,
padişahken alemde yoksul olmayasın, ümit ve yalvarışla boz bulanık bir hale
gelmeyesin. Yeis vadisine düşüp bir hiç olarak yok olmayasın, yolunu yitirip
bela sahrasının yolunu tutmayasın. Âdeme yapış ki gerçekten ayrılmayasın,
secdeler etki Tanrı reddetmesin seni. Kendine bir hoşça bak, alemin özüsün sen,
varlıkların göz bebeği olan, insansın sen. Tanrı’dan gayri bütün varlıklardan,
çakıp sönen, gelip giden bütün şimşekler gibi geç git. Üstüne takılan, konan
çer çöpe aşk ateşini siper et (onları yak yandır).
Gönül
bağlanacak şeylerin eserleri, sakın, eteğini tutmasın. Şems gibi, Mevlana’yı
isteyerek yola koyul, yol almaya bak. Aynanı (gönlünü) arıt, bütün sûretler ona
vursun, görünsün. Galip, hele bir duygularını derle, topla da bak. Kendine bir
hoşça bak, alemin özüsün sen, varlıkların gözbebeği olan insansın sen.
Türk Müslümanlığında terbiye ve tezkiyede
odak noktası insanın bizzat kendisidir; çünkü ahlakın kaynağı din değil
vicdandır, fıtrattır. Hiç kimse ağyar (başkası) olamaz; ağyar nefsin
kötülükleridir.
Insanların dinine, diline, mezhebine,
ırkına, cinsine, rengine, yoksulluğuna, zenginliğine bakmak ayıp sayılır. Kadın
sanki mahluk değildir, Halık’tır. Yedi yaşındaki kız çocuğuna kadın gözüyle
bakana da sapık denir!
Şahsi çıkarları uğruna dini kullananlara
hürmet edilmez. Düğünlerde müzik çalma haram değildir…
Cenaze konu-komşuyla birlikte kaldırılır,
yemekler birlikte yenir, dualar birlikte dinlenir.
Kadın erkek beraberdir. Berber yer,
beraber gezer, birlikte çalışır, birlikte yaşarlar:
“Haremlik selamlık, Kadının kafes ardına
kapatılması, hapsedilmesi Din, İslâm değildir, İslâmda yoktur...
Kadın okutulmaz!
Kadından Doktor, Ebe, Hemşire olmaz!..
Kadın hamile iken, erkeksiz olarak, çarşafsız, başörtüsüz olarak dışarı
çıkamaz!..”
Sokakta, çarşıda, pazarda gezemez diye
İslâm’da böyle bir yaptırım yoktur!.. Bunlar Cahiliye dönemi,
pagan devri inançlarına bağlı geleneklerin kalıntılarıdır...
Beraber yaşama kültürü, Türk milletinin ve
bu toprakların özündedir. Kısaca bu anlayış, hoşgörünün hâkim olduğu; ama bir o
kadar da temiz kalma mücadelesidir.
İbadetini yapamayanlarda tatlı tatlı
serzenişlere rastlarsınız; ama: “Haram lokma boğazımdan geçmedi, kul hakkı
yok, üzerimde!..” dediğini duyarsınız.
İşte tam da budur Türk Müslümanlığı.
Din
ile aldatma, Cehennem ateşiyle korkutma yoktur!..
Hoca
Dehhani bunu ne de güzel anlatır:
"Od ile korkutma vaiz, bizi kim lâl i nigar;
Canımuz
bizim oda yanmağa mutad eyledi!.."
Kendine has bir dil ile özüne, sözüne, geleneğine ve örfüne sahip çıkan milletimiz, bu özü bozmaya yeltenenlere gerekli cevabı verir.
Millî
varlığımızın ve kültürümüzün temel taşlarından olan kültleri; mezar
ziyaretlerini, dinî ve millî bayram kutlamalarına değer verir. Onları bu
kültürün bir parçası olarak görür…
Ebu
Cehil’in
de giydiği entariyi, başına sardığı sarığı, Faslının başına geçirdiği Fesi,
Selefinin giydiği Çarşafı, Abiye, Burka, Tesettür, Çador, Avret...vb.
kapanışları" şeklen giyilen giysilerini, Din, İslâm diye dayatanlara
da sadece güler geçer... Şeklen ve dıştan yapılan bu kılık, kıyafet; saç,
sakal, sarık, kaftan, hırka; bastın ve tesbihin ne din ne sünnet ne de
İslâm ile bir ilgisi yoktur.
Demem
o ki, eşyanın tabiatındandır, her toplumun psikolojisi, tarihi ve kültürel
şartları dini algısına nüfuz etmiştir. Bunu bilmemek kendi Müslümanlık
anlayışımızdan bizi uzaklaştırır.
Bir
Türk âlimi olan Ebu Hanif’in ibadetlere getirdiği kolaylık, iman amel
ilişkisini yorumlarken, toleranslı yaklaşımı (ameli imandan ayrı görmesi)
tam da bu açıdan anlaşılması gereken bir durumdur.
Emevî-Arap Muaviye, Yezit ve Zalim Haccac'ın İslâm anlayışının katı, dışlayıcı, kaba saba, ötekileştirici, tekfir edici karakteristik özellikleri, Türk Müslümanlığıyla asla örtüşmez!... Arapların gözünde Arap olmayanların hepsi Mevâl'dir (Köledir)
Bunun
bilinciyle kendi kültürel kodlarımızı yeniden canlandırmak zorundayız. Yunus’un
diliyle bitirelim:
Sevelim
sevilelim dünya kimseye kalmaz.”
Her İnsan Hazrettir!
Türk
Müslümanlığında Her İnsan Hazrettir!
Bir
gün sufilerden birine:
“Muhabbetin
sözünü edenlerle onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?” diye sormuşlar. O da: “Bakın
göstereyim” demiş.
Önce
muhabbeti dilden gönüle indirememiş olanları çağırmış ve onlara bir sofra
hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine; tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş.
Ellerine de:
“Derviş Kaşıkları” denilen, sapları bir
metre boyunda kaşıklar verilmiş. Sûfi:
“Bu
kaşıkların sapından tutup yiyeceksiniz” diye bir de şart koşmuş.
“Peki!” demişler; fakat kaşıklar uzun
geldiğinden, döküp saçmışlar… Bir türlü ağızlarına götürememişler.
Diğerlerine
aynı görev verildiğinde: Herkes kaşıkları karşı tarafa uzatarak, birbirlerini
doyurmuşlar…
Asıl
mesele neyin ne şekilde olacağını bilmek ve insan olmayı kavramaktır!
İşte bu
sebepledir ki bazı ip uçları vermek ve peşin yargılardan uzaklaşmak için bazı
araştırmacı yazarların görüşlerine de burada örnek teşkil etmesi açısından yer
verdik.
“Alevi Açılımı mı Dediniz?” adlı bir yazısında İslâmcı yazar:
Abdurahman DİLİPAK bu durumu şöyle özetliyor:
“Bilindiği gibi, 30 Kasım 1925’te kabul edilen
bir yasayla tekke, zaviye ve türbeler kapatılarak; Türbedarlıklar ile Şeyhlik,
Dervişlik, Ağalık, Müritlik, Dedelik, Seyyidlik, Çelebilik vb. birtakım unvanlar kaldırıldı.
Kaldırıldı ama varlar!
Şapka giymek mecburi; ama giyen yok. Türbe yok; ama Türbeler var!
Anıtkabir Türbe oldu. Din ve devlet ayrı olacaktı güya, resmî ideoloji
olarak Kemalizm dinleştirildi. Birileri de çıkıp, “Türkün Dini Kemalizm” diye kitap da yazdı. Laiklik: “Dine karşı bir din” gibi uygulanmaya çalışıldı laikçiler tarafından.
Anlaşılan hükümet bir: “Alevi Açılımı”na hazırlanıyor. “Kürt Açılımı”nın sonucu ortada. Erdoğan’ın Cemevî ziyareti de
anlaşılan böyle bir açılım öncesi, PR çalışması idi; ama korkarım bu iş
Konya’daki “İslâmî Oyun”lara dönecek.
Birileri “İyi Niyetli” olabilir; ama birileri de bu işi başka zeminlere
kaydırabilir.
Bu işler biraz da “Mayınlı Tarlada Top Oynamak” gibidir. Toplumsal kabuller, beklentiler, korkular iyi okunmaz
ise bu tür girişimler faydadan çok zarar verir. Tosya’ya pirince giderken
evdeki bulgurdan olursunuz…
Tek bir Alevî tipi yok!.. Şii, Kızılbaş, Bektaşi,
Caferi, Nuseyri, İmamiye, Zeydiye, İran Şiası, Arap Şiası, Hizbullah, Alisiz Alevilik
peşindeki, Sosyalist gruplar gibi bir düzine topluluk var!.. Hepsinin de ülkemizde uzantıları var!..
Cemevînin Türkiye’deki
karşılığı Dergah, İran’daki karşılığı “Hüseyniye”, “Zeynebiye”ler var!..
Cin şişeden çıkarsa görürsünüz. “Pandora’nın Kutusunun Kapağı
Açıldığında” ne olacağını kestiremezsiniz.
Ben bu konularla biraz ilgilendim. Türkiye’de 90’lı yılların
başında ilk defa Alevi Dedelerini bir tv programında bir araya getirdim.
Hâlâ “YouTube” kanalında var o yayın.
Kızılbaş Ali’nin
çıkardığı PİR Dergisinde yazarlık da yaptım. Hâlâ yakın tanıdığım arkadaşlarım var.
Cumhurbaşkanı’nın Hacı Bektaş Veli Dergahı ve bazı Cemevlerini de ziyaret etmesi ile başlayan
tartışma devam ediyor. Aslında bu ziyaretlerin çok daha önceden yapılması
gerekirdi. Yani bir açılıma gerek yok!
Balkanlarda, İslâm’ın yayılmasında, Bektaşi Dergahlarının rolü çok büyük. Hacı Bektaş-ı Veli bir İslâm âlimi. Hepimiz için
de bir değer. Onun “Makalat”ını herkes okumalı. “Nehcul Belaga”yı da okumalıyız meselâ.
İmam-ı Caferi Sadık, İmam-ı Azam’ın Hocası değil mi? Bilmem biliyor musunuz, Esad Coşan’ın Doktora Tezi Hacı Bektaş-ı Veli’nin
eserleri üzerine idi. Ben Hacı Bektaş-ı Veli’nin hayatı, eserleri, fikri ve İslâm
hizmetlerini ilk onun bu eserinden okudum. Yine Esad Coşan, Nehcul Belaga’dan, Hz. Ali’nin, Malik b. Eşter’e mektubunu yayınladı ki, İslâm idare sisteminin valilerle ilgili
bölümü için bu risale, temel bir belgedir.
Bir dönem, bu işlerle ilgilendiğini bildiğim: İsmail Nacar,
dün bana bu konu ile ilgili bir mesaj gönderdi. O mesajında diyor ki; “Elbette
ki bu ziyaretler, millî birliğimiz açısından siyaseten de doğrudur. Ancak,
basına yansıdığı kadarıyla Cemevlerine vaad edilenler, hem anayasal
eşitlik ve hem de İslâm vahdeti açısından önü alınamaz bir tartışmaya
yol açar. Meselâ Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde “Alevi-Bektaşi ve Cemevî Daire Başkanlığı” gibi bir birim oluşturularak, Aleviliğe yasal bir statü
sağlanacakmış. İkincisi ise, başta Alevî Dedeleri olmak üzere Cemevîndeki
görevliye de maaş bağlanacak ve Cemevinin elektrik ve su giderlerini de
devlet karşılayacakmış.”
Dikkat parayı veren düdüğü çalar! Bir defa Diyanetle ilgili
işler, Devlet ile özerk olması gereken
Diyanet arasında paylaşılmış. O
yetmez, din eğitimini devlet tevhid-i tedrisat’la MEB’e bağlamış. Dini Vakıfları devlete bağlı. Din hizmetleri yurt dışında
Dışişlerine bağlı, dini yüksek öğrenim YÖK’e bağlı, şimdi bu da yetmiyor, dini
cemiyetler idari yönden İçişleri Bakanlığına bağlı, doğrudan Diyanetle bir
bağları yok bunların. Cemevleri de Kültür Bakanlığına bağlanmaya çalışılıyor.
Dinî “meslek” ya da bir “kültürel ve veya etnik kimlik aidiyeti” şeklinde tanımlamak isteyen
çevreler var. Biliyorsunuz bir Türk İslâm, Arap İslâm, Fars İslâm, Euro İslâm, Amerikano İslâm,
Liberal İslâm, Demokrat İslâm, Protestan İslâm, Ortodoks İslâm, Katolik İslâm gibi saçma sapan tanımlarla İslâm’ı dejenere etmek isteyenler var!..
Kim ki, dinin önüne ve sonuna bir ek getirerek yeni bir din tanımı
yapıyorsa, bilin ki, din aradan çekilir, kişi eklediği ya da çıkardığı ile baş
başa kalır. Zaten Laik İslâm kumpası ile birileri dini, ekonomik, sosyal, politik hayattan tecrid ederek, dini: “birey”sel planda vijdanlara,,
toplumsal planda, Mabed’lere hapsederek, ritüel, seremoni ve ikonolarla, folklorik anlamda geleneksel,
kültürel, geçmişe dair bir yaşam biçimi, olarak sunmaya çalışıyor…
AK Parti içindeki AKP’lilerin bu tür planlarına alet olmamak gerek!.. Bu konuyla ilgili İsmail Nacar gönderdiği mesajda diyor
ki:
“İşte burada, hepimizi bağlayan temel bir bilgiyi aktarmak
istiyorum: İslâm tarihinde, hikâyesi uzun bir fitneden
kaynaklanan, Hz. Ali ile Muaviye arasındaki ihtilafla, ortaya çıkan Şiâ veya Alevîlik, itikadi değil, siyasî bir mezheptir.
Kur’an ve Sünnet’e bir itirazları yok!. Onun
içindir ki, başta Camide Şehit edilen Hz. Ali olmak üzere, tüm fıkhî
veya siyasî fırka taraftarları, o devirde, Mescid ve Camileri, “Ortak
İbadet Yeri” olarak kabul etmişlerdir.
Elbette ki devlet, farklı inançta olan vatandaşlarının ibadet
yerlerini tanımak zorundadır. Örneğin: Hristiyan, Yahudi veya varsa Budist vb. vatandaşlarının
ibadet yerleri bu çerçeve içindedir; fakat Batı istihbarat örgütlerinin: “Ali’siz Alevilik” propagandasına kanmayarak “Müslüman” olduklarını söyleyen Alevileri
de bu tasnifin içine korsanız, tarihte hiçbir siyasînin göze alamadığı bir
fitneyi, kurumsallaştırmış olursunuz. Üstelik bu olay, sadece bundan ibaret de
kalmaz. Meselâ:
Türkiye’deki tüm Tarikatların Dergahları ve Şeyhleri,
anayasadaki eşitlik ilkesi noktasından hareket ederek, Cemevleri Statüsünü, kendileri
için de talep ederlerse, onlara ne diyeceksiniz?
Bence devlet, Tekke, Zaviye, Tarikat ve Dergahları ile
Cemevlerine karşı mesafesini koruyarak, kadim İslâm geleneğini, daha da
güçlendirmek konumunda olmalı. Aksi durum, bir felaket olur…”
Bana kalırsa bu girişim, Alevileri kendi içinde birbirine
düşürürken, Alevilerle diğer İslâmî toplulukları da karşı karşıya
getirebilir. Bu konuda atılacak bir adım, başka topluluklar için de emsal
teşkil edebilir. Eğer Mabed’den söz ediyorsanız, Mabud’unuz ne, kim?.. Abid kime, ne zaman, nasıl İbadet
edecek bu mekânda?.. Bunun Allah’ı, (cc) Kitab’ı, Resul’ü kim, Şeriat’ı ne?
Aynı Allah’a, Resulü’ne, Kitab’a
iman edenler, tek bir Ümmet, tek bir Millet, tek bir Cemaattir. CAMİ, CEMAAT’ın CEM olduğu yerdir… “Cem olmak”, Arapça bir kelime, “Cami” de öyle. Cami ve Mescitler’in
dışında, Cem Evi aramak, Allah’ı Hak, Peygamber Muhammed’i Allah’ın
kulu ve elçisi olarak gören, bir ve bütün “Müslüman Topluluğunu”, parçalayıp
zayıflatır. Bir olmak, iri olmak, diri olmak her vakit gerekli ve elzemdir!
Hz. Ali (r.a.) Ehli Beyt’tendir. Bütün Müslümanlarca da Raşit Halife olarak kabul
görmüş ve bilinmiştir… Müslümanların Emiri’dir. Bu temel değer üzerinde
bir tartışma başlatmak, kimseye fayda sağlamaz. Benden söylemesi!.. “
Üstelik
Halkın bütünlüğünü bozar. Kargaşa ve bulanıklığa sebep olur…
Dede
Kasım Güvercin: “Hak Muhammed Ali” kitabında: Bir gerçeği ortaya koymuş ve
bu gerçeği ayrıntıları ile açıklayarak, bu konuda mevcut boşluğu doldurmayı
hedeflemiş ve oldukça da başarılı olmuştur.
KAYNAKLAR:
Tahir H. Balcıoğlu, Türk Tarihinde Mezhep Cereyanları, İstanbul, ts. (Ahmet Sait Matbaası), s. 30-49, 61-64.
(https://www.kuranmucizeler.com/kadinlarin-aleyhine-olacak-sekilde-anlami-saptirilan-nur-suresi-31-ayetinin-detayli-incelenmesi-bas-ortusu-turban-pece-yuce-allah-in-emri-mi)
(https://www.odatv.com/siyaset/hangi-osmanli-padisahlari-icki-icerdi-395)
https://İslâmansiklopedisi.org.tr/mutezile
Tarihi Yakubi,c.2,s.150 ve 151 ve 165,
Necef,Mektebetul Heyderiyye ,1384 hk.
Sire-i Pişvayan, Mehdi Pişvayi ,s.73 den 81 kadar,
İmam Sadık(as) Araştırma Merkezi,Kum ,6.baskı,1376 hş.
Şerh Nehcül Belağa ,İbn Ebil Hedid,c.1, şıkşıkiyye
hutbesi.
İbn Haldun’un mukaddemesi s.365 ve 366, ilmi ve
kültürel yayın şirketi, Tahran kitabında. İbn Haldun şöyle söyler:
“Hilafet yani din ve dünya siyasetini korumak için Şeriat sahibinin yerine
geçmektir. İşte bu yüzden hilafet ve imamet denmektedir ve o makama oturana
imam veya Emir denir.”
https://www.İslâmquest.net/tr/archive/fa2906
https://www.İslâmquest.net/tr/archive/fa3692
https://www.İslâmquest.net/tr/archive/fa8024
https://www.İslâmquest.net/tr/archive/fa5358
http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/D03296/2007_1/2007_1_AZIMLIM.pdf
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/31172
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/184267
https://www.acarindex.com/pdfler/acarindex-42d52126-82e8.pdf
https://atif.sobiad.com/index.jsp?modul=makale-detay&Alan=sosyal&Id=AXC-f7ESyZgeuuwfWCsE
https://İslâmansiklopedisi.org.tr/gadir-i-hum
http://www.abkyol.nl/Alevîlik/Alevîliknedir/index.html;
http://www.cEmevî-gooi.nl/dosyalar/Alevîlik_nedir.html#bektasilik_nedir;
http://www.cEmevî-gooi.nl/dosyalar/Alevîlik_nedir.html#kizilbaslik_nedir)
https://İslâmansiklopedisi.org.tr/cemel-vakasi
https://www.cnnturk.com/yasam/cemel-savasi-sonuclari-ve-nedenleri-cemel-savasi-kimler-arasinda-yapildi-kisaca-onemi-nelerdir
https://www.İslâmveihsan.com/peygamberimizin-hanimlari.html
https://tr.wikipedia.org/wiki/Hz.Muhammed%27in_evlilikleri
(EI2 [İng.],
II, 994).
(https://www.parlamentohaber.com/yahudiler-turkiyedeki-72-Tarikati-biz-kurduk demisti-iste-o-Tarikat-ve-cemaatler/)
https://tr.wikipedia.org/wiki/D%C3%B6rt_Emir
https://tr.wikipedia.org/wiki/I._Mu%C3%A2viye